Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler İdris Kardaş Tüketimin Ontolojisi ve Sıfır Atık

        “Her şeyden öte, insan doğanın parçası mı, yoksa efendisi mi? Bu konuda bir zihin karışıklığı içinde olduğumuzu görüyorum. Maalesef, eşref-i mahlûkat olmayı, tabiata tahakküm kuran efendi olmak ile karıştırdık”

        Bu sözlerin sahibi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan.

        Sıfır Atık felsefesinin dayandığı en kritik noktayı işaret etmiş 2019 yılındaki bu konuşmasında.

        Kritik bir nokta çünkü, Sıfır Atık konusunu tüketim alışkanlıkları üzerinden okumak düğmeyi doğru yerden iliklemek anlamına geliyor.

        Malumumuz, modern insanın tüketimle kurduğu ilişki, ihtiyaç üzerinden değil, kimlik inşası üzerinden işliyor.

        Jean Baudrillard’ın dediği gibi, nesneleri kullanmak için değil, gösterdikleri anlam için satın alıyoruz. Nesneler, varlığımızı teyit eden simgelere, sembollere dönüşüyor. İstediğimizi sandığımız pek çok şey de aslında başkalarının gözündeki yerimizi inşa etme çabamızın bir sonucu. Tamamen imaj tamamen algı meselesi.

        Bu yüzden sıfır atığın en kritik sorusu tam şudur.

        “Gerçekten buna ihtiyacım var mı?”

        Çünkü tüketim, yalnızca bir nesnenin eve girmesi değil, aynı zamanda dünyanın dışına başka bir şeyin atılması anlamına gelir. Daha doğrusu dünyanın dışına atıldığının sanılması.

        Çünkü sadece gözümüzden uzaklaştırdığımız atıklar gün geliyor okyanusta Türkiye’nin iki katı büyüklüğünde bir çöp kıtasına bile dönüşebiliyor.

        Dolayısıyla asıl atık, çoğu zaman kararlarımızın arka planındaki görünmez alışkanlıklardan çıkan sonuçtan başka bir şey değil.

        Eskiden ülkemizde bir eşya kırıldığında hemen çöpe atılmazdı. Çatlak bir tabak, sağlam bir tutkalla onarılır; bir gömlek yıpranınca sökülüp yama olur, en sonunda da bir temizlik bezine dönüşürdü. Eşyanın ömrü, tek bir işleve sıkışmazdı. Bu mütevazı tamir kültürü, bir nesnenin değerini biçiminin, pahasının değil, hayatla kurduğu ilişkinin belirlediğini anlatırdı.

        Bugün sıfır atık dediğimiz yaklaşım, bu eski sezginin modern bir karşılığıdır.

        Eşyayı çöpe atmak yerine, önce neden tükettiğimizi sorgulamak.

        Burada, Mary Douglas’ın kir teorisinden faydalanalım.

        “Kir, yerinde olmayan maddedir.” diyor Douglas.

        Yani çöp, nesnenin doğasında değil, insanın sınıflandırmasındadır.

        Örneğin evinizde çocuğunuzun sarılarak uyuduğu ve onun eşsiz kokusunun sindiği temiz bir oyuncak tavşan işlevini yitirmese de eski diye bir süre sonra çöplükte kir olarak sınıflandırılabiliyor.

        Böylece etrafımızdaki nesneler çoğaldıkça, değerleri azalıyor; hatta kendi değerimiz bile bu yığın içinde görünmez hale geliyor.

        Dolayısıyla sıfır atığın asıl derinliği, yalnızca tamir etmede veya geri dönüştürmede değil; tüketimin ontolojisini değiştirmesinde yatar. Tüketmeden önce durmak, sorgulamak, reddetmek. Gereksiz olanı almamak. Hız kültürünün dayattığı; “hemen, şimdi, daha fazla” baskısından çekilmek.

        Bu anlamda sıfır atık, modern kapitalizmin bizi sürekli tüketmeye çağıran çerçevesine karşı bir direnç noktasıdır. Maddeyi dışarı atamayacağımızı, onunla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu kabul etme hâlidir.

        Kapitalizm ise malum bu yüzleşmenin tam tersine dayanır. Büyüme, tüketim ve hız üzerine kurulu bir sistem, atığın sözde görünmez olması sayesinde var olur. Eğer atık görünür olsaydı nasıl daha fazla tüketime ikna olabilirdik ki? Planlı eskitme, modanın hızlanması ve tek kullanımlık kültür, bu sözde görünmezlik sayesinde başarılı olabiliyor.

        Bu açıdan baktığımızda sıfır atık, sadece çevreci değil aynı zamanda antikapitalist bir refleks taşır.

        Heidegger’in “çerçeveleme” dediği şey burada faydalı bir anlam kapısı açıyor bize.

        Modern teknoloji ve ekonomi, dünyayı bir kaynak deposu olarak görmemize neden oluyor. Ama bu yalnızca teknolojinin değil, kapitalist aklın dayattığı bir bakıştır.

        Nehir artık nehir değil, hidroelektrik için araca dönüşüyor.

        Ağaç artık ağaç değil, kereste olmayı bekleyen bir araca dönüşüyor.

        İnsan bile modernite içerisinde eş, dost, anne, baba, evlat değil sadece iş gücü olarak tanımlanıyor.

        İşte bu bakış, nesnenin ve varlığın özünü siliyor; her şeyi yalnızca işleve indirgiyor.

        İşlevi biten her şey de atık olarak sınıflandırılıyor.

        Sıfır atık, işte tam burada bir çıkış yolu aramak için elverişlidir.

        Nesneyi işlevinden ibaret görmeyi reddetmek.

        Dünya ile ilişkiyi araçsal olmaktan çıkarmak.

        Mesela doğayı romantik bir fon olarak görmekten vazgeçip, onu tüm gerçekliğiyle kabul etmek.

        Bunun somut pratik yansıması ise şu ilkede gizlidir.

        Daha az tüket, Yavaş tüket, Sorumlu tüket.

        Bu yalnızca çevresel değil, aynı zamanda politik ve etik bir tercihtir.

        Bugün pek çoğumuz belki “sıfır atık” hareketini bir temizlik kampanyası ve salt bir geri dönüşüm kampanyası zannediyor olabiliriz. Oysa sıfır atık, modern dünyanın en görünmez yarasına temas ediyor.

        O yüzden sıfır atık yalnızca bir çevre stratejisi değil; bir varoluş düzeltmesidir.

        Hayatın ritmini onaran, tüketimin hızını kesen, maddenin hikâyesine kulak veren bir yaklaşım.

        Bu felsefi tartışmanın dünyadaki en somut karşılığı, 2017’de başlatılan Sıfır Atık Projesi’dir. İsrafı reddeden bir kültürün modern yorumu olan bir başlangıcı ifade eder bu.

        Bu yaklaşımın görünür kılınmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın rolü belirleyicidir elbette. Zira Emine Erdoğan, sıfır atığı bir medeniyet meselesi olarak çerçeveledi. Sadece Türkiye içinde değil, konunun doğası gereği küresel bir hareket başlattı. Onun öncülüğünde proje Birleşmiş Milletler’e taşındı ve 30 Mart, tüm dünyada Uluslararası Sıfır Atık Günü ilan edildi. Başkanlığını Emine Erdoğan’ın yaptığı BM’ye bağlı Sıfır Atık Danışma Kurulu da bu girişimlerin bir sonucu oldu.

        Bu hamleler, çevresel başlıkların sadece Batı’nın tahakkümünde olması ezberine karşı sessiz ve derinden bir çıkışı da ifade ediyor kuşkusuz.

        Zira, dinimizin “israf etmeyiniz” emiri, doğanın bir denge üzerine kurulduğunu söyleyen ayet-i kerimeler, Peygamberimizin bir nehir kenarında bile suyu israf etmeme nasihatı…

        Tüm bu referanslar, sıfır atığın aslında bizim topraklara yabancı değil, bilakis kültürel hafızamızdan ve dinimizin gerekliliğinden doğan bir ilke olduğunu gösteriyor.

        Zaten bu toprakların tüketim anlayışı aslında modern dünyanın hızına hiç benzemiyordu. Kanaat, ölçü, denge ve emanet bilinci kodlarımızda vardı. Bugün yeniden keşfettiğimiz şeylerin çoğu zaten bizim kültürel hafızamızdaydı.

        Dolayısıyla mesele şu an bu sorunun etrafında dönüyor.

        Biz daha ne zamana kadar daha fazla tüketerek var olduğumuz yanılsamasını yaşayacağız?

        Sıfır atık, bu soruya verilen sakin ama kararlı bir cevabı içinde barındıran bir felsefeye sahip.