Deprem bizim en büyük gerçeklerimizden. Bir fay üstü ülke olduğumuz en eski tarihi kaynaklardan bu yana not düşülmüş…
Hatta şu kadarını söyleyeyim, bugünün tarih biliminin en önemli kılavuzlarından biri olarak görülür doğal afetler…
Çünkü tarih yazıcılar, seyyahlar, gezginler ve coğrafyalar arası sınırları afetlerle belirler çok uzun süre. Kutsal kitaplarda da geçer, kadim eserlerde de fayın kaderi ve kederi…
Neyse. Tabandan tabana bu bilgi birikimini anlayacak ve izah edebilecek hale gelmemiz gerekiyor artık. Allah var, uzun bir zamandır doğadan gelen kederlerimizi insani olarak birbirimize sabitleyen bir tutkal gibi görüyorum ben…
Şu son depremde devletin ve toplumun hızlı refleksi kadar bilim dünyasının da ortak doğrular etrafında dolaşıyor olması önemli bir eşiktir…
Misal, Dezenformasyon Başkanlığının afetin hemen akabinde yapılacakları öncesi, şimdisi ve sonrası ile listeleyip vatandaşla paylaşması da değerli bir harekettir…
Yine de; bilim insanı odaklı bir “Deprem Çalıştayı”, devletin tabanından, toplumun tavanına kadar herkesi kucaklayan bir eksende derhal organize edilmelidir…
Ne olduğunu ağır trajedilerle yaşayarak öğrendiğimiz depremsellik gerçeği, zamanında organize olarak seri bir mağduriyetin önüne geçecektir…
140 milyon yıldır yaşanan depremler, coğrafik sınırları belirlerken, bir yandan da insanın savunma stratejisini de ortaya koymuştur…
Akıl, fikir, hareket ve afet politikasında oluşturulacak bir dil birliği, bu dakikadan sonra korkmamız gereken şeyin doğanın rutini değil, olağanüstü sürprizlerinin kendisi olacağını da anlamamızı sağlayacaktır…
Başaracağız, zorundayız çünkü bizden öncekilerden bir adım önde olmanın…
***
Zeytinin berekete açılan kapısı!
Yirmi yıldan fazladır memleket zeytini ve zeytinyağının üstüne çalışmalar yapıyorum. Hani derler ye, “damarımı kessen zeytinyağı akar”, aynen öyle…
Zeytinlik, zeytincilik konusunda 75 yıl önce yaşanıp, günümüzü de şekillendiren yanlışların yapılmaması konusunda büyük de bir hassasiyet sahibiyim…
Ekoloji için gerekli de olsa çam ağacını bir asri zeytin kütüğüne yeğleyemem. Bilirim ki ikisi de doğanın sürdürülebilirliğini sağlıyor olsa da zeytinin insanla olan binlerce yıllık tanışıklığını ayrı yere koymak gerekir…
Türkiye hem sofralık hem de yağlık zeytin üretiminde dünyanın başat aktörlerinden biri. Ancak çok ciddi bir pazarlama engeliyle karşı karşıya olduğu için rütbesini gösteremiyor…
Bizden batıya doğru gidilen coğrafyalarda kahvaltı ve sofralık zeytin alışkanlığı çok bodur olduğu için işin tane kısmında üstümüze tanımıyorum…
Dünya zeytin deyince hala “Kalamata” cinsi ve küspe kokan türü tanıyorsa; geliştirilebilecek bir uzun bürokratik, diplomatik ve politik yolumuz olduğu kesindir…
Ben hem devletin hem de üreticinin iştahını biliyorum bu konuda. Belki de bu yüzden zeytin ağaçlarının çoğaltılması önündeki engel iştahını anlamlandıramıyorum…
Zeytin ağaçları üzerinden politik söylemler geliştirmek yerine, İtalya, İspanya gibi ülkelere medikal ürün olarak ihraç ettiğimiz zeytinin o en kadim tanımıyla gıda ürününe dönüşmesi konusunda kim ne yapabilir, onu konuşmak gerekiyor…
Bir de sofralık zeytin yetiştirenle, yağlık zeytin yetiştiren üreticinin acilen barıştırılması gerekiyor. Birinin üste çıkması ötekinin “baltalanıyorum” hissini alabildiğine kabartıyor çünkü…
Çin zeytinyağını çok sonradan tanıyıp hızla tüketmeye başlayan bir milyarlık pazar. Zeytinle ilgisi olmayan ABD bile pazarda dilim ararken, yediveren Anadolu toprağının en kadim meyvesinin kendi toprağına taşıyacağı kazancı daha ne kadar inkâr edeceğiz?
Tarım politikamızı yeniden şekillendireceksek zeytini ilk beş öznesinin içinde görmek zorundayız…
Olurda ürünümüzü dünyaya “İtalyan”, “Yunan” ya da “İspanyol” marifetiyle sonradan yapıştırılmış farklı etiketler altında değil, “Türkiye” lezzetiyle tattırabilirsek birkaç on yıl içinde pazarın hükümdarı oluruz…
Zor değil. Önce ağacına, sonra meyvesine ve yağına en son da çiftçinin sabır ve hünerli ellerine güvenelim. El açtırmayıp, el verelim. Hadi!
***
O maddeler istisna olmalı!
Mecliste dolaşıp duran yeni trafik yasasının “cezalar” bölümü tam anlamıyla maddi değerlemede makul bir ortak fikir bulunamadığı için askıya alınmış. Olmamalı…
Çünkü burada adı geçen yüksek ceza oranları hep “hız limiti” öznesinde konuşulduğu ve öyle de anlaşıldığı için gerçeğin ekseninden sapmış oluyoruz…
Asıl olan “saldırı maksadıyla arabadan inmek”, “makas ve hatalı sollama gibi ölümcül sonuçlara neden olmak”, “alkollü ya da ehil olmadan direksiyonun başına geçmek”, “trafik akışına engel olacak şekilde organize hareket etmek” “Kırmızı ışıkta geçmek” gibi suçları ortadan kaldırmak değil mi?
Ancak bu şekilde Sayın Yerlikaya’nın altını çizdiği “medeni bir trafik kültürünü” inşa edip, oturtmak mümkün. Bunun için de caydırıcı tek silahımız yüksek para cezaları…
Hız limiti, sinyalizasyon eksikliği, şerit ihlali, öncelik hakkı gibi genel kurallar eğitimle üstesinden gelinecek şeyler. Ama az önce saydığım maddeler insanın içindeki yabanla ilgili ve onu ehlileştirmek “ağır ceza motivasyonunu kullanmadan” hakikaten zor…
O askıdan, bu facia kokan maddelerin bir an önce inip, bugünden tezi yok yollarda idrak ediliyor olması yegâne dileğim…
Trafik cellatlarının kıydığı ve kıyması çok muhtemel binlerce değerli can adına rica ediyorum. Haksız mıyım?
***
Sivri ve ciddi bir sorun…
İzlanda yerleşik tarihe geçtiğinden beri ilk kez üç adet sivrisinekle tanıştı geçtiğimiz hafta. Ve ülkenin önde gelen medyası “Son Kale Düştü” başlığıyla duyurdular bu büyük trajediyi…
“O ne demek?” derseniz sivrisinek denilen mahlûkatın İzlanda ikliminde hayatta kalması mümkün değil. “Peki, bu mucize nasıl olmuş” diyenlere de küresel ısınmayla yanıt verebiliyorum. Kutuplar çözülüyor, ölü bakteriler diriliyor ve sivriler artık kendine yeni kan türleri arıyor…
İzlanda’yı kendi kaderiyle baş başa bırakıp bizim topraklara gelirsek burada da başka türlü bir mucize (!) var. O da Sivri’nin evrim geçirip neredeyse ejderha kıvamına gelmesi…
Coğrafyamızın özellikle sahile yakın olmak üzere hemen tüm yerleşimlerinde birkaç yazdır en büyük sorumumuz, ısırdığı yerde ömürlük yara izi bırakan bu kan emiciler…
Kimi yerel yönetimler kuluçka zamanını kestiremediği, kimisi etkisiz, kimisi de ilaç kokulu suyla filan savaşa girdiği için sivrisinekler semirdikçe semiriyor. Oysaki yeni nesil ilaçlardan kurtuluşu yok bu zararlının...
İşte sorunun sadece yaz aylarını kapsamayacağı haberini de almışken, şimdiden haşere savar kolektifi oluşturmaya davranmanın zamanı değil midir?