Günümüzde ihtişamlı bir otele dönüştürülmüş olan, bir zamanlar “aydın üniversitesi” olarak bilinen, aralarında Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Aziz Nesin gibi meşhur yazar ve şairlerin de bulunduğu birçok münevveri “mezun eden” eski Sultanahmet Cezaevi’nin civarı, ta 1977 yılından beri arkeolojik kazı alanıdır. Bizans döneminde “Büyük Saray” adı verilen “Palatium Magnum”un kalıntılarının bir bölümü buradadır çünkü.
Sultan Abdülmecit döneminde, modernleşme hamlesinin önemli bir adımı olacak, İstanbul’da herkesin görebileceği bir noktada bir Darülfünun, yani üniversite binası yapma kararı alındı. Yer olarak Bab-ı Hümayun civarında bu bölge seçildi. Mimar olarak o sırada İstanbul’da bulunan İtalyan Gaspare Fossati ile anlaşmaya varıldı. Memleketin ilk üniversitesinin temelleri 1 Eylül 1846’da atıldı. Daha sonra Kırım Harbi patlak verdi, binanın biten kısmı savaşta yaralanmış askerler için hastane olarak kullanıldı. Nihayet binanın inşası bitti, 13 Ocak 1863’te üniversitede ilk ders verildi. Ders Fizikti ve Kimyager Derviş Paşa halka açık bir şekilde elektrik konusunu anlatarak hazirunu hayretler içinde bıraktı. Ama üniversite işi rast gitmedi, bina önce Maliye Nezareti’nin, ardından da Adliye Evkaf Nezareti’nin emrine verildi. 1876’da memleket ilk anayasasına kavuşunca Mebusan ve Ayan Meclisleri bu binada açıldı. Sultan Abdülhamit bir süre sonra Meclislerin kapılarını şiddetle kapatınca uzun bir süre boş kalan bina; İttihatçılar 1908’de Abdülhamit’e meşrutiyeti tekrar ilan ettirince Meclis-i Mebusan’a tahsis edildi. Daha sonra Ankara’da Cumhuriyet kuruldu, Meclis bu şehre taşındı, bu çok önemli bina da İstanbul Adliye Sarayı oldu. 3-4 Aralık 1933 günü binada büyük bir yangın çıktı. Kısa süre zarfında kocaman yapı içindeki her şeyle birlikte yandı bitti kül oldu. Yıllardan beri takip edilen binlerce davanın bütün evrakı, zabıtları yok oldu. Kalıntıları da daha sonra ortadan kaldırıldı binanın, böylece ilk üniversite binamız da tarihe karışmış oldu.
*
2009 yılında; binanın bulunduğu yerde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları sırasında, büyük yangından artakalan birtakım şeylere rastlandı. Adliyeye ait mürekkep şişeleri, porselen fincan ve tabaklar, çeşit çeşit mühür ve kısmen yanmış evrak çıktı toprağın altından. Eski Türkçe olan bu evrakın önemli bir kısmı dava dosyaları, makbuzlar ve mahkeme tutanaklarıydı. Bulunan evrakın arasında birkaç sayfa da Latin harfleriyle yazılmış belge vardı. Yanmış büyükçe bir tomar kâğıdın arasından Nazım Hikmet’in 1933’te Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi’nin yeni harflerle bastığı “Gece Gelen Telgraf” kitabının kısmen yanmış hali de çıktı. Kitabın yangında sapasağlam çıkmış şiirlerinden birisinin başlığı “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübe-i Kalemiye”ydi ki o şiir şöyle:
“Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
*
Benim babam
dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatımuhteremin pederi
ikinci Sultan Hamidin
meşhur hırsız seraskeri.
*
Benim babam,
dolu koymuş
boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatımuhteremin pederi-
Yemen çölünde açlıktan ölenlerin
suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstüne akan kandan
yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış...
*
Ey zatımuhterem!
Şaire, “Kısa kes, diyelim, sözlerini!
”Ölmüş sizin serasker
peder.
*
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
O eller…
Babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu...
Fakat yine siz haklısınız:
O gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.
*
İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.
Size bir tokat
borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.
*
İkimiz karşı karşıyayız.
Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.
*
Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum-
-MALÛM!.
Size gelince:
sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.
Şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
İnanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:
anlarsınız ki, Edirne boyu
çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu...
*
Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
*
Ey zatımuhterem!
Ölmüş sizin serasker
peder.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık
iki meşhur adam...
*
Nazım Hikmet’in “benim babam” dediği Hikmet Nazım’dı; “zatımuhterem” dediği Ferik Süreyya Paşa; “pederi” dediği de Sultan Abdülhamit döneminde on yedi yıl Serasker (ordu komutanı) olarak görev yapmış babası Mehmet Rıza Paşa’ydı.
Nazım Hikmet’in ailesine dair yazanların hemen hemen tümü babasından çok ilk kadın ressamımız olan annesi Celile Hanım’dan bahsederler. Oysa Asım Bezirci, “Nâzım Hikmet” adlı kitabında şairin annesinden çok babasına “düşkün” olduğunu yazar. Bir şiirinde yazdığı gibi Hikmet Nazım, sadece babası değil hem “kardeşi” hem de “arkadaşı”dır. 1 Ocak 1932’de yazdığı bir şiirde babasına şunları söyler:
Baba!
her yılbaşında
sana söyleyecek
bir teksözüm var:
“Seni ne kadar çok seversem o kadar
çok olsun ömründen geçen yıllar…”
*
Baba!
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Ne zulüm, ne ölüm, ne korku
başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için
eğilir başım.
Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım…
*
Asım Bezirci’nin anlattığına göre Hikmet Bey, pek iddiası olmayan bir adamdı. Onun babası Nazım Paşa önemli devlet memuruydu. Şair daha sonra babası ile dedesinin isimlerinden mürekkep kendine “Nazım Hikmet” adını seçer. Hikmet Bey Galatasaray mektebi mezunudur. Çeşitli işlere girer çıkar. Çoğu işte başarısız olur, bir türlü dikiş tutturamaz. Yayınevi yönetir en son, bu işte de tutunamayınca en sonunda Süreyya Paşa’nın Moda’da açtığı İstanbul’un ilk operet binası olup sonradan sinemaya dönüştürülen “Süreyya Sineması”na müdür olur. İşine gidip gelirken 1932 yılının Mart ayında bir köpek ısırır. Kuduz olma korkusuyla hemen hastaneye koşar. Aşı olur. Hastaneden eve dönerken caddede, karşıdan üzerine gelmekte olan bir araba görür, yana çekileyim derken kafasını duvara çarpar. Yaralanır. Evhamlı adam, tetanoz olurum korkusuyla tekrar hastaneye koşar. İğne yaparlar. Oysa kuduz ile tetanoz aşısı arka arkaya yapılmazmış. Eve dönerken ateşi yükselir. Başı döner, gözleri kararır. Eve girer ve yatağa düşer. Haberi alan çalıştığı sinemanın sahibi Süreyya Paşa -ki aynı zamanda Maltepe’deki “Süreyya Plajı” ve başka mülklerin sahibi Karun kadar zengindir- hesap defterini koltuğunun altına alarak eve gelir. Hal hatır sormadan aceleyle o günün hasılatında deftere kaydedilmemiş beş liranın hesabını ister. Fakat Hikmet Bey konuşacak halde değildir. Süreyya Paşa ille de “hesap ver” diye adamcağızı zorlar, hastayı konuşturamayınca da öfkeyle evden çıkıp gider. Hikmet Bey can çekişir, kısa süre zarfında başı oğlu Nazım Hikmet’in dizinde can verir. Babasının ölümüne ve patronundan gördüğü muameleye şair çok üzülür. Baba acısıyla boğuşurken, o öfkeyle “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübe-i Kalemiye” şiirini yazar. Şiiri, o yılın sonunda yayınlanan, “Gece Gelen Telgraf” adını verdiği kitabına koyar. Süreyya Paşa, şiirde hem kendisine hem de babasına hakaret edildiği gerekçesiyle şairi mahkemeye verir. Dava uzun sürmez, şair hakaretten bir yıl hapis, beş yüz lira da para cezasına çarptırılır. Kısa bir süre sonra genel af çıkar, dava düşer. Ama kitap için af çıkmamıştır. Henüz tek nüshası okurun eline geçmemiş kitapların tümü toplatılıp Adliye binasının bodrumuna kapatılmıştır. Yazının girişinde sözünü ettiğim büyük adliye binası yangınında bütün kitaplar o depoda yanar. Kitabı yayınlayan Muallim Ahmet Halit Bey, 1936’da kendisiyle yapılan bir mülakatta, yangında deliller yandığı için sevincini açıkça belli ettikten sonra şunları söyler:
“Adliye yangınında değeri bin lira tutan 2 bin kitap yandı, fakat ben de yakamı kurtardım.”
*
Daha sonra iki bin nüshası adliye deposunda yanacak olan “Gece Gelen Telgraf” kitabının hem “hakaret” hem de “komünizm propagandası” yapma suçlamasıyla ilk duruşması yapıldığı günden bir gün sonra, yani 10 Mayıs 1933’te Nazi Almanya’sında dünya durdukça nefretle anılacak bir hadise vuku bulur. Naziler “Alman olmayan ruhun eserleri” diye bir kitap listesi hazırlamış; Heinrich Heine, Thomas Mann, Erich Maria Remarque, Bertolth Brecht, Sigmund Freud, Karl Marx, Friedrich Engels, Kurt Tucholsky, Erich Kastner, Lion Fuechtwanger, Stefan Zweig, Jack London, H.G. Wells, Upton Sinclair, Emile Zola, Henri Barbusse, Marcel Proust, Helen Keller, Ernest Hemingway, Karl Kautsky ve Albert Einstein gibi büyük yazar ve alimlerin kitaplarının avına çıkmışlardı. Kitapların ortak noktaları savaş karşıtı, bireysel özgürlük ve dini sorgulayan fikirleri savunan Yahudi yazarlar tarafından yazılmış olmalarıydı. Listedeki yazarların ve başkalarının kitaplarını alan üniversite öğrencileri kafileler halinde Berlin Üniversitesi’nin önündeki Bebelplatz Meydanına koştu o gece. Kitaplar üst üste yığıldı ve büyük bir törenle, coşkuyla ateşe verildiler. Kısa süre zarfında ateş Almanya’nın aklını, vicdanını ve özgür düşüncesini sarmaya başladı. Vakit geceydi, yangın daha da belirgin hal alsın diye özellikle geceyi seçmişlerdi. Ateş gittikçe büyüdü. Bir anda gecenin siyah kadifesini yaran turuncu bir dalga yükseldi meydandan. İnancın, itaatın ve coşkunun birbirine karıştığı tehlikeli yaşları süren o gençler ellerinde kitaplarla durmadan geliyorlardı. Sanki bayram yerine yürüyorlardı. Yangına atmak için getirdikleri kitaplar kâğıttan mürekkepti ama ruhları insanların kalbinde, bilincinde yaşayan varlıklardı. Şimdi o ruhu yakmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Her şey nizamiydi, tek tipti, düzenliydi; müzik, konuşmalar, üniformalar, ellerindeki meşaleler… O gece ateş bile tören kıyafetine bürünmüştü sanki. Mann, Zweig, Hemingway, London, Proust’un romanları birer birer alevlere teslim edilirken, rüzgar yanık kağıt kokusunu başka bir şekle büründürerek Berlin üzerine salıyordu.
Yangından çıkan ses, sadece yanan sayfaların çıkardığı ses değil, yanan bir medeniyetin kırılan kemiklerinin de sesiydi. Almanya çatır çatır kendini ve insanlığı yakıyordu. Her çığlık derin bir iniltiyle gelir, sonra çaresiz bir fısıltıya dönüşür. Ama o gece, o kitapların çıkardığı çığlığı hiç kimse duymadı. Çünkü coşkun kalabalığın durduğu ayinden çıkan gürültü, bütün çığlıkları bastırmıştı. Alevler gökyüzüne yükseldikçe sema aydınlandı ama Berlin bir o kadar karanlığa gömüldü. Çünkü o ateş sadece kitapları değil, o şehirde yaşayan halkın vicdanını yakıyordu. Sabaha karşı meydanda büyükçe bir kül yığını kaldı. Her yere sessizlik hakimdi; sessizliğin üzerine örten ince bir kül tabakası inatla durdu orada zira birkaç sene sonra o külün içinden yepyeni bir toplum doğacaktı.
O gece ateşe atılan kitaplardan birisi de Heinrich Heine’nin 1821’de yazdığı “Almansor” piyesiydi. Büyük yazar bu piyesinde 1499’da İspanya’da Endülüs Müslümanlarının yenilgisinden sonra olup bitenleri anlatmıştı. Müslümanlar yenilgiye uğramış, öfkeden gözleri kan çanağı muzaffer Hıristiyanlar da onlardan kalan mirasa vahşi bir sürü gibi dalmışlardı. İlk yaptıkları iş bulabildikleri bütün Kuran-ı Kerimleri ateşe atmak olmuştu. Piyesin kahramanı “Almansor” bütün bu vahşete tanık olduktan sonra, sanki yüz yıllar sonra, Nazilerin işleyecekleri benzer bir suçu önceden sezmiş gibi şunları söylemişti:
“Bu sadece bir ön oyundu; kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır.”
Berlin’de, o meydanda, suç mahallinde şimdi bir anıt var. Anıtın üzerinde de o gece ateşe atılan o kitapta yazılı bu söz bronz harflerle kazınmıştır.
*
Berlin’deki o vahşet gecesini ertesi gün Anadolu Ajansı Türkiye’ye şu haberde duyurdu:
“Alman darülfünunları kitapları yakıyorlar. Almanya’da darülfünun bulunan muhtelif şehirlerde teşekkül eden yüksek tahsil talebesi komiteleri, ahlakı bozan ve milliyetçiliğe aykırı temayüller gösteren yığınlarca kitabı dün gece açıklık yerlerde toplayıp yakmışlardır. Berlin’de kitaplar yakıldığı sırada nazırlardan M. Goebbels söylediği bir nutukta, ‘1933 inkılabı çileden çıkan hırçın Yahudi zihniyetçiliği devresini artık kapamıştır. Bununla beraber darülfünunlar bu fikir süprüntülerini ateşe verdikleri sırada hakiki Alman zihniyetine yol açmak mesuliyetini de üzerine almış oluyorlar’ demiştir.”
Bu vahşet, dünyanın birçok ülkesinde bir oyun gibi algılandı başta. Yanan kitaplara ciğeri yanmayanlardan birisi de kendisi de bir yazar olan, kitapları yakılan yazarları yakından bilen Peyami Safa olacak ki, Cumhuriyet’teki köşesinde “Kitap Yakma Müsabakası” adını verdiği bir yarışma düzenlemeye karar vererek 30 Mayıs 1933 günü okurlarına şu duyuruyu yapar:
“Yalnız Türkiye’ye mahsus olmak üzere, bir veya birkaç yahut da bütün eserlerini yakmaya razı olacağınız on Türk muharririnin isminden ve mahkum ettiğiniz eserlerinin unvanından mürekkep bir listeyi Cumhuriyet gazetesinde benim namıma gönderiniz. Gönderilecek bütün listeler neşredilecektir.”
Kitap yakmaya bir “şaka” gibi yaklaşan ve aklına gelen “şakanın” dozunu arttırmak için o güne kadar yazmış olduğu bütün kitaplarını, okurları ateşe vermekte beis görmezlerse eğer bundan hiç gocunmayacağını da belirtir.
Tepki alsın da hangi yolla olursa olsun fark etmez diye düşünüp hareket eden Peyami Safa’nın amacı belli ki bu konuda da öne çıkmaktı. Akşam’dan Va-Nu bu “münasebetsiz” girişimi ilk hazmedemeyen yazar oldu. Ertesi gün köşesinde, “Bu hâkim zihniyeti Türkiye hudutları içine niçin sokmak istemeli? Bu anket (müsabaka) yarının tatbikatının bir provası olabilir,” dedi. Peyami Safa, “işin eğlencesinde” olduğunu yazdı ona cevaben ve “Dünyanın bütün kitap yangınlarının üstüne bir tulumbacı gibi yürümeyi bir şeref telakki ederim,” dedi.
Ama okurlar “şakayı” pek ciddiye aldılar. Gazete 1933 yılının Eylül’üne kadar sürecek “müsabakaya” gönderilen listeleri yayınlamaya başladı. İlk liste 11 Haziran’da çıktı gazetede. Peyami Safa, bu konuda o gün şunları yazmıştı:
“Ceza günü. Mahşer. Cehennemin kapıları açıldı. Bugün, okuyucular tarafından nar-i cahimde (cehennem ateşinde) yanmağa mahkum edilen eserler, birer ikişer Sırat köprüsünden geçtikten sonra ateşe atılacaklar.”
*
Yayınlanan ilk liste iki Mühendis Mektebi talebesinden gelmişti. Listenin başında Peyami Safa’nın “Sözde Kızlar”, “Canan”, “Süngülerin Gölgesinde” romanları vardı. Arkasından Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu”, “Dudaktan Kalbe”, “Acımak” romanlarından başka bütün eserleri, Falih Rıfkı’nın bütün seyahatnameleri, Refik Halit’in bütün siyasi eserleri geliyordu. Başka bir okur, “divan edebiyatının mey (içki), mahbup (sevgili) ve müdahene (dalkavukluk) ihtiva eden” bütün parçalarını ateşe atmayı talep ediyordu. Listeye uzamaya başlamıştı. Birisi “Edebiyat-ı Ceddide romancılarını öz Türkçeye tercüme edilip sadeleştirilemediği taktirde külliyatını” ve Mehmet Akif’in “Safahat”nın bazı parçalarını ateşe atmayı öneriyordu. Kadıköy’den bir okur “Nazım Hikmet mukallitlerinin alayını yakmayı” önerirken bir başkası “heveskar şairlerin yeni yayınladıkları bütün kitapları yakalım” diyordu. Cağaloğlu’ndan bir okur ise tek kibritle Suat Derviş’in, Nizamettin Nazif’in, Vala Nurettin’in bütün eserlerini ve “Yusuf Ziya’nın bütün eserlerini ve hasseten Refik Halid’den kendine mal ettiklerini” yakarken; Amerikan Kolejinden bir hanım okur da “Burhan Cahid’in parföm kokan romanları”nı ve “Eşref Şefik’in spor tenkitleri”ni kendi eliyle ateşe atmayı öneriyordu. Okurların listelerine Aka Gündüz’ün “Bu Toprağın Kızları” girdiği gibi “Gulyabani”, “Acımak”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Mai ve Siyah”, “Aşk-ı Memnu” gibi bugün de ilgiyle okunan Türk edebiyatının önemli romanları da girmişti. Bir tütün inhisar memuru Nazım Hikmet’in “vatani olmayan bütün şiirlerini” yakmayı önerirken, başka birisi Nurullah Ataç’ın bütün “tenkitlerini” yakalım diyordu. En matrağı, Çamlıca’dan Jale Hanım’ın ilk 10’unda aynı eseri 10 kez tekrarlamasıydı; “Payemi Safa: Bütün Eserleri.” (Derya Bengi-Erdir Zat, “100.Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası-1”, YKY)
*
Gelen birçok “yaratıcı” öneriyle birlikte Peyami Safa’nın “Kitap Yakma Müsabakası” da birkaç ay içinde birçok “müsabaka” gibi yavaş yavaş tavsamaya başladı, derken o senenin Aralık ayının başında (ki bütün yılı, bütün dünyada ve bizde herkes kitap yakma vahşeti üzerine konuşarak geçirmişti) Sultanahmet’teki Adliye Sarayı yangını çıktı. Binada sadece mahkeme evrakı değil, o sene toplatılıp adliyenin deposuna yığılan Nazım Hikmet’in “Gece Gelen Telgraf” kitabı da yanmıştı.
Aradan 76 sene geçti, 2009 yılında Adliye Sarayı’nın bulunduğu mıntıkada kazı yapan arkeologlar, “Gece Gelen Telgraf” kitabının yanmamış sayfalarından birinde “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübe-i Kalemiye” şiirini buldular.
Şiir, külün altında kalan kor gibi pırıl pırıl parlıyordu.