Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Bluesky o eski sosyal medya günlerini geri getirecek mi? (Hayır.)

        Merak eden varsa söyleyeyim, evet, Bluesky’dayım. Geçen sene şubat ayında davetiyeyle kullanıma açıldıktan kısa süre sonra kaydoldum ve tek bir takipçiyle istikrarlı bir şekilde bugünlere geldim. 5 Kasım’daki Amerikan seçimlerine kadar telefonumda uygulaması bile yoktu, şifremi dahi hatırlamıyordum. Ama birkaç hafta önce ben de Elon Musk’tan kaçan milyonlarca insan gibi pasif halde duran hesabıma geri döndüm, birilerini takip etmeye başladım ve uygulamayı nasıl kullanacağımı öğrendim.

        Gerçi bu sonuncusu için çok fazla çaba harcamak gerekmiyor. Bluesky bir proje olarak Twitter’ın içinde bir alt proje olarak başlatılmıştı, UI/UX açısından da fazlasıyla üzerinde kuluçkaya yatan kuşu andırıyor. 2009 Twitter’ı gibi: Paylaşımlar önüme sırayla geliyor; sadece kendi takip ettiğim insanların paylaşımlarını görüyorum; tıkladığım link’ler uygulamanın içinde değil, ayrı bir uygulamada ya da tarayıcıda açılıyor. Teknik altyapı farklıkları var tabii; insanların kendi server’larını kullanarak kayıt olabilmeleri, hatta denetim kurallarını kendilerini belirleyebilmeleri gibi gelişmiş özellikler mesea. Ama pek çok kişi gibi beni ilgilendiren tarafı bu değil.

        Bluesky’ı kullanmaya başladığım birkaç günden beri gazete içeriklerinden daha fazla haberdarım. Para verip abone olduğum New York Times ve Washington Post gibi gazetelerin hesaplarını takip ediyorum ve önüme düşen link’leri tıklayıp gözümden kaçan haberleri okuyorum. İmzalarına aşina olduğum birkaç yazarın da kendi aralarındaki konuşmalarına ve bir-iki konu hakkındaki yorumlarına bakıyorum. Mesela, Vanity Fair’de çıkan berbat bir yazıyı bu sayede öğrendim.

        Ama Bluesky hiçbir zaman geri gelmeyecek bir nostaljiyi vaat ediyorsa hevesimiz kursağımızda kalacaktır. Nerede o eski İstanbul…

        Bana sosyal medya platformunu söyle sana kim olduğunu…

        Günümüzde sosyal medya ortamı bir 15 sene öncesine kıyasla çok daha bölünmüş durumda. Aynı anda birçok yere yetişmek mümkün değil, buna gerek de yok zaten. Eski adıyla Twitter, şimdiki adıyla X, Instagram, Threads, Facebook ve Bluesky birbiriyle yarışmıyor artık. Birbirlerine alternatif oluşturuyorlar ve tıpkı bir zamanlar okunan gazeteye göre dünya görüşünün belli olması gibi bir işlevleri var.

        Elon Musk’ın X’i ‘incel,’ kadın düşmanı, aşırı sağcı, komplo teorisyeni, cahil ve başka bin türlü iğrençliğin egemen olduğu bir lağım çukuru. Threads’de ne oluyor tam anlamıyorum, her açtığımda algoritma bana bir şey ima edercesine tanımadığım insanların patlıcan emojileri içeren cümlelerini getiriyor. Birkaç arkadaşıma sordum, aynısı onlara da oluyormuş.

        Facebook’u hala kullanıyorum çünkü hala bir şekilde arkadaş çevremde kim kiminle evlendi, kimin çocuğu oldu gibi gündelik gelişmelerden beni haberdar etmesini bekliyorum. Ama ne insanlar artık özel bilgilerini burada paylaşıyor ne de algoritma bunları öne çıkarıyor. Facebook’un hayatıma tek katkısı doğum günlerini bilmek ama çoğu zaman doğum günü olan eklenmiş arkadaşlarımın kim olduğunu hatırlamakta zorlanıyorum. Ne zaman ekledik birbirimizi, nereden tanışıyoruz…

        Bluesky şu anda Amerika için liberal bir balon gibi; herkesin kendi aralarında konuştuğu ve birbirlerine onay verdiği bir Cihangir Cumhuriyeti, bir Radikal gazetesi. Bir anlamda baskı rejiminden kaçan liberal entelektüellerle dolu. ABD için Trump’ın, Türkiye için Erdoğan’ı olmadığı bir hayal dünyası. Ama tabii ki bu dünyaya seyahat vizesiz olduğundan çoktan “onlar” da gelmeye başladı. Türkiye’de iktidarı destekleyen bot hesaplar hızla Bluesky’da yayılıyor örneğin. Uygulamanın vaadi istemediğimiz hiç kimseyi önümüze getirmemesi, o yüzden şimdilik Elon Musk’ın dayatmalarının aksine burası için güvenli alan denebilir.

        Sosyal medyayı, Instagram dahil, çok uzun zamandır sadece yazılarımı paylaşmak için kullanıyorum. Çünkü okurların büyük bir bölümü tembelliğe alıştı, birkaç tıkla ulaşmak yerine önlerine düşsün istiyorlar. Gerçi algoritma hiçbir platformda insanın tam olarak istediğini önüne düşürmüyor.

        Yüzbinlerce takipçisi olan bir dövme sanatçısı önceki gün paylaşımlarının sadece bin 500 kişi tarafından görüntülendiğinden şikayetçiydi. Demek ki benim mütevazı sayıdaki takipçilerim için yaptığım paylaşımlar boşa gidiyor. Bu konuyu daha detaylı konuşuruz; profesyonel olarak benim ayağına gittiğim değil, “mağazaya gelen müşteri”yi önemsiyorum, onlara daha fazla kıymet veriyorum. Amerikan basınında da bu okur kitlesinin değeri artıyor, trafik yarışındansa trend buraya doğru ilerliyor.

        Teoman’ın şarkısındaki bar filozofunun dediği gibi “çok kadın hiç kadındır oğlum.” Benzer şekilde çok platform da hiç platform demek olacak.

        Binlerce arkadaş biraz fazla değil mi?

        Daha önce bahsetmiştim, bir süredir sabah uyanır uyanmaz ve geceleri sosyal medyadaki ‘reels’ çukuruna düştüm. Uyku kalitemi aksattığı gibi yapmam gereken gündelik işlere ve kendi entelektüel uğraşlarıma bile vakit kalmıyor bazen. Kolay bağımlı—yemeklere, insanlara, eğlenceye vs.—olan bir yapım var; içki, kumar vs.’ye yok ama belli ki dijital dünyaya da var. Mesela iki hafta boyunca PS5’in başından kalkmadığım oluyor. Sonra bunlardan “cold turkey” yöntemiyle kurtuluyorum, yani bir anda kesip atarak.

        Telefonumu başka bir odaya koyup uyumaya başladığımdan beri kitap okuma hızım muazzam arttı. Dinozor gibi konuşmak istemiyorum ama kendi hayatımdaki değişiklikleri görünce “etkileşimin” ne kadar tehlikeli bir tuzak olduğunu daha iyi anlıyorum.

        Facebook’la birlikte sosyal medya hayatımızın vazgeçilmez bir unsuru olduğunda bunun olumlu bir yenilik olduğunu düşünüyordum oysa. Özellikle benim gibi “antisosyal dışadönük” bir kişilik için hiç kimseyle iletişim kurmadan onlarla hala haberleşiyormuş gibi görünmek mükemmel bir çözümdü. Doğum, evlilik, ayrılık, promosyon, cenaze, doğum günü haberleri için. Ama yine de aşağı yukarı kendi sosyal çevremde, birebir tanıdığım insanlardı Facebook arkadaşlarım. Meslek gereği ortalama bir insandan daha fazla kişiyle muhatap olduğum için de “arkadaş” tanımının son derece genişletilmiş tanımına uyan bin 200 yüz kişi orada hala duruyor. Dediğim gibi, bazılarını hatırlamıyorum bile.

        Twitter hayatımıza girdiğinde Facebook’tan farklı olarak kendi sosyal çevremizin dışına çıkabileceğimizi, ağımızı daha da genişletebileceğimizi vaat ediyordu. Ünlüler zaten bir kulüp gibidir, birbirlerini şahsen tanımasalar da tanır gibi davranırlar. O yüzden Twitter’da adı bilinen insanların birbiriyle yazışmaları, atışmaları, flörtleşmeleri, bir süre sonra da ayrışmaları neredeyse doğal seyrinde ilerledi. Buraların sahibi onlardı.

        Ünlülerin kendi kendilerine ağ kurması değildi ama Twitter’ı cazip kılan. Sıradan insanların da oturdukları yerden hayal bile edemeyecekleri kişilere ulaşabilmeleri, onlara laf yetiştirebilmeleri, hatta kendilerini onların dengi görebilmeleriydi Twitter’ı çekici kılan.

        Oysa sıradan insanlarla kamusal alanda adları bilinen figürler arasındaki ilişki doğası gereği asimetrik olmak zorundadır. Üzgünüm, hiçbirimiz eşit değiliz ve ayrı dünyaların insanlarıyız. Ama Twitter bizlere bir anda Melih Gökçek’e laf sokabilip yanıt alabileceğimizi, Gülben Ergen’le kanka olabileceğimizi, hatta Barack Obama’ya tek tıkla ulaşabileceğimiz yanılgısını aşıladı. (Bugün hala bir zamanlar Twitter kodundaki bir hatadan dolayı Obama tarafından takip edilen binlerce alakasız insan var.)

        Süreç şöhretler için acı bir deneyim oldu. Yaşadıklarını zannettikleri fildişi kuleden bir anda indirildiklerini, sokakla eşitlendiklerini fark ettiler. Bunun sonucu olarak da yıldızlara atfettiğimiz büyü bozuldu. Bizden bir farkları yokmuş diye onları küçümsedik mesela. Çoktandır “film yıldızı” fenomeninin bittiği konuşuluyor, hiç mi ilgisi yok?

        Hayır, ünlüler arkadaşınız değildir.

        Takip ettiği ünlülerle arkadaş olduğunu düşünenler de yıkımdan nasibini aldı; kurulan ilişkinin gerçek olmadığını, ünlerin arkadaşları olmadığını anladılar. Bu konuda kesin konuşabilirim, çünkü benim de başıma geldi. Ve, kendisi farkında olmasa da, bunu anlamama vesilen olan kişi sektörden tanıdığım ama sosyal medya üzerinden arkadaş olduğum Rahşan Gülşan’dı.

        Bir gün ultra-lüks Volvo’suyla beni evden almaya geldi, birlikte bir davete gidecektik. Arabasında o aralar DM’den sık sık yazıştığım ve bayağı bayağı yakın arkadaşım zannettiğim bir rock yıldızının albümü çalıyordu—hayır Teoman değil.

        “Ne alaka,” dedim Rahşan’a.

        “Çok seviyorum,” dedi. “Zaten sık sık yazışıyoruz Twitter’da.”

        O an kafamda dank etti. Kendimi aldatılmış gibi hissetmedim ama ne döndüğünü hemen anladım: Rock yıldızı bizi kullanıyordu, hepimizi aynı anda idare ediyordu. Kesinlikle benim yakın arkadaşım değildi, onun da arkadaşı değildi. O zamanlar ikimizin de köşesi vardı ve 15 sene önce köşe sahibi olmak epey bir iktidar demekti. Ama rock yıldızı köşe sahibi iki gazetecinin bile şöhretler karşısında böyle zaafları olabileceğini görmüş—belli ki biz de fazla belli etmişiz—o da bu durumdan faydalanmıştı.

        Gerçek aşk sosyal medyada bulunmaz.

        Bir yaz Twitter’da aşık oldum. O sene modaydı galiba, etrafımda arkadaşlarım da teker teker platform üzerinden sevgili yaptı. Ben Bodrum’da The Marmara’daydım ve ünlülerin sık sık yaptığı ama asla itiraf etmediği üzere kendi adımı arattırdığımda karşıma benden bahseden biri çıktı. (Evet bir kişi.) Beni takip etmiyordu, @’lemişti bile. Üstelik “Oray Eğin kaşarına uyuz oluyorum,” diye laf çakmıştı.

        Profil fotoğrafını büyüttüğümde kendiminkinden sonraki en güzel yeşil gözleri onda gördüm. Fotoğrafa bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Sadece gözleri değil, o güne kadar gördüğüm en güzel insandı adeta. Bugüne kadar çekilmiş en olağanüstü fotoğraftı. Hemen o an orada birlikte çıkacağımız seyahatleri, yaşayacağımız evi, çocuklarımızı, yaşlılığımızı hayal ettim. Ve harekete geçip “Neden­?” diye açıktan bir sordum.

        Yiğit Karaahmet’in yayımlanmamış bir roman taslağında “Mein sexy Kürdo” olarak alay malzemesi yaptığı hayatımın bu bölümü o an için gerçek bir aşk gibi ilerliyordu. O Güneydoğu’da bir dağın başında petrol çıkartan bir mühendisti, bense yazları Bodrum’da lüks otelde tatil yapan bohem yazar. İki ayrı gezegendeydik adeta ve sosyal medya olmasaydı asla tanışamazdık. Sosyal medyanın büyüsü buydu işte, bu gezegende birbirine ait iki insanı buluşturan bir mucizeydi. “Sleepless in Seattle.” “You’ve Got Mail.” Kendimi bir Nora Ephron filminde bulduğumu düşünüyordum. Silikon Vadisi’ne minnettardım.

        Sabahtan akşama kadar yazışmaya başladık. Her sabah şantiyeye gitmeden önce ya da gece vardiyasından dönerken beni düzenli olarak aramaya başladı. Bir aşk nasıl ilerlemesi gerekiyorsa bizimki de öyle ilerliyordu.

        Dijitalden analoğa da taşındı ilişkimiz. İlk buluştuğumuzda: Profil fotoğrafı ona aitti, gerçi bir parça yanıltıcıydı. Nasıl belli ettiysem “Hayal kırıklığına uğradın galiba,” dedi. Ama orada yollarımızı ayırmadık, hatta epey bir süre görüştük. Başladığı andan itibaren biteceği belliydi, ama uzattıkça uzattık ve sonra kendiliğinden ömrünü tamamladı. Tam çözülme sürecinde kafamı duvarlara vurmaya hazırlanırken bir arkadaşım “O bir dağın başında, sen şu anda New York’ta hayatını yaşıyorsun,” dedi ve aşk acısından eser kalmadı.

        Süreç yaşandığı anda belki gerçek gibi görünüyordu, ama değildi. Ondan önce ve sonra da birilerine aşık oldum; gerçekten aşık olanların bildiği gibi hiçbir zaman bitmiyor, hep insanın içinde bir kırıntısı kalıyor. Ve onların adlarından bahsedildiğinde içimde hala çok ufak da olsa içim cız ediyor. Ama “Mein sexy Kürdo” bende hemen hemen hiçbir his uyandırmıyor. Çünkü diğerleriyle organik bir şekilde tanıştım, gerçek dünyada, onunla artık kullanılmayan o tabirle “sanal alemde.”

        Epey bir süre sonra nasıl başladığımızı, nereye vardığımızı konuştuğumuzda bana kendi açısından neden bu ilişkiye başladığını anlattı. Birincisi, Twitter’da yazışırken lafı “uzattığımı” fark etmiş, yani “yürüyordum.” İkincisi de: “Ünlüydün çünkü.” İnsanın şahsi hikayesinde bir ünlüyle aşk yaşamış olmak, en azından ileride bir rakı sofrasında anekdot olarak anlatmak için bile, fena olmayan bir tecrübe. Ötesinde başka derin anlam aramamak gerekiyor. Böyle beklenmedik hayat dersleriyle büyümeyi öğreniyoruz.

        Artık altı kişilik bir masa kurmak o kadar zor ki.

        Facebook’taki bin 200 arkadaşıma karşı gerçek hayatta dört-beş arkadaşım var. Hiçbirinin adını bilmiyorsunuz. Hiçbiri ünlü değil, hatta hiçbirimiz aynı şehirde bile yaşamıyoruz. Gelişmiş teknoloji sayesinde sık sık haberleşiyoruz, finansal olarak da pek çoklarından daha ayrıcalıklı olduğumuz için sık sık bir araya gelebiliyoruz. Ama her birimiz farklı yerlere dağıldığımız ve hayatlarımızın akışı birbiriyle simultane ilerlemediği için son yıllarda altı kişilik sofra kurmakta bile zorlanıyoruz.

        Bu son derece küçük arkadaş çevresi tam olması gerektiği kadar aslında. Bir kere arkadaşlığımız yıllara dayanıyor, birbirimizle her konuda konuşabiliyoruz. Kime oy vereceğimiz, hangi kitapları okuyacağımız, nerede yemek yiyeceğimiz, hangi filmleri dinleyeceğimiz gibi konularda birbirimizin üzerimizdeki etkimiz çok büyük. Birbirimizi eleştiriyoruz, birbirimizden öğreniyoruz, birbirimizi geliştiriyoruz.

        En kudretli eleştirmen böylesi etkinliğe rüyasında bile sahip olamaz. Ama en kudretli eleştirmen insanın arkadaşı değil sonuçta. İnsanın arkadaşları kurduğu en kuvvetli bağ.

        1993 yılında insan ilişkileri üzerine çok bilinen araştırmasını yayımlayan İngiliz psikolog Robin Dunbar’a göre bir kişinin hayatta “anlamlı” ilişki kurabileceği insan sayısı 100 ile 250 arasında. Çoğu kişi için 150 optimum rakam.

        Dunbar için “anlamlı ilişki”nin tanımı “havalimanı yolcu salonunda karşılaşıp kendini garip hissetmeden selamlaşabileceğin insanlar.” Buna karşılık insanın kendi hayatında beş ile 15 arasında çok yakın arkadaşı olabilir sadece: hemen her gün haberleştiği, sözünü dinlediği, güvendiği… İşte tam tarif ettiğim, benim de, sizin de etrafınızda olan yakın arkadaşlar.

        The Atlantic dergisinde Ian Bogost’a göre insanlar zaten bu kadar çok kişiyle konuşmamalılar, sosyal medya şirketlerinin “etkileşim” olarak dayattığı beğeni, paylaşım, takipçi sayısı doğamıza aykırı. Ama şirketlerin devamlılığı, büyümesi, karlılığı bizim “arkadaş çevremizin” ya da ağımızın genişlemesine bağlı.

        Facebook arkadaşlarımız ya da LinkedIn’de bağ kurduklarınız—sizin, benim LinkedIn’im yok çünkü işim var—tamamen çöpe atılası ilişkiler olarak da görülmemeli. Stanford’dan sosyolog Mark Ganovetter’a göre insanın “kuvvetli katmanda” beş tane arkadaşı olur. Bunlar zamanla inşa edilmiş, hayli etkin ilişkilerdir. Buna ek olarak bir de “zayıf katmanda” ilişki kurduğumuz insanlar vardır; kendi çevremizin dışındaki bu ağ bize—tıpkı sosyal medyanın bir zamanlar sağladığı gibi—normal şartlarda erişimimiz olmayan dünyalardan haber getirebilir. Gazetecilerin gittikleri yeni bir ülkede taksi şoförleriyle konuşmaları, ya da evdeki temizlikçiden ülkenin diğer yarısının nasıl yaşadığını öğrenmek gibi. “Zayıf katman” sayesinde yeni fikirler, bakış açıları, hatta iş olanakları bile elde edebiliriz.

        Mesela ben kendi adıma aklıma takılan ve yanıtını bulamadığım bir soruyu Twitter’ın heybetli günlerinde sorup hiç tanımadığım birilerinden anında tatmin edici bir yanıt almayı özlüyorum: “Türkiye’de nereden kızartma için yer fıstığı yağı (peanut oil) temin edebilirim?” Belki defalarca “fıstık ezmesi (peanut butter) değil” diye açıklamak zorunda kaldım ama hiçbir AI benzer bir konuyu deneyimlemiş bir insanın doğrudan tavsiyesinin yerini tutamaz. Bu yüzden nitelikli zayıf ağların da kıymeti büyük.

        Ne yazık ki—özellikle X’te—manalı bir iletişim kurma imkanı artık kalmadı. Makul ve mantıklı olan herkes atlarına binip gitti, susmayı tercih etti, Bluesky’a göç etti, meydanı en ekstrem uçtaki sapkınlara bıraktı. En basit bir konunun bile nasıl çarpıtıldığının, bağlamından koparıldığının, çok alakasız bir yere çekildiğinin binlerce örneği var.

        “Godwin kanunu” çevrimiçinde yaşanan tartışmalarda konunun bir zaman süre sonra mutlaka Hitler’e geldiğine dikkat çekerdi; şimdi X’te yeteri kadar ağız dalaşına tahammülünüz varsa konu mutlaka ama mutlaka pedofiliye geliyor. İnsan akıl sağlığı için buralardan, buradaki insanlardan uzak durmalı.

        Bluesky’da olmanın ne faydası var peki?

        Az önce arama motorundan Türkiye’de yer fıstığı yağı aradım ve eve teslimat yapan bir sürü firma çıktı. 2010 yılında evde mükemmel patates kızartmasının formülünü çözmek için aradığımda Google sonuç vermemişti. En iyisi hangi firma, en çabuk hangisi mi teslim ediyor? Ne yazık ki bu soruların yanıtını kolayca alabileceğim bir zayıf arkadaş ağım yok elimin altında. Ama deneme-yanılma yoluyla, sipariş verip bizzat kullanarak yanıtını kendi kendime kolayca kısa sürede bulabilirim.

        Bugün benzer bir soruyu X’te sorsam belki bir-iki tane hakaret yerim. Instagram’da ilgi çekici bir paylaşım olmadığı için beni özellikle takip edenlerin bile önüne düşmez büyük ihtimalle. Facebook’taki arkadaşlarımsa, malum, doktor kızartmayı yasakladı onlara.

        Bluesky’da hiç kimsenin yanıt vereceğini zannetmiyorum, kimsenin buraya böyle muhabbetler için girdiğini de. Sevdiğim insanların yazılarını okumak, belki görüşlerini daha yakından takip etmek için önümde derli toplu bir sayfa olması güzel. Ama sevdiğim yazarları nerede bulacağımı çok iyi biliyorum ve doğrudan yazdıkları mecralara girmeye üşenmiyorum. Gazetecilerin, ünlülerin, siyasetçilerin aynı anda bir konu üzerine canlı canlı görüş beyan edeceklerini de zannetmiyorum. Hepimiz artık sosyal medyada 15 senenin tecrübesiyle, yaşanmışlıklardan ders almışlığımızla varız sonuçta. “Oray Eğin kaşarı” ifadesi tam da şimdi doğru. Zaten DM özelliği bile yok Bluesky’da.

        Eski arkadaşım Teoman’ın bar filozofu (şarkıdaki ses Rıza Erekli) “Çok kadındır hiç kadındır oğlum,” dedikten sonra “Yalnızlıktır sonu,” diye eklemişti.