Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Kadir Kaymakçı Oyunculuk kutsal bir iş mi? Anthony Hopkins'e göre değil!

        Dilan Çiçek Deniz’in “Oyunculuk o kadar kutsal bir meslek değil. Doktorluk, öğretmenlik gibi kutsal mesleklerimiz var" sözleri oyuncular arasında büyük tepki çekmiş. (Keşke bu duyarlılığı ellerine tutuşturulan akla ziyan senaryolardaki, tek boyutlu karakterler için de gösterseler ama neyse o başka konu!)

        Ekin Türkmen, “Oyunculuk kutsal bir meslek. Yazık! Bıktım sizlerden kapladığınız alanlardan! Saygısız hiyerarşi bilmeyen cahiller” diye gürlemiş. (Hiyerarşiyle oyunculuğun kutsallığı ne alaka?)

        Burak Sergen, "Ben doktor ve öğretmen oynayabilirim ama onlar benim yaptığım şeyi yapamazlar. Dünyanın en kutsal mesleği" diyerek katılmış tartışmaya. (Bu ülkenin en büyük oyuncularından Cüneyt Arkın’ın doktor olduğunu biliyoruz ama Burak Sergen’i açık kalp ameliyatı yaparken gören var mı bilmiyorum!)

        Melis Sezen, “Oyunculuk kesinlikle kutsal” kutsal sözleriyle şüpheye yer olmadığını vurgulamış. (Bu kesinliğin kaynağı kim, hangi makam 'oyunculuk kutsaldır, nokta’ diye bir yasa çıkardı acaba?)

        Hafta sonu bu nitelikli tartışmaya kafa yoran sanatçılarımızın görüşlerini takip ederken New York Times’ta yaşayan en büyük oyunculardan Antnohy Hopkins’in röportajı vardı. 87 yaşındaki Hopkins 4 Kasım’da çıkacak olan biyografi kitabı ‘We Did OK, Kid’ için David Marchese’nin sorularını cevaplamış.

        Galler’deki zorlu okul yıllarından, alkolle mücadelesine, kızıyla aralarındaki acı dolu kopuştan Hollywood’daki yükselişine her şeyi anlatmış usta oyuncu.

        Nefis bir röportaj olmuş. Ancak benim dikkatimi ‘kutsal’ oyunculukla ilgili söyledikleri çekti doğrusu. Oscar, BAFTA, Emmy, Altın Küre, Oliver ödüllü Hopkins, Peter O’Toole’un yönlendirmesiyle seçmelere katıldığı ilk filmi ‘Kış Aslanı’nda Katharine Hepburn’la kamera karşısına geçtiği anı şöyle anlatıyor: “Ara sıra o filmi tekrar izliyorum ve her seferinde ‘Nasıl oldu? Neden ben seçildim?’ diye kendime soruyorum. Hala bilmiyorum. Hepsi ‘Hayat’ denilen o harika oyunun bir parçası işte… Aslında hiçbir şey o kadar da büyütülecek bir şey değil…”

        “BEN O YALNIZ ÇOCUKTAN KAÇMAYA ÇALIŞIYORUM...”

        Kitapta “Hayat bir oyun ve hiçbir şeyi çok da büyütmemek gerek” fikrini sıkça tekrarlayan Hopkins, “Hayat elbette korkunç zorlukla dolu ve bunların farkına varmak gerek. Ama nihayetinde, 88 yaşına yaklaşırken sabahları uyanıyorum ve ‘Hâlâ nasıl buradayım?’ diye düşünüyorum. Bilmiyorum. Ama beni burada tutan her neyse, çok teşekkür ederim! Minnettarım!” deyip şöyle devam ediyor: “Çocukken çok özel bir yeteneğim vardı; Shakespeare şiirlerini ezberlerdim. Şimdi o metinlere baktığımda çocukluğumun anıları capcanlı geri dönüyor ve içimde tarifsiz bir duygu uyanıyor. Hüzünden değil o yılları yaşamış olmanın hayretinden; geriye baktığımda çocuk olmanın görkemini hatırlıyorum...”

        David Marchese’nin “Birçok oyuncuyla konuştuğumda, oyunculuğun içlerindeki bir boşluğu doldurduğunu söylüyorlar. Sizce oyunculuk sizde de böyle bir ihtiyacı mı karşılıyor?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “İhtiyaç kelimesi kulağa biraz hüzünlü geliyor. Ben sadece keyif alıyorum. Bir senaryoyu öğrenmenin bilimsel eğlencesini seviyorum ve bu konuda çok iyiyim. Çalıştığım metinle ilgili her şeyi öğrenirim, çünkü bu süreç beni dönüştürür. Ve sanırım derin bir psikolojik düzeyde, geçmişteki halimden, o yalnız çocuktan kaçmaya çalışıyorum...”

        Laurence Olivier, Katharine Hepburn gibi oyunculardan çok etkilendiğini belirten Anthony Hopkins, birkaç yıl önce bir filmde birlikte rol aldığı Kanadalı genç oyuncuyla anısını anlatıyor: “James Dean’e benziyordu, sanırım kendini de James Dean sanıyordu. Bir sahne çekiyorduk, ‘Ne dediğini duymuyorum, neden mırıldanıyorsun? Böyle yaparsan, seyirci yan taraftaki bara gider,” dedim: ‘Sen hikâyeyi anlatmak zorundasın. Sesini yükselt, net ol. Ortalıkta Marlon Brando gibi dolaşmak olmak kariyerinde bir işe yaramaz.’ O günden beri bir daha adını duymadım.”

        “OYUNCULUK EĞLENCEDİR, OYNADIĞIM FİLMLER ÇOK DA ÖNEMLİ DEĞİL”

        Oyunculuğun ‘kesinlikle’ kutsal bir iş olduğunu düşünenlere Anthony Hopkins’in cevabı, “Oyunculuk eğlencedir!” Hem bu kitabında hem eski röportajlarında oyunculuğun o kadar da ciddiye alınmaması gerektiği fikrini yineleyen Hopkins, rol aldığı filmlerin bir tekinin bile çok da önemli olmadığını söylüyor.

        ‘The Elephant Man’ (Fil Adam), ‘The Remains of the Day’ (Günden Kalanlar), ‘The Silence of the Lambs’ (Kuzuların Sessizliği)...Evet, hepsi güzeldi ama insanlar bana ‘The Remains of the Day’deki uşağı nasıl oynadınız?’ diye soruyor. ‘Çok sessizdim, çok hareketsizdim, yavaşça yürüyordum’ diyorum. ‘Peki, Hannibal Lecter’ı nasıl oynadınız?’ diyorlar. ‘Söylediklerinin tam tersini oynadım’ diyorum. ‘Canavar mıymış?’ (Hannibal Lecter sesiyle): ‘Günaydın. Gerçekten FBI’dan mıydın?’ Tersini oynarsın o kadar. Kolay iş…”

        Anthony Hopkins geçen yıl AP’ye verdiğin bir röportajda ise oyunculuğun kendisi için artık çok daha "kolay" olduğunu düşündüğünü söylemişti: "Yaşlandıkça hayata dair biraz daha fazla bilgi sahibi oluyorsunuz. Gençken bir iki şey bildiğinizi sanıyorsunuz ama aslında bilmiyorsunuz. Benim yaşıma geldiğinizde ise geçiminizi sağlayacak birkaç numara biliyorsunuz..."

        ‘YÜZ KÜÇÜK IRMAK ROMAN’DAKİ TUVALET BEKÇİSİ’NİN ÖYKÜSÜ

        Anthony Hopkins’in ‘iş’iyle ilgili söylediklerinin üzerine düşünürken Giorgio Manganelli’nin, çok sevdiğim, ‘Centuria-Yüz Küçük Irmak Roman’ kitabındaki 80. öykünün kahramanı olan tuvalet bekçisi geldi aklıma! Tuvalet bekçiliğine atandığı zaman önce kendini biraz onuru kırılmış hisseden tuvalet bekçisinin öyküsü…

        Yeraltındaki, nemli, ılık, her şartta aynı kalan iş yerinde güneşi görmeden saatlerce çalışan tuvalet bekçisi içinde yaşadığı toplumun en alt basamağında yer aldığını düşünürmüş. Yaptığını sadece iş olarak kabul edermiş. Ancak toplumdaki derecelemenin en altında olması ona bir saygınlık kazandırmış. Çünkü koca kentte tuvalet bekçilerinin sayısı iki elin parmakları kadarmış. “Bunlar en alt noktadır, dolayısıyla da en uç noktadır, herhangi bir şeyin en uç noktasına da herkesin ulaşması olanaksızdır..." diye düşünen tuvalet bekçisi ve yavaş yavaş kendisini bambaşka bir yerde görmeye başlamış.

        Çişini yapan adamın, kakasını etmeye giren adamın, kentin sokaklarında yürüyen adamdan tümüyle farklı olduğunu saptamış. İnsanların tuvaletinde en ’yalansız’ halleriyle bulunduklarını düşünen tuvalet bekçisine göre insan tuvalette, "Kendinin bir yaratık olduğunu besinlerin gelip geçme yeri olduğunu, ölümlü olduğunu kabul eden bir adamdır..." İşte bu düşüncelerle tuvaletin bir katakomp olduğunu düşünmeye başlamış tuvalet bekçisi. Çiş etme hareketinin bir yakarma içerdiğini, çirkinlik ve gerçeklik olduğunu, en aşağı ve en yüce olduğunu fark edip ve kendi çişliğini bir kilise, kendini de ayini yöneten papaz olarak görmeye başlamış...

        Oyunculuk bir iş, diğer tüm işler gibi... Onu kutsamak yerine iyi yapmaya çalışmak yeterli, ne eksik ne fazla...