2013, 2014 ve 2021 yıllarında peş peşe yayınlanan üç kudretli şairin üç soylu kadına yazdıkları aşk mektuplardan oluşan üç kitap, (Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e “Leylim Leylim”, Orhan Veli’den Nahit Hanım’a “Yalnız Seni Arıyorum”, Edip Cansever’den Alev Ebüzziya’ya “İki Satır, İki Satırdır”) bana göre Türk edebiyat tarihinde yazılmış en içten, en kederli, en samimi, en müdanasız, en efkârlı, en şaşırtıcı kitaplardır. Müellifleri tarafından, belki de günün birinde herkesin okuyabileceği birer kitap olarak tasarlanmadıklarından, o kitaplardaki her kelime, yazarlarının en çıplak halleriyle birlikte; uçarı, aşk yarasından yorgun, hüzün bulaşığı, kederli yüreklerinden dökülerek düşmüştür ak kâğıtların üstüne. Her aşık için, sevgiliye yollanan her mektup gönlünden tel tel kopan dayanılması zor “beklemenin” efkârını taşır üzerinde. Hiçbir şey dindiremez o sızıyı; sevgiliden gelen üç, bazen iki satır hariç… Aşk beklemektir; aşık bekler, onun için “iki satır iki satırdır”, yeter ki içinde yazı olan bir şey ondan gelsin. (Ahmed Arif diyor ki: “Sevgili Leyla, Salt senden mektup aldığımda yaşadığımı, yaşamam gerektiğini duyuyorum.” Orhan Veli diyor ki: “İstanbul’da tek zevkim senden mektup almak. Bunu da bana çok görme.” Edip Cansever diyor ki: “Sevgilim, Mektuplarını İstanbul’da değil de senin kurduğun, senin yarattığın bir kentte bekler gibi bekliyorum.”)
Bu kitaplardaki mektuplar sadece birer aşk mektubu değildir. Ahmed Arif’in mektuplarından, hakkında çok az şey bildiğimiz büyük bir şairin sürgünlüğünü, devletin ona uyguladığı zulmü, kimselere açamadığı o kırılgan iç dünyasını öğrenirken; Orhan Veli’nin mektuplarını kırık bir aşk hikayesi eşliğinde onun günlüğü olarak da okuruz. Edip Cansever’in mektuplarında ise, Kapalıçarşı’daki antikacı dükkanının asma katında, tepesindeki küçük pencereden gördüğü ve hep “karanlığa” benzettiği şey neyse, yaklaşık on beş sene boyunca, onunla birlikte o küçük pencereden o şeye bakıp dururuz.
*
Bir insanın yarası varsa, o yara için için kanıyorsa o insan şairdir. Şiir şairin kanından alır besinini; tıpkı pelikan yavrusu gibi… Yiyecek bulamadığı zaman yavrusu açlıktan ölmesin diye bağrını gagalar pelikan, kanını akıtır, yavrusuna içirir, yavru hayatta kalacaksa eğer böyle hayatta kalır…
Şiirin membaı da şairin bedenindedir; kanayan yarası onu ayakta tutar.
*
Orhan Veli de Ahmed Arif de Edip Cansever de “yaralarıyla beslenen” şairlerdi. Leyla Erbil, şairin bir sır gibi sakladığı mektuplarını yayınlamak için kendi ölümünü bekledi. Nahit Hanım da öyle, onun da elindeki mektuplar ölümünden sonra çıktı ortaya. Bir tek Alev Ebüzziya beklemedi, Allah uzun ömürler versin, hayattayken yayıncıya verdi şairden gelen mektupları. Ahmed Arif ile Edip Cansever’in mektuplarına dair daha önce birkaç şey yazdım. Bu yazıda kelam daha çok Orhan Veli’nin mektuplarından ve “Bir de sevgilim vardır, pek muteber/İsmini söyleyemem/Edebiyat tarihçisi bulsun” dediği sevgilisi Nahit Hanım’a dair olacak.
*
Orhan Veli’nin mektupları kesif bir yoksulluk kokar. Öyle bir yoksulluk ki evlere şenlik. Parasızlık çekenler veya çekmiş olanlar bilir. Tekmil bedeninde yılana benzer bir ürperme dolaşır böylesi anlarda. Daima bir üşüme hali çöker üstüne. Önünde yollar uzar, kimsesizlik hakimdir gittiği her yerde. Nereye gideceğini bilemez, ayakları her daim onu biraz daha yoksulluğa götürür. Büzülür, özlem duyar her şeye. Küçücük şeyler hayal eder, o küçücük şeyler bir süre sonra ulaşılması imkânsız yalçın zirvelere dönüşür.
*
Orhan Veli 1947 yılında, çalıştığı MEB Tercüme Bürosu’nda “esen anti demokratik havayı” daha fazla solumamak için Ankara’dan İstanbul’a taşındığında, işte böylesine parasız, böylesine yalnız, böylesine kimsesizdir. Onu hayata bağlayan sadece iki şey var; biri şiiri, öteki de Ankara’da kalan, evli bir kadına duyduğu umarsız aşkıdır.
Ankara’da öğretmenlik yapan Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar, bize şiirinin de ipuçlarını verir. (Ahmed Arif’in şiirinin künhüne, -kendi adıma söyleyeyim- Leyla Erbil’e yazdığı mektupları okuyunca vardım. Misal “Kapama gözlerini üşüyorum” dizesinin ilhamı o zamana kadar muammaydı birçoğumuz için.)
Daha ikinci mektuptan, 9 Ocak 1947 tarihli mektuptan öğreniyoruz. Meğer Nahit Hanım, onun çok severek İstanbul’a gittiğini yazmış şaire. Oysa şair “İstanbul’a gelmek zorunda kaldığı için müteessir”dir. Bütün şiirine sinmiş, “gözleri kapalı dinlediği” İstanbul’un hiçbir yerini görmek istemiyor. Şehir, Ankara’da kalan sevgili olmadan bomboştur. “Çamurlu sokaklarıyla”, “bulutlu tatsız havasıyla”, “dünyadaki şehirlerin en çirkini olarak” görünüyor gözüne. Kimsesizlik kokuyor şehir. Hiçbir şey düşünmeden, oturup çalışacak, elindeki iş bitirip koşa koşa Ankara’ya, sevgilisinin bulunduğu şehre geri gidecek. Sarıyer’de, Büyükdere Caddesi’nde bir eve yerleşir, Nahit Hanım’dan da Sirkeci’de, bir kitapçıya mektuplarını göndermesini rica eder.
Orhan Veli, İstanbul’da iki şeyi bekler; Nahit Hanım’dan gelecek mektupları ve onu Ankara’ya geri götürecek o güzel günün bir an önce gelmesini. “Bir pardösü, bir ayakkabı, bir de yol parası tedarik” etti mi “ilk fırsatta” atacak kendini Ankara’ya. Üstte yok, başta yok. Pabuçları delik, soğuk fena, paltosu olmadığı için arkadaşı Fikret Adil’in “kısacık pardösüsünü” kullanıyor. “İçkiye benzer bir şey var bu havalarda;/Kötü ediyor insanı, kötü./Hele bir de gariplik oldu mu serde,/Sevdiğin başka yerde,/Sen başka yerde..” şiiri henüz taslak halindedir, bu kıtayı bir mektupla gönderir ona. O bu sefalet içinde, derununda kopan fırtınaları, ona duyduğu özlemi, ona şiir yazdıran kederi uzun uzun anlatırken mektuplarında; Nahit Hanım çoğu zaman ona “üç dört satırlık” ruhsuz mektuplar yazar. Şair ona “hararetli şeyler yazarken”, Nahit Hanım “soğuk cevaplar” verir. Üstelik bütün mektupları “hırgür” doludur Nahit Hanım’ın. Ve çoğu zaman da şairi İstanbul’da günü gün etmekle, kadınlarla, arkadaşlarıyla çalgı çengi alemlerine dalmakla, eğlenmekle suçlar. “Çektiğim sefaleti, çektiğim sıkıntıları bilsen, beni bu tür şüphelerinle üzdüğün için cidden utanırsın. Bir çorap alamadığıma üzüldüğüm birçok günlerimi sabahtan akşama kadar aç geçirdiğim bir sırada sen tutturmuşsun, ‘Nasıl yaşadığını biliyorum’ diyorsun” diye serzenişte bulunur. Oysa Ankara’dan geldiğinden beri, açlıktan sekiz kilo vermiş şair. Derdini anlatmaya çalışır, “Hep seni düşünmek için kimsenin yüzüne bakamadığını” söyler. Nahit Hanım, ondan bıktığını yazmış olmalı ki, tarihsiz bir mektubunda, “Senden bıkabilirsem Allah beni kahretsin” diye yazar. Ve bütün mektuplarda, yaralı şairin çırpınışları sezilir, her anının hesabını verir, olur da bir gün meyhaneye gitmişse, bir iki dostuyla yemek yemişse, onların kimler olduğunu bir bir yazar ona. Nahit Hanım’dan bir türlü istediği mahiyette aşk mektuplarını alamaz. Bırakın aşk mektuplarını, çoğu zaman mektuplarına cevap bile alamaz. Bu yüzden bir mektubunda mektup beklemenin “çok kötü bir şey olduğunu” söyler, “üzüntüsünü” anlatmak bile Ankara’daki sevgiliyi hırçınlaştırır, şair yine savunmaya çekilir. O günlerde yazdığı “Denizi Görmeyenler İçin” şiirini gönderir, o şiir ki;
“Gemiler geçiyor rüyalarımda
Allı pullu gemiler, damların üzerinden.
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
‘Bakar bakar ağlarım”
diye başlar, ve;
“Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret”
diye biter.
*
8 Mayıs 1947 tarihli mektubunda, Sabahattin Ali’yle, Galata Balık Pazarı’nda bir meyhaneye gittiklerini yazar. Sabahattin Ali de Nahit Hanım’a aşıktır, ona onca mektup yazmış, Nahit Hanım o mektupları açmadan iade etmiş, o da oturmuş “Korkutmaz beni ölüm,/Bir şeytan kadar hürüm./Süremez bende hüküm/Ne Allah, ne de Nahit” diyen bir şiir yazmış ama Orhan Veli bundan bihaberdir. Meyhanede çalışan, müşterilerin “hafifmeşrep” bulduğu bir kadın var, Sabahattin Ali işte o kadını “tabiat bakımından” Nahit Hanım’a benzetir. Şunları yazar mektubunda Orhan Veli:
“Canım sıkıldı fakat belli etmemeye çalıştım. Sonra bana sordu: ‘Sen Nahit Hanım’ı tanır mısın?’ diye. ‘Oldukça tanırım’ dedim. Kabul etmedi. Ben seni tanımazmışım. Tanırmışım ama yalnız bana göründüğün cephelerinle tanırmışım. Öteki cephelerini başkaları bilirmiş. Bir insanın sekiz cephesi varmış. Bir başka insan o sekiz cepheden yalnızca üç tanesini görürmüş. Diğer cephelerini görenler başka insanlarmış. Pek de saçma değil. Fakat nedense pek rahatsız oldum. Bu fikrini izaha kalkışırken hatırladığı insan herhalde sen olmamalıydın.”
Bu mektupla birlikte yeni yazdığı, “Gün Olur” şiirini de gönderir ona ki “Gün olur, alır başımı giderim/Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda;/Şu ada senin, bu ada benim,/Yelkovan kuşlarının peşi sıra” diye başlar ama siz bakmayın şairin “alır başımı giderim” demiş olmasına. O hiçbir yere gidemiyor. Öyle ki otobüse, tramvaya verecek parası olmadığı için çoğu zaman Nahit Hanım’dan gelen mektupları almak için ta Sarıyer’den Sirkeci’ye kadar yürümek zorunda kalıyor. Sadece bir sefer bir kayık sefasından bahseder bir mektubunda. Arkadaşı Fuat Ömer’in bir kayığı var, topu topu iki sefer binmiş ona. Üçüncü seferinde de şimdilerde edebiyat tarihine geçmiş olan o meşhur “kayık kazası” vuku bulur. Bu kaza ta Ankara’ya Nahit Hanım’ın kulağına kadar, “Orhan Veli ve arkadaşları o kadar sarhoş olmuşlar ki, hepsi denize düşmüş” diye ulaşır. Oysa hadise böyle olmamış. 15 Temmuz 1947 tarihli mektubunda işin aslını şöyle anlatır:
“Bir akşam Büyükdere rıhtımında Ahmet Hamdi (Tanpınar) Bey, Fuat Ömer, karısı, kız kardeşi ve bir de ben kayığa biniyorduk. Tekne ufacık bir tekne. Hepimiz bindik, son olarak Meziyet Hanım binecekti. Kayığın tam kenarına bastı. Deniz seviyesiyle bir olan kenardan su dolmaya başladı. Kayık da hemen battı. Yalnız ben değil, hepimiz suya döküldük. Son günlerde gazetelerin bahsettiği hadise de işte budur. Sen bu hadiseyi işin biraz da eğlenceli tarafını düşünelim diyerek hatırlıyorsun. Bilmem ki pek mi eğlenceli? Herhalde gülünecek bir tarafı da var. Hamdi Bey o sırada baş üstüne yatmış yıldızları seyrediyordu. Ben telaşla ‘Hocam batıyoruz!’ deyince, o yattığı yerden, ‘Aman ben yüzme bilmem, beni kurtarın’ diye bağırmaya başladı. İşin asıl kötüsü, Hamdi Bey o gece İstanbul’a dönmek mecburiyetindeydi. Halbuki hepimiz denizden sırılsıklam çıktık. Elbiselerimiz de ertesi günden evvel kurumadı.”
*
29 Kasım 1947 tarihli mektubunda; sevdiğine bir şair kendini nasıl anlatırsa öyle anlatır Orhan Veli, “kendimi sana, güzelliğine, yüzüne, vücuduna, tabiatına, kısacası her şeyine öyle vermişim, mevcudiyetimi o kadar sana hasretmişim ki” o kadar olur. “Yalnız senin için yaşıyorum, yalnız senin için yaşamak istiyorum,” der. Kendini bedbaht bir insan olarak görür, kendini ona anlatamamaktan yakınır.
O mektupta başından geçen tuhaf bir olay anlatır Nahit Hanım’a.
Mektubu yazmak için kâğıt almaya evden çıkar. Caddede karşıdan karşıya geçerken, süratle gelen bir arabanın altında kalmaktan son saniyede bir mucizeyle kurtulur. “Ölüme bu kadar yaklaştığım hiç olmamıştı” diye yazar. “Hadiseden sonra ne düşündüm biliyor musun? Nahit bu mektubumu alamayacak, burada söylediklerimden hiçbirini bilmeyecekti. Ölümümün kendisi için olduğunu aklından bile geçirmeyecek, belki de kötü kötü sebepler düşünecekti. İşte en çok buna üzülürdüm Nahit.”
Ve belki de bir aşığın sevdiği karşısında inebileceği en “alçak” yer neresiyse o yere kadar iner ve ona yalvarır:
“Beni sev demek istemiyorum, sadece inan.”
Şair biliyordu çünkü.
Aşk inanmaktır!
*
Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a son mektubu 12 Ekim 1950 tarihini taşıyor. Bu mektubunda, “Birkaç gün için Ankara’ya gelip seninle konuşmak istiyorum,” diye yazar.
Bu arada Demokrat Parti iktidara gelmiş, bütün makam ve mevkilerdeki bürokratlar değişmiş, Ankara Milli Eğitim Müdürü de… Ankara’da düzenlenen bir baloda yeni müdür öğretmen Nahit Hanım’la karşılaşmış, onu dansa davet etmiş, Nahit Hanım da müdür beyin teklifini reddedince bir anda kendini Edirne’de sürgün bir edebiyat öğretmeni olarak bulmuş.
Ahmed Arif ile Edip Cansever’in mektuplarından oluşan kitaplarda, Leyla Erbil ile Alev Ebüzziya’nın hiçbir mektubu yok. Orhan Veli’nin mektuplarından oluşan kitapta ise, Nahit Hanım’ın tek bir mektubu var. Edirne’den yazılmış ve 12 Kasım 1950 tarihini taşıyor. Bu tarih, Orhan Veli’nin Ankara’da bulunduğu tarihtir. Şair 10 Kasım 1950 günü Ankara’ya gider. Ve orada bir gece belediyenin kazdığı bir çukura düşer. Muhtemelen, Nahit Hanım, Edirne’de mektubu yazıp zarfa koyduğunda, Orhan Veli o haliyle İstanbul’da, bir arkadaşının evinde yemek yerken, ufak ufak kan damlıyordu beynine. Mektup “Orhan,” diye başlar. “Cevapsız mektup yazmak çok garip oluyor. Geçen akşam seni rüyamda gördüm. Ankara’ya gitmişsin. Sana Dora iş bulmuş. Seni acaba Ankara’da mı diye düşündüm,” diye devam eder. Sanki Nahit Hanım’a malum olmuş, evet o sırada Ankara’dadır şair ve başına o büyük felaket gelmiş ama sevgilinin bundan haberi yok. Edirne’de çok sıkılıyor Nahit, elinden geldiği kadar oraya adapte olmaya çalışıyor. Mektubuna mutlaka cevap ister, yılbaşında tatil olursa Ankara’ya gitmeyi düşündüğünü yazar. Acaba onun da Ankara’ya gitmeye niyeti var mı? Mektuptan anlaşılıyor, Orhan Veli artık seyrek mektup yazıyor ona. Yeni şiirlerini istiyor şairden, şiire hasret kalmıştır orada. Günlerini nasıl geçirdiğini sorar, kimleri gördüğünü bir de. Sabahattin-Mualla Eyüboğlu’na selam yollar. Muhakkak mektup beklediğini, uzun, baştan savma olmayan bir mektup ve şiirlerini beklediğini söyleyerek bitirir mektubunu ve “gözlerini öptüğünü” ilave eder.
Orhan Veli muhtemelen mektup yoldayken, 14 Kasım 1950 günü İstanbul’da ölür.
*
Orhan Veli, Nahit Hanım’ın bu mektubundan üç sene önce İstanbul’da geçirdiği ölüm tehlikesi anını anlattığı mektubunda, o sırada hissettiği tek şeyin, “Nahit bu mektubumu alamayacak, burada söylediklerimden hiçbirini bilmeyecekti,” korkusunu yaşadığını yazmıştı ona. Nahit Hanım da aynı şekilde üç sene sonra Orhan Veli’nin bir çukura düşüp beyin kanaması geçirdiğinden bihaber o sırada rüyasında onu Ankara’da gördüğünü anlatıyor. Şairin, yazdığı hiçbir şeyi öğrenemeyecek olması mıydı Nahit Hanım’ın bu son mektubu Orhan Veli’nin mektuplarına eklemesi bilmiyorum ama bildiği bir şey var, her zaman sanat hayatı taklit etmez, bazen de hayat sanatı taklit eder.
*
Orhan Veli’den beş yaş büyük olan, çeşitli dönemlerde “Gelenbevi”, “Fıratlı” ve “Damar” soyadlarını taşımış olan Nahit Hanım, şairin ölümünden sonra elli iki sene daha yaşadı. 93 yıllık ömrü boyunca Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Sabahattin Ali, Sabahattin Eyüboğlu, Edip Cansever, Ece Ayhan, Arif Damar, Cemal Süreya, Ahmet Muhip Dıranas, Turgut Uyar, Can Yücel gibi şair ve yazarları Seyhan Erözçelik’in deyimiyle “mıknatıs gibi” kendine çekti. Çoğunu kendine aşık etti, bazılarıyla sevgili oldu, çoğu ona şiir yazdı. Cemal Süreya’nın “99 Yüz”üne girdi, Samet Ağaoğlu’nun “Rönesans gibi” kadın” demesine karşılık Cemal Süreya “Bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın” dedi ona. Cemal Süreya’ya göre ilk “kavalyesi” Necip Fazıl’dır. Zemheri soğukta ona bir mektup yazan üstat, “Bekliyorum, gel artık. Muhakkak, muhakkak… Her şey hazır, İstanbul, sis, yağışlı havalar, ev, oda, soba ve ben,” diye seslendi ama gitmedi Nahit Hanım. Cemal Süreya’nın verdiği bilgidir: İlk eşi Vedat Fıratlı, Yahya Kemal’in talebesi, Orhan Veli eşinin talebesi, Gülten Akın ise onun talebesidir. Orhan Veli öldükten sonra şair Arif Damar’la evlendi. Yahya Kemal’le de yemek yemiş, küçük İskender’le de. Arada yaşanan bir de Can Yücel aşkı var ki Can Yücel bunu, “Ben de ondan-bundan değil/Nahit Hanım’la Orhan Veli’den/Başladım şiire ve sevişmeye/Sırf Orhan’ın başlattığı o Aşk Resmi Geçit’i/Yarım kalmasın diye…” şiiriyle ele verir. İlk eşinden ayrıldıktan ve Orhan Veli öldükten sonra duvarları Che Guevara ile Yılmaz Güney’in fotoğraflarıyla süslü İstanbul’daki evinde Cuma gecelerini edebiyatçı dostlarına açtı. O sofraya hemen hemen herkes oturdu. Cemal Süreya’nın yazdığına göre, “Bir törendir Nahit Hanım’a gitmek. Sorunu olan çiftler gelip o sofradaki havaya girerler. Ayrılacakların da birleşmek üzere olanların da son yerleri orasıdır. (…) Cumhuriyet dönemi küçük burjuva duyarlığının anası…”dır o.
*
Orhan Veli öldükten sonra, müsveddesi diş fırçasına sarılı bir kağıtta bir şiiri yazılıydı. Can Yücel'in de bahsettiği “Aşk Resmigeçiti” adını verdiği o şiir Nahit Hanım için yazılmıştı:
“Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sadece kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.”
*
Yazının Kaynakları
Orhan Veli, “Yalnız Seni Arıyorum-Nahit Hanım’a Mektuplar”, YKY
Edip Cansever, “İki Satır, İki Satırdır- Alev Ebüzziya’ya Mektuplar 1962-1976”, YKY
Ahmed Arif, “Leylim Leylim-Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar, 1954-1959 -ve 1977’de son bir mektup-“, İş Bankası Kültür Yayınları