Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Üç farklı çağda, üç elma!

        Türkî, Arabî, Farsî ve Kurdî masallarının sonunda gökten üç elma düşer; o elmalardan birisi masalı anlatanın, birisi onu dinleyenin, öteki de masaldan ibret alıp ders çıkaranın payına düşer. Ama benim yazımın sonunda değil, daha başında gökten üç elma düşmüş; biri tarih öncesinde Adem’in, biri 17. Asrın sonunda Isaac Newton’un, öteki de 20. Yüzyılda Steve Jobs’un payına düşmüş. Bu üç elmanın üçü de bizi ve yaşadığımız dünyayı kökten değiştirmiş.

        Cennette yediği elma, Adem’in “gözlerini açtı”, Havva’yla birbirlerine baktılar, ikisi de “çıplaktı”, bunu ilk defa o elmayı ısırınca anladılar. Böylece insanda ilk defa “bilinç” denilen şey oluştu. Adem’in elması “günahın ve bilmenin” sembolü olarak mukaddes kitaplarda yerini alırken; ondan milyarlarca yıl sonra İngiltere’de zengin bir çiftçinin erken doğumla gelen oğlu Newton, bir elmanın dalından düşüşünü gözleyerek (kafasına düştü efsanesine inanmayın) o zamana kadar sorulmamış olan “neden” sorusunu “yerçekimin gücü” cevabını verince, o andan itibaren o elma “bilgiyi sistematik olarak elde etmenin” sembolü haline geldi. Adem’in elması bizi “bilinçli insan”, Newton’un elması ise bizi “bilim yapan insan” yaptı. Ama elmanın işi bitmemişti hâlâ. Newton’dan 333 yıl sonra, San Francisco’da, Amerikalı bir baba, Suriyeli bir anneden doğan Steve Jobs adında bir çocuk, 31 yaşına geldiğinde hem Adem’in hem de Newton’un elmasına bilinçli bir gönderme olan “ısırılmış elmayı”, hepimizin bildiği, bütün zamanların en ikonik logosu olan “Apple”ı icat etti. Bu icatla, Adem’in elmasıyla doğan “bilinci”, Newton’un elmasıyla doğan “bilimle” birleştirerek “bilgiyi” her an her yerde “ulaşabilir” kıldı.

        Adem elmayı yediği gün, biz ayvayı yedik. Bu sayede “bilinç kazandık” ama sonsuza kadar da “cenneti” kaybettik. Newton’un elmasıyla evreni anlamaya başladık ama “gizem”denilen o büyülü şey terk etti bizi. Jobs’un elmasıyla da kocaman, uçsuz bucaksız dünyayı küçücük bir köy haline getirdik ama “dikkatimiz” dağıldı.

        Üç elmanın da üç bedeli oldu. Adem’in elması “masumiyeti” aldı elimizden, atom bombasını yapıp birbirimize attık, şimdi nükleer bir felaketle karşı karşıyayız. Newton’un elması “gizemi” aldı elimizden, böylece her şey araçsallaştırdık, “mana” kayboldu gitti. Jobs’un elması ise “mahremiyeti” ortadan kaldırdı, orta yere döküldü sırlarımız. Artık, düğün fotoğraflarımızı başkasına göstermek için evleniyor, karnımızı doyurmak için değil, yediklerimizi başkalarına göstermek için yemek yiyor, çektiğimiz fotoğrafları başkalarına göstermek için seyahate çıkıyor, başkası bizi “beğensin” diye yaşıyoruz.

        *

        Lisanla iştigal eden alimler, elma kelimesinin kökenini Latincedeki “malus” veya “malum” kelimelerine dayandırırlar ki bu iki kelime de “kötü”, “günah” anlamına geliyormuş. Adem’in cennetten kovulması hadisesiyle ilişkili olsa gerek elmanın adındaki “kötülük”...

        Latinceye çevrilmiş İncil’e göre; bugün bin farklı türü olduğu bilinen, farklı renk ve tatlarda alı, sarısı, yeşiliyle binlerce elma çeşidi cennet bahçelerinde, dalında öyle nazlı nazlı duruyor, olgunlaştıktan sonra dibine düşüp çürüyor, Adem ile Havva dönüp yüzlerine bile bakmıyorlardı. Yasaktı çünkü. (Burada bir parantez. Büyük Tolstoy, devasa romanı “Savaş ve Barış”ta, “Elma olgunlaşınca düşer. Ama neden düşer? Bir güç onu toprağa doğru çektiği için mi? Sapı kuruduğu için mi? Güneşte kurumaya başladığı için mi? Ağırlaştığı için mi? Rüzgâr estiği için mi, yoksa aşağıda duran bir çocuk o elmayı yemek istediği için mi?” diye sorar. Aslında sorusunun cevabı, sorduğu sorunun içinde gizlidir; “olgunlaşınca”… Neyse biz devam edelim masalımıza.)

        Tevrat’a göre, Tanrı cennetin bütün lezzetlerini, bal akan dereleri, gül suyundan şerbetleri, sütten şelaleleri, çeşit çeşit meyveyi, sebzeyi, tatlıyı tuzluyu, yiyeceği, içeceği her şeyi Adem ile Havva’ya helal etmiş, bir tek “iyiyi ve kötüyü bilme ağacının meyvesini” yasaklamıştı, Tevrat “elma” demiyor o meyveye. Kuran-ı Kerim de “elma” demez. Sadece “ağaç”tan bahseder ama ağacın meyvesine bir isim vermez. Bakara Suresi’nin 35. Ayeti şöyledir:

        “Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın, orada dilediğiniz yerden bol bol yiyin; ancak şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

        Onlar da uzun, çok uzun bir süre boyunca bu yasağa uydular. Ta ki günün birinde yılan kılığına girmiş şeytan Havva’nın kulağına kar suyunu kaçırıncaya dek.

        Sabahtan akşama kadar “ye onu, ye onu” diye kadının kafasını şişirip durmuş iblis. Artık bıkkınlıktan mı, şu sevimli yılanın bir bildiği var diye düşünmüş olmasından mı bilinmez, günün birinde dayanamayıp, “Hadi şu meyveden bir ısırık alalım” dedi Adem’e. Adam şiddetle karşı çıktı bu öneriye. Ama laf bir kere Havva’nın ağzından çıkmıştı. Israr etti.

        Siz bakmayın “insan bir tek dayısını kıramaz” demelerine. Hatta bu yüzden, “Yeğenim Eflak-Buğdan’ın yanında elmasıyla meşhur şu Amasya’yı da bana ver diyen bir dayısı olmasın diye Osmanlı Sultanları dayısız kalmaya bile razı oldular” diye lafa yeni bir latife eklemelerine; bir erkek galiba kolay kolay sadece karısını kırmayı göze alamaz.

        Adem, Havva’yı kırdı mı ki ondan sonra gelen büyük büyük devlet adamları, koca koca imparatorlar, iri iri kayzerler, ulu ulu hakanlar, azametli devlet başkanları, vurduğu yerden ses getiren şahlar, şahinşahlar sevgili zevcelerini kırsın! Çok az görülmüştür karısının bir dediğini iki etmeyen erkek.

        Eski Ahit ve Kur'ân-ı Azîmüşşan’a göre sonunda pes etmiş Adam; Havva’yla birlikte meyveyi yemeye başlamışlar. Tevrat’ta bu hadise şöyle geçer:

        “Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar”. (Tekvin 3:6-7))

        O meyvenin adı Tevrat’ta da Eski İncil’de de Kuran-ı Kerim’de de geçmez. Yüzlerce yıl Yahudilerle Hıristiyanlar o meyvenin adını tartışıp durdular. Kimi “üzüm”, kimi “incir” dedi. Anlaşamadılar. Bu münakaşa ta 4. Asıra kadar sürdü. Sonunda Aziz Jerome adında bir keşiş, tuttu İncil’i o sırada Avrupa’nın ortak dili olan Latinceye tercüme etti. “Yasak meyve”nin adını işte o İncil’de koydu keşiş, ona “elma” dedi. (Ah şu mütercimler! Kendilerini hep yazarın yerine koyarlar. Çoğu zaman metnin canına okurlar. Bu yüzden bir dilden başka bir dile çevrilen her eser, yazardan çok çevirmenin eseridir.)

        *

        Aziz Jerome bunu yaparken bir bildiği vardı, okuduğu her metinde, dinlediği her efsanede, anlatılan her masalda elma “kutsal” bir yemiş olarak geçiyordu. Ta Antik çağlardan beri elma “bilginin timsali”ydi. Kör ozan, ozanların ozanı İzmirli Homeros’un destanında onun yeri vardı. Homeros anlatır hikâyeyi:

        Peleus’la Thetis Olimpios’ta görkemli bir düğünle evlenirler. Artık nasıl olduysa, muhtemelen uğursuzluk getirmesin diye Nifak Tanrıçası Eris’i düğüne davet etmezler. Adı üzerinde “nifak”… O sinirle hemen harekete geçer Eris. Üzerine “en güzeline verilsin” diyerek düğünün orta yerine bir altın elma atar. Tanrılar tanrısı Zeus, toyun ortasına düşen elma karşısında apışıp kalır, elmayı güzeller arasında hangi güzele vereceğine bir türlü karar veremez. Seçimi yapsın diye Paris’i görevlendirir. Prens Paris, o zamanlar adı İda olan, bizim Kazdağları dediğimiz dağda Hera, Atena ve Afrodit arasında bir güzellik müsabakası (dünyadaki ilk güzellik yarışması budur) tertipler. Jüride (rahmetli Peyami Safa ile rahmetli Hıncal Uluç henüz dünyaya gelmedikleri için) tek bir kişi var; Paris! Birbirinden güzel tanrıçalar, “altın elmaya” karşılık üç farklı vaatte bulunurlar: Atena sonsuz akıl ve başarıyı; Hera Asya Krallığını; Afrodit ise Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helena’nın aşkını teklif eder. Paris düşünür ve Afrodit’in teklifini kabul eder, altın elmayı ona verir. Paris, Helena’yı kaçırır ve tarihin gidişatını değiştiren o büyük savaş, “Troya Savaşı” böyle başlar.

        Bak sen şu elmanın yaptığına! Ama bu daha başlangıç…

        Ortaçağ ressamları yaptıkları bütün İsa ve Meryem resimlerinde, hep küçük İsa’nın eline bir elma tutuşturmuşlardı. Bebek İsa’nın elindeki o elma, acının ve çilenin sembolüydü.

        Ya masallar? “Pamuk Prenses”in; cadı tarafından ödül olarak verilen zehirli elmanın parlak kırmızı rengine aldanıp onu ısırınca, prens gelip onu öpene kadar derin uykuya dalmasına sebep olmamış mıydı elma? Başka masallarda üç başlı ejderhalar elma hırsızlarına karşı bekçi durmamışlar mıydı?

        Aziz Jerome, Latinceye çevirdiği İncil’e “elma”yı sokacak da modern zamanlarda kabuslar içindeki karanlık bir dünyanın aydınlık hikayelerini yazan Kafka’nın eli “armut” mu toplayacak?

        “Değişim” en önemli eserlerinden birisidir Kafka’nın. Bu romanda, anlattığımız bütün bu muazzam gelişmelerden mülhem “elma”nın özel bir yeri vardır.

        Romanın kahramanı Gregor Samsa, bir sabah “tedirgin düşlerden uyanır” ve kendini dev “bir böceğe dönüşmüş” bulur. Ailesi önce dehşete kapılır, sonra utanç duyar, en sonunda da tiksinir ondan. Evin içinde hapis kalır böcek Samsa, aç kalır, susuz kalır. Uzun hikayedir, ev ahalisi ondan kurtulmanın yollarını arar. Günün birinde babası ona elmalarla saldırmaya başlar, fırlattığı bir elma sırtına gelir, bedenine saplanır ve orada kalır, can havliyle ondan kurtulmaya çalışır ama nafile. Elma zamanla orada çürür, yarası mikrop kapar ve sonunda elmanın açtığı bu yara Gregor Samsa’nın ölümüne sebep olur.

        Günahkar elma, babayı oğul katili yapmıştır.

        Bizim edebiyatımızda, şiiri ezbere gelmeyen tek şair olan Cemal Süreya, soyadındaki iki “y”den birisini, telefon numarası üzerine sevgilisi “Üvercinka”yla girdiği iddia üzerine atmasının hikayesini “Elma” şiirinde anlatmış ve;

        “(…)

        İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise

        Sen çırılçıplak elma yiyorsun

        Denizin ortasına kadar elma yiyorsun

        Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun

        Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz

        Bir yanda Sirkeci'nin tiren dolu kadınları

        Adettir sadece ağızlarını öptürürler

        Ayaküstü işlerini görmek yerine

        Adımın bir harfini atıyorum”

        demiştir.

        *

        Adem ile Havva, ısırılan o elmayla kovuldular cennetten. Adem bir anda kendisini Hindistan’da bir yerde, Havva da Hicaz diyarlarında buldu. Elmanın “meziyetlerine” dair onca resim yapmış ressamlar, kalem oynatmış muharrirlerden hiçbirisinin aklına, Adem ile Havva’yı Kazakistan’ın başkenti Almata’da aramak gelmemiştir sanırım. Oysa, hikayenin devamı için mükemmel bir mekandır Almata…

        Hikayeyi birkaç sene önce yazdığım bir yazıda anlatmıştım, ama tekrarında fayda var.

        *

        Elmanın anavatanını arayan herkes adını bu meyveden alan Almata’yı işaret eder, “elma bu şehirden dünyaya yayılmıştır” derler.

        Valla ben de yıllar önce, günün tuhaf bir saatinde evde; sadece orada yetişen Siyah Elma ağacının gölgesine yatmış Yak gibi (Tibet öküzü, bulmacalarda daima çıkar!) kanepeye uzanmış geviş getiriyorken, açık duran televizyonda, elindeki elmayı tıpkı Adem gibi hatur hutur yiyerek ağzımın suyunu akıtan tarihçi İlber Ortaylı’dan öğrendim; “elma Almata’dan bütün dünyaya yayılmış” dedi alim, (bu cümlede “cahiller” kelimesini koyacak bir yer bulamamış olacak ki onu kullanmadı) ve elmadan kocaman bir ısırık aldı! (İlber Hoca o sırada Almata’dan bildiriyordu!)

        Peki, elmayı kim Almata’dan bütün dünyaya yaymış?

        Sıkı durun: Ayılar!

        Ayı insana en yakın hayvan... Ayrıca ayı hayvanların içinde en müşkülpesent hayvan. Ağzının tadını biliyor. Ayı hem zalım hem gurme hayvan! Hatta bugün memleketimizde “en iyi gurme benim” diyerek öbür gurmelere zırnık koklatmayan bir sürü “sonradan gurmelerden” daha gurme! Balın en iyisi hangi ağacın kovuğundadır, o bilir mesela. Armudun en iyisini de ona sorun. Yok, hayır sakın sormayın, gözünüz çıksa size yedirmez! Haliyle elmanın da en iyisi onun midesinden başka mideye inmez!

        Ayı dediğin uyuyan ve gezen hayvan... Altı ay yatar uyur, geri kalan altı ayda da gezer, (sosyal medya hesabı olmadığı için fotoğraflarını “beğenelim” diye “paylaşmaz”), altı ay yatacağı kış uykusu için yiyecek depolar. Dere tepe her yerde rızkını arar.

        İlber Hoca dedi ki; Almata’dan ilk elmayı yiyen ayı gezmeye çıkmış. Dışkıladığı her yere elmanın çekirdeklerini bırakmış. Orada yetişen elmayı başka bir ayı yemiş, o da çekirdekleri başka bir yere götürmüş. Böyle böyle ayının boku yedi iklim, sekiz cihan, kıta kıta, dağ düzlük aşarak dünyanın her yerine yayılmış.

        Bütün dünyayı elmaya boğmuş! Ayı! (Valla alim aynen böyle dedi, TRT arşivinde duruyor.)

        *

        Son yıllarda, birkaç canlı yayında aynı anda olamayacağı için, çoğu zaman evdeki kitaplığı arkasına alarak (kitaplara arkasını döndüğüne bakmayın, “ben hepsini okudum ha” demek istiyor bize) ekranına dik dik bakan “kanaat önderinin” görüntüsünü bize getiren Mac’lerini, telefonunu ve bir yığın akıllı cihazını kullandığımız Apple markasının logosu Adem’in ısırdığı, ayının sıçtığı o “yasak meyve”dir işte.

        Latinceye çevrilmiş İncil’e göre elmayı ilk olarak Havva ısırdı. İlk günahı o işledi ama onu ayartan birisi de var; yukarıda da söyledik yılan kılığına girmiş şeytan! Yalnız Tevrat’a göre Adem elmayı ısırdığını itiraf etmeden önce suçu Havva’ya atar, Havva da Rab’a, “Beni de yılan aldattı ey yüce Rabbim” der ama nafile...

        Hangisi yaptıysa “ilk günahkar” odur. “İlk günahkarın” kadın mı erkek mi olduğu konusunda anlaşamadığımız için de ilk fikir ayrılığı denilen şey çıktı ortaya (ilk kutuplaşma Ak Parti döneminde başlamadı), böylece o günden itibaren her konuda ikiye bölündü insanlık.

        “İyilikle kötülük” o gün musallat oldu başımıza. Ve ilk defa o gün “bilgi” sahibi olmaya başladık bazı şeyler hakkında, olmaz olaydık!

        *

        Biliyorsunuz, bilgiyi entelektüeller yayar. Tıpkı ayının elmayı yayması gibi... Bilgi yayılırken, ister istemez kirlenir bilgi. Ondan atom bombası da yapabilirsin, ilaç da köprü de... O halde entelektüel günahkardır. O yüzden ilk o ateşe atılır, her çalkantıda ilk o girer kodese, muktedir ilk onun yakasına yapışır.

        (Milyonlarca örnek var, bizden bir misalle yetineceğim)

        1950 yılında DP iktidara gelince; CHP’lilerin cansiperane, fedaice direnişlerine rağmen bir af kanununu çıkardı. Kemal Tahir ve Nazım Hikmet de yararlandı bu kanundan, dışarı çıktılar.

        Çok geçmedi, bu kez 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da, Hürriyet Gazetesi’nin yarattığı “Kıbrıs sorunu” bahane edilerek Beyoğlu’nda ekalliyetlerin, özellikle Rumların etkinliğini kırmak için başlatılan bir güruh ayaklanmasının günah keçileri olarak Kemal Tahir ile Aziz Nesin seçildi. (Oysa hükümet küçük bir gözdağı vermek için hadiseyi tertiplemiş, olaylar çığırından çıkmıştı.) Bir askeri cip önce Aziz Nesin’in kapısına dayandı. O zaman da sabahın erken saatinde gidiyorlardı adam almaya, yataktan çıktı Aziz Nesin, kendisini almaya geleceklerini bildiği için akşamdan hazırladığı küçük çantasını aldı, neşeyle bindi cipe. Aziz Nesin ile Kemal Tahir yakın oturuyorlar, Göztepe’de. Cip hareket etti, Aziz Nesin başladı şoföre yol tarif etmeye, “Buradan sağa dön, düz git, şimdi sola dön” derken araç komutanı rütbeli, hayretle arkasına dönüp “Nereye gideceğimizi nereden biliyorsun?” diye sordu. Aziz Nesin, “Biliyorum, beni aldığınıza göre Kemal Tahir’i de alacaksınız” dedi. Sahiden de Kemal Tahir’i de almaya gidiyorlardı.)

        *

        Âdem’le Havva’ya yasağa çiğneten “merak”tı. Bu merak, biz çocuklarının önüne bilmenin sorumluluğundan doğan uzun ve zorlu bir maceranın kapılarını açtı. İkisi beraber Tanrı’nın meyveyi yemelerini neden yasakladığını merak etmeseydi, yani merak denilen günaha sevk eden o kışkırtıcı dürtü olmasaydı, belki de “ilk günah” işlenmeyecek, bilgi denilen bir şey olmayacaktı hayatımızda; biz de kirlenmeyecek, pür-u pak, tertemiz yaşayıp gidecektik cennette!

        Gerçi bir altüst anında yakasına yapışacak entelektüel bulamazdık ya, o ayrı iş. Kimin yakasına yapışacaklarına da muktedirler düşünürdü artık!

        *

        Ayılar, elmayı dışkılarıyla bütün dünyaya yaymasaydı, Slovenya yakınlarında bir yerde doğan ve İncil’i Latinceye çeviren Aziz Jerome muhtemelen elmayı bilmeyecek, böylece “Adem ile Havva olsa olsa bu mitolojik meyveyi yemişlerdir” deyip “yasak meyveye” “elma” adını koymayacaktı.

        Bu durumda, toprağı bol olsun Apple’ın kurucusu Steve Jobs da iki arkadaşıyla yarattığı markasına başka bir logo bulacaktı.

        Bakın şu ayının yaptığına!

        *

        Ayrı ayrı çağlarda, gökten üç elma düştü. Biri Adem’in, biri Newton’un biri de Jobs’un payına düştü. Belki de her çağın elması, insanın kendi çağındaki çaresiz arayışının aynasıdır. Bilmek, anlamak, yaratmak… Üçü de aynı elmaya atılmış üç ayrı ısırıktır!

        Damağımızda kalan tat mı dediniz, onu bilmiyorum işte.