1 Ekim 2024 tarihini milat kabul ederek tanımladığımız yeni sürecin, 22 Ekim’de MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısından, İmralı’dan gelen 27 Şubat tarihli mektuba kadar gerçekten çok hızlı bir hikayesi var. Üstelik bu çağrının ardından olup bitenin akışı daha da hız kazandı.
Yeni Suriye yönetimiyle SDG arasındaki anlaşma ve bunun ardından yakın coğrafyada ortaya çıkan olumlu tepkiler, pek çok aktörün bu sürecin devamında katkı sağlamaya ve aynı zamanda kendisine alan açmaya hazır olduğunu gösteriyor.
BARZANİ VE TALABANİ TARAFLARI
Sözgelimi Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin anlaşmaya yönelik yaklaşımı, neredeyse eşzamanlı biçimde KYB yönetiminden gelen açıklama, pek çok aktörün ayrıntılarda boğulmayı değil, sürecin genel çerçevesini doğru okumayı tercih ettiğini gösteriyor. Bu körü körüne bir yaklaşım ya da ezber değil. Olup biten gerçekten yakından takip ediliyor. Sözünü ettiğim iki aktörün yerel pozisyonlarda olması kimseyi yanıltmasın. Gerek sürecin şekillenmesinde, gerekse ortaya çıkan bazı sorunların giderilmesinde önemli katkıları oldu.
Şimdi, kamuoyunun tanıdığı biçimde söylersek Barzani (KDP) ve Talabani (KYB) arasında bir yakınlaşmanın ufukta olduğunu öngörebiliriz. Bu noktada ana aktörün Türkiye olması da herhalde sürpriz olmayacak.
"ADIMLARI GÖRMEMİZ LAZIM"
Türkiye’nin Suriye’deki son anlaşmaya dair ihtiyatlı tavrı devam ediyor. Ama bu eli kolu bağlı bir bekleyiş değil. Bunca emek verdiği bir meselede ve alanda Türkiye’nin ihtiyatı beklemek değil, sürecin kendi lehinde akmasını sağlamak.
Dün akşam tv100’deki yayında Deniz Gürel’in “Son görüşmede ihtiyatlı iyimserlik kavramını besleyici şekilde mi bitti? Bunu söyleyebilir miyiz?” sorusuna Dışişleri Bakanı Hakan Fidan şu cevabı verdi: “Biz milletimizin adına görev yapıyoruz. Milletimizin çıkarlarını, güvenliğini gözetmek için varız. Ben bir şey hayata geçmeden burada iyimser olmam. Ama olumlu olması için bir anlayış birliğine ulaşılmış tamam bu iyi bir gelişme ama bundan sonra atılacak olan adımları görmemiz gerekiyor.”
Aynı yayındaki şu değerlendirmeyi de aktaralım. Zira Türkiye’deki ana kaygılara cevap niteliğindeydi: “Biz hiçbir zaman orada otonomi veya özerklik arayışına ilişkin bir taviz olduğunu düşünmüyoruz. Suriye’de yönetimin de böyle bir anlayışı yok. Oradaki Kürtlerin talebinin de ben bu yönde olduğunu düşünmüyorum.”
ANA MUHALEFETİN GÜNDEMİ
Bu hareketli gündem devam ederken, CHP’de Özgür Özel-Ekrem İmamoğlu hattının başlattığı adaylık tartışması yeni boyutlar kazanarak devam ediyor. Türkiye’de siyasi partilerin kendi içlerindeki rekabet daima “hepimiz kardeşiz” sloganı eşliğinde gösterilmek istenir. Bunun gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi olmasa da ısrar edilir. Nitekim CHP tarafından kamuoyuna öyle takdim ediliyor.
Bu tarafı yeterince tartışılıyor. İmamoğlu yol haritasını ilan etti. Bugün Ankara’da olacak. Son dakikada değişiklik olmazsa Mansur Yavaş o toplantıya katılmayacak. “Ekrem Başkan benim yol arkadaşımdır. Ancak benim de kendi siyasi yol haritam var” diyerek tavrını net biçimde ifade etti.
KUŞATMAYI YARMAK
Peki bu tartışma devam ederken ana muhalefet partisi, Türkiye’nin merkezinde olduğu gelişmelere dair nerede duruyor? Daha önce aktarmıştım. CHP’nin olup bitenin merkezinde değil, kıyısında durduğunu, bunun önemli bir nedeninin de İmamoğlu’nun kendisi etrafında oluşturduğu adaylık koridoruna sıkışıp kalması olduğunu ifade etmiştim.
İmamoğlu cephesi açısından durumun tarifi özetle şöyle: “Kendilerine yönelik kuşatmayı yarmak için toplumsal hareketlilik oluşturmak.”Bunun ne kadar mümkün olduğunu ve ne düzeyde tartıştıklarını elbette bilemem. Ancak bölgemizdeki büyük değişimde Türkiye’nin üstlendiği yeni rol ve buna dayalı olarak inşa ettiği yeni kimlik/benlik yeterince dikkate alınmamış görünüyor.
Kişiselleştirilmiş bir liderlik hikayesinin, bu tabloyu kuşatacak bir noktaya ilerlemesi mümkün mü? “Bir lider yaratalım, ardından toplumu sürükleyebilirse iş tamamdır” modunda hareket etmek, Türkiye’nin güçlü liderlik ihtiyacının içini doldurmaktan hayli uzak görünüyor.