İkinci Trump döneminin önümüze neler getireceğini anlamak için kuşkusuz daha fazla zamana ihtiyaç var. Ancak ortaya çıkan bazı başlıkların, üstelik hemen hepsinin ana vurgusu “çatışmaları sonlandırma” olsa bile, büyük sarsıntılar ortaya çıkaracağı şimdiden söylenebilir.
Trump’ın en büyük iddialarından birisi Rusya ve Ukrayna arasındaki galibi ve mağlubu olmayan savaşı bitirmek. Diplomasinin değil, açık bir güç gösterisinin ifadesi olan Trump-Zelenskiy görüşmesinin ardından gelinen noktaya bakarsak, sonuç almaya başladığını kabul etmek gerekiyor.
Rusya, Ukrayna’yı işgal hamlesinin ardından elde ettiği bazı alanlara rağmen, yenilmez bir küresel aktör olmadığını da göstermiş oldu. Bu devasa ülke artık ABD için bir tehdit mi? Bu sorunun cevabı, Trump tarafından Avrupa’ya yönlendirildi. Şunu söylüyor açıkça. “Başınızın çaresine bakın, eğer sizin için tehditse ve ondan korunmak istiyorsanız kendi savunmanızı oluşturun. Bunu benden istiyorsanız bedelini ödemek zorundasınız.”
MACRON VE NAPOLYON
Kolayca NATO şemsiyesi dışında bir savunma işbirliğinin oluşmasını kimse beklemiyor. Macron’un nükleer meydan okumalarının Avrupa kıtasında güven uyandırdığını söylemek de gerçeklerden çok uzak. Putin’in “Bazıları Napolyon seferlerinin sonucunu unutuyor" göndermesi de “Elini gördüm, yükseltiyorum” anlamına geliyor.
Bu bir üçüncü dünya savaşının habercisi mi? Eğer gerçekten de Ruslar Avrupa’ya doğru hareket etmeye devam ederse belki. Ancak her durumda Avrupa savunmasını nasıl yapacağı konusunda harekete geçmek zorunda.
BEŞ MADDEDE MEVCUT TABLO
Mevcut tabloyu ifade etmek için birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunların doğrudan Türkiye’yi ilgilendirdiğini de hatırlatarak.
Bir: ABD ve İngiltere arasındaki “görüş ayrılıkları” eşine az rastlanır düzeyde artmış görünüyor. Bunu bir kopuş olarak görmek yanıltıcı olabilir. Büyük zihinsel ortaklıklar zaman zaman farklı alanlarda doğal işbölümlerine gidebilir, hatta çatışabilir. Nitekim, İngilizlerin, ABD tarafından itilip kakılan kıta Avrupa’sını derleyip toparlama misyonunu üstlendiğini öngörüyorum.
İki: Türkiye, bu büyük resimde Avrupa ile Rusya arasında bir denge rolünde görünüyor. Zelenskiy’nin Ankara ziyaretinde Türkiye’nin şemsiyesi altına girmesi bunun ifadesi. İki hafta önce kabine toplantısında Avrupa’daki gelişmeleri anlatırken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “aşırı sağcı demagoglar” ifadesini kullanması da ilişkilerde yeni bir zeminin tanımı olarak görülmeli. Buraya ek. Dün Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın demeci: "Avrupa'nın güvenliği meselesi sadece Ukrayna'daki savaşa indirgenemez. Caydırıcı bir güvenlik mimarisi Türkiye'nin katılımıyla mümkündür."
Üç: Türkiye’nin esasen savaşın başından itibaren üstlendiği bu rolün Ruslar tarafından da doğru okunduğunu düşünüyorum. Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ankara ziyareti devam ederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın savaşın yıldönümünde Ukrayna halkına destek verdiği video mesajın yayınlanması ilginç bir kareydi.
Dört: Suriye’den çekilen iki gücün aldığı pozisyon farkına dikkat. Rusya, Türkiye ile farklı düşünse de Ukrayna’nın altın tepside sunulmasıyla daha geride durmayı tercih ediyor. Ankara-Moskova hattında kanalların açık ve dinamik olduğu ortada. Kaldı ki ABD-Rusya arasındaki iletişim zeminlerinden birinin İstanbul'da şekillenmesi bir başka avantaj. İran’ın ise kayıplarını nerede aradığını görmek için Lazkiye-Tarsus hattına bakmak yeterli. Dün gece tırmanan olayları, İsrail'in işgal alanını genişletmesiyle birlikte okumak gerekiyor. Her ikisinin de Suriye'nin kuzeyinde Türkiye'nin elini zayıflatmayı hedeflediği çok açık.
Beş: Gelelim, "Şişman kadın sahneye çıkmadan opera bitmez" bölümüne. Kuşkusuz Türkiye-ABD ilişkilerinin bu dönemdeki seyrine dair bazı işaretler olsa da, az önce aktardığım Avrupa dengesinde ortaya çıkan rolümüzün yeni alanlar açması muhtemel. Bu dönem Ankara-Londra hattındaki hareketlilik yükselirken, ABD'nin özellikle Suriye başta olmak üzere kritik bazı başlıklarda Türkiye'yi biraz uzaktan izleyeceğini öngörüyorum. Ancak bu nihai bir politika olamaz. Trump'ın sözünü söyleyeceği zamana odaklanmak önemli. Özellikle de İmralı çağrısının ardından gelen süreci nasıl yöneteceğimiz, küresel ölçekte mercek altında. Bir anda olayların akışının hızlanmasının bu dinamiklerden bağımsız okunması mümkün değil. Telaş etmeden hızlı hareket etmek ve temkinli bir iyimserlikle süreci yönetmek makul. Ancak daha fazlası gerekiyor.