Bazen uçuk, gerçekleşmesi imkânsız ama hayal ettikçe, rüyada uçarken hissettiğimize benzer bir hissiyatın hafifliğine bizi götüren tuhaf fikirler gelir hepimizin aklına. Sizin aklınıza gelenleri bilmem ama arada bir aklıma gelen bu güzel fikirlerden birisi, okumaya başladığım günden beri yanımdan hiç ayrılmayan, hep omuz başımda duran, aynı duyguları paylaştığım, ölünceye kadar dostluğumu bitirmeyi düşünmediğim sevdiğim yazarların, ilk yazdıkları şey neyse, hikâye mi, şiir mi, deneme mi, roman mı, masal mı fark etmez, o ilk ürünleri bir yerde bulup hepsini bir araya getirip onlardan bir kitap yapmaktır.
Hayır, bir dergide, bir gazetede yayınlanmış olan ürünlerden bahsetmiyorum, bunların dışında hiçbir yerde yayınlanmamış, yazarın yazıp da sonradan kaybettiği ya da yırtıp attığı ürünlerdir bu kitapta toplamayı düşündüğüm şeyler. Kitaba alırken onları, sıralamayı nasıl yapardım; yazar isminin alfabetik sırasını mı, doğum tarihini mi esas alırdım bilmem, hatta kitabın adını bile henüz bulamadım ama o ürünleri önüme alıp onları büyük bir heyecanla okumak, onları okurken yazarın kat ettiği yolu düşünmek, acemiliklerini, sakarlıklarını görüp eğlenmek, dilde ulaştıkları düzeyi görmek, seçtiği kelimeler üzerine düşünmek, üslubunun geçirdiği aşamayı görmek ne büyük mutluluk olurdu sahiden.
Aklıma gelen fikir, olur da başkasının da aklına gelmiştir, olur ya, onlardan biri beni de sevdiği yazarlar arasına almıştır, benim de yazdığım ilk şeyi merak etmiştir diye ilk yazdığım şeyi anlatarak devam etmek isitiyorum yazıya.
*
İlk yazım lise birinci sınıftayken okulun duvar gazetesinde yayınlandı. O duvar gazetesini yapmak kimin aklına geldi, yazı kurulundaki öğrenciler neye göre seçildi, hangi duvara asılacağı, hangi öğretmenin sorumluluğunda çıkacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu; 1980 yılının geç bir sonbaharında, darbenin getirdiği mecburiyetten, akranlarımdan iki ay gecikmeli liseye başladığımda, duvarda o gazeteyi gördüm, o kadar. Görür görmez de önünde durdum, bütün yazıları büyük bir şehvetle okudum. İlk hissettiğim şey kesif bir kıskançlık olmuştu. Baştan beri bu işin içinde olmalıydım, hatta hatta gazetenin yayın yönetmeni ben olmalıydım, yazıların seçiminde söz ve karar sahibi olanların arasında yer almalıydım, öğretmenler mutlaka fikrimi sormalıydı. Ne de olsa bu mektepte edebiyatı en iyi bilen öğrenci bendim! Herkesten fazla kitap okumuştum. Herkesten çok yazar ve kitap adı biliyordum, hatta bir iki yazar bile tanımıştım. Mesela kanlı canlı, bütün yakışıklılığıyla şehrimize gelmiş, en sevdiğim yazarlardan birisi olan Fakir Baykurt’u görmüştüm geçen yaz, tanışmış, bir iki laf bile etmiştim. Ama okullar açılmadan önce darbe olunca ben de birçok akranım genç gibi, darbecilerin hışmına uğrama korkusundan şehre dönmemiş; darbe günü tesadüfen bulunduğum köyde kalmış, bu arada okullar açılmış, sınıflar belli olmuş, her şey yerli yerine oturmuş hatta yokluğumda bu gazete bile hazırlanmış; merhametli bir emekli general şehrimize vali olarak atanınca da zulüm az buçuk hafiflemiş, “dağdan inip” okula gelmiştim ama işte bazı şeylere de geç kalmıştım. Olsun, arayı çabuk kapatmaya kararlıydım. Daha çok okuyacak, daha çok şey öğrenecek, o zamana kadar “vatanı kurtarmaya” ayırdığım zamanımı, şimdi “kendimi kurtarmaya” ayıracaktım. Bunun yolu da daha çok okumaktan geçiyordu.
Duvar gazetesinin yayın sorumlusu, benden bir sınıf üstte okuyan, dışardan gelmiş bir memurun, Ziraat Bankası müdürünün kızıydı. Banka şubesi çarşının girişindeydi. Altı banka şubesi, üstü memur lojmanıydı. Şehrin en fiyakalı binasıydı. Çoğu zaman birlikte okuldan çıkar, onu o güzelim binanın önünde bırakır, şehrin dışında, bir kenar mahallede, elektriği, suyu olmayan toprak damlı fakir evimize giderdim. Bazen geceleri lojmanın önünden geçtiğimde, perdeleri kapalı, içerde bir ampul yanan eve bakar, odanın içinde televizyon açık olduğu için, onun yaydığı ışıktan olsa gerek, pencereden yansıyan, gelip giden mavimtırak büyüye dalar, onun orada sürdürdüğü huzurlu hayatını düşünür, çoğu zaman kendimi böyle bir evde hayal ederdim.
Şehrimize televizyon bir sene önce gelmişti. Zenginlerin evlerine ama... Bir de dışarıdan gelmiş memurların… Biz de bazen evlerinde televizyon olan zengin yakınlarımızın evlerine gider, bu sihirli aletin cömertçe sergilediği büyülü maharetlerini seyrederdik büyük bir heyecanla.
Evlerinde televizyon olan arkadaşlarımızı nasıl kıskanırdım, düşününce şimdi bile yüzüm kızarıyor. Çoğu zaman sınıfta önceki gece seyrettikleri bir filmi, bir konseri, bir futbol maçını anlatırlarken, söylediklerini duymamaya çalışır, onların sesini bastıracak alakasız bir şeyler anlatırdım yüksek sesle. Benim gibilerin evlerinde bırakın televizyonu, henüz elektrik bile yeni girmişti; o da devlet “direk sizden, elektik bizden” demiş, mahalleli kavak ağaçlarını kesip onlardan elektrik direklerini yapmış, devlet evlerimize elektriği öyle bağlamıştı.
*
Okulumuzun duvar gazetesinde, banka müdürünün Muğlalı kızı, “televizyonun yararları” üzerine bir yazı yazmıştı. Yazıyı yutarcasına okudum. Neler neler anlatıyordu zalımın kızı. Meğer bu alet ne maharetliymiş de ben bilmiyormuşum. Her şey vardı televizyonda. İnsana bir sürü şey öğretiyordu. Gezi programlarında hayatımızda gitmeyeceğimiz yerlere bizi götürüyor, sinema saatinde hiçbir sinemada seyredemeyeceğimiz eski kovboy filmleri gösteriliyor, romanlardan uyarlanmış dizi filmlerde edebiyat sevgisi aşılanıyor, hayatımızın hiçbir döneminde izleme imkânı bulamayacağımız sanatçılar çıkıp şarkılar, türküler söylüyordu bize. Şiir programları, tiyatro, klasik müzik de cabası… Bu sihirli kutu bir okuldu, okulda öğrendiklerimizi bu alet sayesinde pekiştirebiliriz diyordu yazısında memur kızı.
Yazıda karşı çıkılacak hiçbir şey yoktu aslında. Ama o kıskançlık yok mu, onun evinde olanın bende olmaması, onun seyrettiklerini benim seyredememem, “aç sınıfın laneti” desem, haset nöbeti mi bilmiyorum, ne yapıp edip cevap vermeliydim ona. Oturdum, “televizyonun zararları” üzerine bir yazı yazdım ben de.
Tezim çürüktü, tek dayanak noktam vardı; televizyon gözleri bozuyordu! Kim bilir bu fikri o sırada abone olduğum solcu gazetenin hangi köşe yazarından çalmıştım! Mavi bir ışık yayıyordu ve o mavi ışık da zamanla gözlere çok zarar verebiliyordu. Yazar “aptal kutusu” demişti ona, ben de onun sözünü kendime mal etmiş, tekrarlamıştım yazının içinde. Işık uzmanı mısın, göz doktoru musun be mübarek? Ama işte kıskançlık krizi beni böyle saçma bir tezi savunmaya götürmüştü. Yazıyı, sorumlu edebiyat öğretmenine verdim, öbür hafta astı gazeteye yazımı. İşte o “polemik” yazısı bir yerlerde yayınlanmış olan ilk yazımdır.
Birisi bulup getirse, bana hediye etse şimdi o yazıyı, ona o günden beri dağarcığımda birikmiş olan bütün kelimelerden müteşekkil bir dünya hediye edebilirim bütün içtenliğimle.
Bu yüzden, sevdiğim yazarların hiçbir yerde yayınlanmamış ilk ürünlerini hep merak eder dururum. Acaba, hangisi benim kadar abuk sabuk bir şey yazmıştır sahiden? “En kötü ilk yazı ödülünü” şimdiden huzurlarınızda kendime veriyorum büyük bir cömertlikle.
*
Kalabalık bir arkadaş grubu içinde, içlerinden birisinin yazar olacağı hemen belli olmaz. Şair öyle değildir bence, şiir çabuk ele verir kendini, teşhircidir şiir, şair dağarcığında durduğu gibi durmaz ama düz yazı öyle değil. Meşhur Portekizli yazar Saramago 50 yaşında yazmaya başladı mesela, 70’inde Nobel aldı. Öncesinde yazarlık kurdu mutlaka kemirmiştir içini ama işte Conrad’ın da benzer bir hikayesi vardır. Gemi kaptanıdır dünya denizlerinde, Kongo’da karşılaştığı beyaz adamın vahşeti, “karanlığın yüreğine” çekti onu, anadili olmayan İngilizceyi hiçbir fani İngiliz’in çıkaramayacağı bir yüksekliğe çıkardı kısa süre zarfında.
Sahi insan ne zaman yazar olur? Onu yazar olmaya iten somut bir hadise midir, gizli bir dürtü müdür, adını koyamadığı bir istek midir, kendini başkasına ispatlama hırsı mıdır, ötekisinden farklı olma çabası mıdır, nedir insanı yazar yapan şey?
Bu soruyu istediğiniz yazara sorun, eminim birbirinden çok farklı cevaplar alırsınız. Hiçbirisinin cevabı bir diğerininkine benzemez.
Mesela beni yazı yazmaya iten en önemli şey okuduklarımdır. Sanırım birçok yazarın da öyle. Okuduklarını yazmış olan insanla, eğer hakikaten ona bağlanmışsanız onunla yarışma isteği, onunla eşitlenme dürtüsü, ona bir şeyler gösterme, ben de bunun yapabilirim özgüveni değildi benimkisi; benim de tıpkı sevdiğim yazarların derdi gibi bir derdim var ama benim derdim sadece benimdir. Onlar kendi dertlerini ne kadar etkileyici ne kadar sade ne kadar sahici ne kadar biricik anlatmışlardı! Kendi derdimi ben de böyle anlatabilirim. Ama işte seni “büyük yazarlar” arasına sokacak olan şey, derdini onların anlattığı gibi anlatmak değildir. O yapmış onu, sen de benzerini yaparsan, benzerlerine bir benzer daha katmaktan başka bir şey yapmamış olursun. Madem mevzular sınırlı, temalar da öyle, o halde onların anlattıklarından farklı bir anlatım tarzı bulmalısın kendine. Bulursan eğer o sen olursun işte.
Her büyük yazarı, büyük yazar yapan bir hikayesi vardır.
Mesela asıl mesleği bar işletmeciliği olan Japon yazar Haruki Murakami’nin hikayesi bu aralar okuduğum M. M. Sarr’ın “İnsanların En Gizli Hatırası” romanında çıktı karşıma. Murakami’yi yazar yapan şey bir beyzbol topuymuş meğer. Maçtaymış bir gün. Bir top, çok düzgün bir biçimde, herkesin gözleri önünde havayı bir kılıcın ipek bir kumaşı yarması gibi yırtarak gidiyor bir yerlere. Murakami, topun harikulade güzergahını hayretler içinde gözleriyle takip etmiş. O sırada topun gidişine bakarken aniden karar vermiş; yazar olacak! Hem de büyük bir yazar… Bu top onun edebi işareti olmuş, sanki bir şeylerin özünü ve anlamını o sırada aniden kavramış gibi.
Ama işte her yazarın Murakami’nin topuna benzer bir “epifanisi” yoktur. Ama bazen farklı farklı yazarlar, aynı anda gördükleri aynı şeyden birbirinden farklı farklı hikayeler üretebilirler. Erdal Öz hatıralarında anlatır. Edebi serüvenleri, hikaye etme biçimleri, dili kullanma maharetleri birbirine benzer iki arkadaşı Kemal Özer ve Adnan Özyalçıner’le bir gün Çemberlitaş’ta yürüyorlar. Karşıdan bir kadın geliyor; karnı burnunda, hamile… Kadın öyle bir özgüvenle, “çekilin lan bir süre sonra sizden birisini getireceğim bu berbat dünyaya” der gibi geçiyor önlerinden, üçü de aynı anda bakıyorlar kadına, sonrasında bu mesele üzerine hiç konuşmuyorlar ama üçü de birbirinden habersiz birer hikaye yazıyor bu olay üzerine.
Hikayelerin isimlerini vermiyor Erdal Öz ama işte benim için bir dert daha! Bulup okumalıyım o üç hikâyeyi de…
*
Hiçbir yazar, ilk yazdığı şeyi beğenmez. İlk fırsatta onu imha eder. Bu yüzden benim projem hayali bir projedir, biliyorum hep akim kalacak. İlk yayınladığı şeyle, ilk yazdığı şey arasında, ilk yazdığı şeyin hacmini kat kat aşan sayfalar dolusu yazı vardır çünkü bir yazarın yazı serüveninde. Rudyar Kipling, “yazıp çöp kutusuna attıklarımı biriktirmiş olsaydım şimdi ünümün çok ilerisindeydim ama eğer bugün bu kadar ünlüysem, yazıp çöp kutusuna attıklarım sayesindedir,” der. Hiçbir yazar, yazmaya başlar başlamaz yazar olmaz. Yazı zamanla genişler, olgunlaşır, yediğimiz ürünler gibi… Ama aynı yazı, bir yazarın hayatı boyunca da yazarın istediği düzeye bir türlü ulaşmaz. “İşte budur” denilen bir nokta yoktur yazı işçiliğinde, hep bir olmamışlık, acemilik, sakarlık, beğenmeme hali yazarın hayatı boyunca yakasını bırakmaz, hep bu tedirginlik, hep bu beğenmeme haliyle mücadele eder.
*
Yazının cömert, bonkör bir tarafı da vardır, işveli bir hareketle “gel gel” yapar adama. Bulaşmak isteyeni hemen kendinden uzaklaştırmaz. Tam tersine kendine bulaşanı daha çok çeker. Başka işler yapmasına da izin verir başta yazı ama bir süre sonra üstüne gül koklatmaz.
Conrad gemi kaptanıyken yazar oldu, O. Henry kamyon şoförüyken… Irgatlıktan yazarlığa geçti Yaşar Kemal, Kafka sigortada memur, Oğuz Atay’la Dostoyevski mühendis, Agatha Christie eczacı, George Orwell polis, Jack London avcı, Marquez gazeteci, Cemal Süreya ile Sezai Karakoç maliye müfettişi, Nazım Hikmet deniz subayı, Orhan Veli evkafta memur, Halikarnas Balıkçısı turist rehberi, Orhan Kemal bulaşıkçı, Hasan Ali Toptaş minibüs muavini, Orhan Duru ile Mehmet Akif Ersoy veteriner, Edip Cansever antikacıyken bulaştılar yazı işine. Bazıları da misal Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şiirde ararken romanda bulur, bazıları da Orhan Pamuk gibi, ressam olmak isterken romancı olur. Orhan Pamuk, romancı olmak için içindeki ressamın katili oldu büyük bir soğukkanlılıkla, yetmiş yaşında tekrar döndü resme. Dedi ki, “Yazarken her zaman birçok şeyi düşünüyorum, ölçüp biçiyorum, biçim bulmaya çalışıyorum. Yazarken kafam birçok şeyle meşgul oluyor. Ama resim yaparken sadece kendimi ifade ediyorum.”
*
Hayatımızın bir döneminde hepimizin kafasının bir yerinde, bu yazının yazılmasına vesile olan benim fikrime benzer uçuk kaçık, tuhaf fikriler mutlaka gelip geçer. Ama bu alanda duyduğum fikirler arasında, hani ilginç fikirler yarışması olsa istisnasız birinciliği verebileceğim bir fikir Hakan Günday’ın bir romanında çıkmıştı karşıma. Roman kahramanı, dünyanın her yerinde intihar etmiş ne kadar insan varsa, işte onların arasında, arkasında intihar mektubu bırakmış olanların mektuplarını bir araya getirip onlardan bir kitap yapmak istiyordu.
Bu fikri okuyunca o romanda, benimki de fikir mi dedim kendime.