Gül fidanının bu mevsimde dikildiğini bilmiyordum. Daha doğrusu hangi mevsimde dikildiğini de bilmiyordum. Yalnız gülü sevdiğimi biliyordu karım. Özellikle “gulên Muhammedî”, “Muhammedi gülleri”ni yani… Dedemin saklı bahçesinde bitmişlerdi. Kıymetli şeylerini muhafaza ettiği yerdi orası dedemin. Bahçede birkaç arı kovanı vardı, bir paslı mavzer, bir kör kılıç, bir de güller… Çeltik tarlalarının ortasında bir ada gibiydi bahçe. Saklı bir yoldan ulaşılıyordu oraya. Paslı mavzer kimin mavzeriydi, kör kılıç nereden gelmişti? Onlara dair soru sormak yasaktı büyük dayıma. Sorsan bile sadece gülümseyerek bakardı.
O cevap vermedikçe o mavzer, o kılıç, o güllere dair zamanla hikayeler büyüdü içimde. Uydurduğum her hikâyeye, ben doğmadan ölmüş dedemden duymuşum gibi inandırdım kendimi de. O mavzerle, ölen ağabeyinin karısıyla evlendirilmek istenen bir köylümüz vurmuştu kendini, şimdi burada paslanmaya bırakılarak cezasını çekiyordu. O kılıçla, o kılıçla… o kılıca dair hikâye uydurmak hem zor hem de kolaydı… Kılıç yarası aşk yarasına benzermiş, kabuk bağlasa da içten içe hep sızlarmış. O güller… Yunus’un “Çiçek eyidur ey derviş/Gül Muhammed’in teridir” dediğini bilmeden, o güller Muhammed’in teriydi dayıma göre de. Dayım böyle öğretmişti bana, ona da babası, yani dedem söylemişti. Sezai Karakoç’a da annesi öğretmişti:
“Annemin bana öğrettiği ilk kelime Allah,
şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti Gül,
Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi”
*
Gül fidanının hangi mevsimde toprağa dikildiğini bilmediğimi söylemiştim yukarıda. Dedemin gülleri kalubeladan beri oradaydı çünkü. Onları başka yere de dikip çoğaltmak, o bahçenin sırrını ele vermek gibi mi geliyordu aileye bilmiyorum, sanki sadece orası öyle koksun istemişti dedem. O kokuyla hemhal olmak için o saklı yolu bulmak, o saklı bahçeye varmak gerekiyordu. Her yer gül kokmamalıydı, güzele ulaşmak kolay olmamalıydı.
Bülbül aşık olur güle. Uçar gider, konar dalına. Dala konar konmaz o “altından âvâze sesiyle”, “Ne güzelsin gül, n’olursun aşkını ver bana” diye yalvarmaya başlar. Gülün yüzünde güller açar, coşar. Bu beklenmedik teklifi yapmış olan bülbüle sarılır. Dikenlerini unutur sevincinden, sımsıkı sarar onu. Bülbül bu kez acıdan bağırır, çığlık atar ama aşktan sarhoş olmuş gül, acılı feryatlarını duyamaz bülbülün, daha sıkı sarar. Dikenleri bülbülün her yerine batar. Bülbül kanar, kanar, gül bilmez bülbülün kanadığını. Bir süre sonra bülbül susar, mevzubahis aşksa can dediğin ne ki! O günden bugüne rengini aşığı bülbülün kanından alır kızıl gül. Gül, bülbülü aşktan öldürdüğünü anladığındaysa artık çok geçtir. Sadece ağlar, ağlar, o günden bugüne kendini aşkı tadanlara adar.
Gül ile Bülbül’e dair hikayelerin sonu yok. Onlardan birisini de Mustafa Kutlu anlatır ki şöyle:
“Bülbül gülün dikenleri bağrını kanatsa da onun incecik zarif dallarına konup bir tomurcuğa yalvarmaya başlar. Yüzünü kapatan peçeyi kaldırsın, Bülbül onu dünya gözüyle bir defa görsün yeter. Ölse bile artık gam değil. Yalvarışları gece yarısından sonra feryada dönüşür. Gözlerinden sel gibi yaşlar boşanmaktadır. Gün doğumundan önce bu yaşlara kan karışmaya başlar. Yalancı şafakta artık gözyaşları tükenmiş olan Bülbül'ün sesi kısılmış, dizinde derman kalmamış, yüz yerinde yüz yara kanamakta, gözünden dökülen kanlar artık açılmaya başlayan goncanın üzerine damlamaktadır.Önce bir koku yayılır, duyanı kendinden geçirir. Sonra o gonca Bülbül'ün kanıyla sulana sulana açıverir.Güneşin ilk ışıklarıyla gül dile gelir:‘İşte ben. Karşındayım. Vuslat zamanıdır.”
Ne dersiniz? Acaba Bülbül bu manzarayı görmüş, bu kokuyu duymuş mudur?Gelenekten gelen kadim bir musiki ‘Heyhat’ demektedir. ‘Bülbül son nefesini vermiş vuslat mahşere kalmıştır.”
*
Bu yüzden, sırf bu yüzden, her umarsız aşk, biraz gül gibi kokar!
*
Bülbülün kanı güle rengini verdiyse eğer, gülün kanından bir şey yapan var mı acep? Bu soruya da Turgut Uyar şu cevabı verir:
“gülsuyu, gülün kızkardeşi özbeöz
bir buğu olarak tenlerde uçuşan
gülyaprağı, gülün çocuğu özbeöz
yaşarmış gibi hep kendi okşanan
güldalı, dikenli ama güllü
ince dirençli ve kahraman
yeni bir soydandı yepyeni
kendi mezarında kendi açan bir güldü ilhan
sabah da kıpkırmızı akşam da kıpkırmızı
hep kıpkırmızı kalacak solmadan
evet “süslü püslü ve şık bir bayan”
en güzel reçelleri yapıyormuş gülün kanından”
*
Karımın bir iş arkadaşının bahçesi güllerle bezeliymiş. Kadın botanikçi, bitkilerle uğraşıyor, konuşuyor, seviyor, büyütüyor, arkadaş yetiştiriyor kendine. Benim gül sevdiğimi söylemiş bir gün kadına Gülistan…
Pazar akşamı, yemeği yemiş, ışıkları yakmıştık ki kapı çalındı. Kapıda kadın… Kökünden çıkardığı bir sürü gül fidanını naylon bir poşete sokmuş, elinde fidanlar kapıda belirdi.
Meğer gül fidanı bu mevsimde dikiliyormuş. “Bahçeye, pencerenin önüne ekin” dedi,“baharda tomurcuk açacak”. Demek görürsek eğer baharda dedemin saklı bahçesi gibi kokacak penceremizin önü!
Dikelim oraya o halde.
*
Gülün payına hep kederli hikayeler düşer. Nasıldı o hikâye sahiden?
Hani buradan çoook uzakta, Deyrulzafaran Manastırından da uzakta, bir dağın yamacında kurulu o köyde, doksanlı yıllarda geçen, o gülleri bırakıp köyünden gitmek istemeyen o adamın hikayesi… Yaz sonu. Eşkıyanın sevdiği bir ay var gökyüzünde. Böyle devasa bir kayısı renginde ay, dokunsan kanayacak. O apaydınlık gecede köylerini basmış silahlı adamlar, korucu yazıldıkları için “hainmiş” köylüler. Çoluk çocuk demeden hepsini dışarı çıkarmışlar, aynı dili konuşuyorlarmış silahlı cellatları da. Erkekleri kurşuna dizerlerken, kadın; bıyıkları yeni terlemiş oğlunu kurşunlardan korumak için üzerine atılmış, ana oğul oracıkta ölmüşler. Yaşlı adam yalnız kalmış evde. Karısının ektiği gül fidanları gelmiş aklına. Onlara şimdi kim bakacak? İş edinmiş, içini dökecek güller olsun diye evin etrafında bulduğu her yere gül ekmiş. Karısını güllerle yaşatmak istemiş. Bütün kış içine kan damlamış derken bahar gelmiş. Güller tomurcuk açmış, evin etrafı, tarla her yeri gül bürümüş. Her gül yaprağında oğlunu ve gülleri çok seven karısını görmüş, onları koklamış. Gül kokuları arasında, yas hırkası sırtında, güçten takattan kesilmiş adam bir sabah evin kapısını açmış bir de bakmış ki köyün her tarafı asker dolu… “Boşaltın bu köyü, burası güvenli değil, teröristler geliyor buraya,” demişler. Köyü boşaltmaları için birkaç saat mühlet vermişler, yanınıza hiçbir şey almayın demişler, köyü ateşe verecekler. Evin etrafını, her yeri güllerle donatmış adam inat etmiş, “gitmeyeceğim bu köyden” demiş, “ben gidersem güllere kim bakacak sonra” demiş ve oturmuş güllerin içine. Köyde herkes emre uymuş, kıymetli birkaç eşyasını alan yola koyulmuş, adam güllerin içinde taş gibi duruyor. Askerler köyü ateşe vermişler, o oturduğu yerde yangını seyretmiş. Yangın evden eve sıçramış. Onun da evini sarmış. O yerinden hiç kıpırdamamış. Yangın bu kez güllere sıçramış.
*
Kadının getirdiği fidanları bahçeye çıkardım. Köklerinde toprak var, “sonra ekecekseniz biraz su verin” dedi. Açtım musluğu, suladım fidanları naylon torbanın içinde. Aklım hep gülde, şiirde, adamda, yangında, bülbülde.
İkinci Yeni akımını Sezai Karakoç’la başlatan şairlerinden Cemal Süreya’yı bir “gül” sürmüştü piyasaya:
“Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”
Cemal Süreya’nın yanından akan başka bir coşkun ırmak da, arkadaşı Sezai Karakoç da “gül şarabıyla” sarhoş olmuştu. “Gül uygarlığı/Gül şarabının uygarlığı /Gül kokusundan mest olup /Ölüyken dirilenler gibi /Ağacağız kente şimdi” diye bas bas bağırıyordu. Bütün şiiri gülle süslüydü. Onu öyle derbeder, onu öyle umarsız, onu öyle yapayalnız kılan “Geyve’nin siyah gülleri, ak gülleri”ydi; felaketi “Mona Rosa”ydı, onun yüzünden “siyah güller, ak güller” kana batacaktı.
*
Derince bir küçük çukur açtık pencerenin önünde. Kökünde toprak olan gül fidanlarını o çukura diktik, etrafını toprakla besledik. Tam su verecekken, gök delinmiş gibi bir rahmet yağmaya başladı üzerimize. Gül fidanı yağmurun altında kaldı, biz içeri kaçtık. “Gül mü dönüyor avucumda”, elim gül fidanıyla temas etmenin hoşluğunu mu yaşıyor bilmem, bildiğim, “gül sunan bir elde daima bir miktar gül kokusu kalır” Çinliler.
Açtım kitabı, Sezai Karakoç’un şu dizleri vardı sayfada:
“Dün bir gül düştü bir taraçadan
Bahar gelmiş dedim başımı kaldırmadan
Andım o gençlik günlerini güneş kızıl bir duman
Sense yüzünden göğsünden ellerinden gül akan”