1990’lı yıllarda, o zamanlar Türkiye’nin en büyük reklam ajansı olan Manajans’ta işe girip, ajansın sahibi, Türkiye’de reklamcılık sektörünün öncülerinden Eli Acıman’ın -ki onun hepimizdeki adı Bay Acıman’dı- karşısına metin yazarı olarak çıkıncaya kadar, bir metinde kelimelerin kapladığı yere, ağırlıklarına, hacimlerine, kısacası kudretlerine dair öyle pek büyük bir inancım yoktu. Başka bir deyişle yazıda kelimelerin ağırlıklarına o zamana kadar, öyle bir gözle bakmamıştım. Gerçi gazetecilikten gitmiştim reklam yazarlığına, gazetenin de haber merkezinden… Redaktörlük yapmıştım birkaç yıldan beri, muhabirlerin haberlerini düzeltiyordum, gazetede yayınlanacak köşe yazarlarının yazılarını okuyordum, yani işin yazı kısmındaydım, orada da dil konusunda kılı kırk yaran titiz insanlar vardır, dili istediği gibi eğip büken Orhan Duru gibi bir hikayecinin yanında, Kasım Yargıcı gibi birkaç dil bilen, bir metindeki dil ve bilgi yanlışını anında fark edip yerine doğrusunu koymak için çırpınan bir dil tutkunuyla yan yana çalışıyordum ama bir kelimenin bir metinde taşıdığı ağırlığı ancak reklam metnini yazmaya başlayınca anladım, bunu da Bay Acıman’a borçluyum toprağı bol olsun.
Verdiği ilk ders şuydu:
“Bir metinden atacağın bir kelime o metinde bir anlam kaybına yol açmıyorsa o kelimeye sakın acıma; at gitsin! Bizim işimiz kelime ekonomistliğidir.”
Kim demişti sahiden? Çiçero’ya, Voltaire, Mark Twain’e, Oscar Wilde’a ve daha başkalarına mal edenler var o sözü. Önemi yok onlardan birisi söylemiş işte bir mektubunda, “Kusura bakma, kısa yazacak kadar vaktim yok,” demiş. Zordur kısa yazmak çünkü, on kelimelik bir cümleyi üç dört kelimeye indirmek yetenek ister, emek ister, çaba ister, zaman ister. Yazdığını defalarca yazıp silip tekrar yazmak; fikrin cevherine inmek, derviş sabrı ister. Bir seferinde bir broşür için Leo Tze’nin mi Konfüçyüs’ün mü olduğu kesin olmayan “Uzun bir yolculuk tek bir adımla başlar” sözünü epigraf yapıp metni Bay Acıman’a götürmüştüm. Bay Acıman okuma gözlüğünü takarak uzun bir süre metni süzmüş, belli ki epigrafı beğenmiş, ama yine belli ki filozofun sözünde atacağı bir kelimenin arayışına girişmişti. Bir süre sonra gözlüğünün üstünden bana bakarak, “Ben olsam, ikinci ‘bir’i atardım Muhsin,” dedi ve sözü şöyle okudu:
“Uzun bir yolculuk tek adımla başlar’. Nasıl? Daha iyi değil mi?”
Ne diyebilirdim ki. Haklıydı sanki.
*
Sanırım eskiden yayınevlerinde, günümüzün allamelerine benzeyen editörler yoktu. Her yazar kendi metinin editörüydü. Kuşkusuz metin onu yayınlayacak yayıncının denetiminden geçiyordu ama hiçbir yayıncı misal Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Peyami Safa, Peride Celal, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu, Mina Urgan, Çetin Altan kadar Türkçeye vakıf değildi. Onların bitmiş metinleri ellerinden çıktığı andan itibaren bitmiş metinlerdi çünkü. Çok çok bazı imla hatalarına bakabilirdi bir musahhih, eğer bazı dil, bilgi yanlışlarını yapmışlarsa da yine de o yanlışlarını musahhihler düzeltirken mutlaka yazarın fikrine başvururlardı. Mesela Çetin Altan’ın, Türker Alkan’ın, Hasan Pulur’un, Refik Erduran’ın, Halit Çapın’ın yazılarını ben veya Orhan Duru sadece okuyorduk. O yazılarda tek bir virgülün yerini bile değiştirmezdik. Bir kelimeyi, bir cümleyi atmaya kalkışmak, bir cümleyi beğenmeyip düzeltmek hiç kimsenin haddine değildi. Eğer o iyi yazarların yazılarında birkaç cümle onlardan habersiz atılmışsa, çoğu zaman istifa sebebiydi.
İşi yazı olan bir insan için dil namustur çünkü. Kimse namusuna halel gelsin istemeyeceği gibi, kimse de namusuna el sürülmesine izin vermez. En azından bir zamanlar yazarlık yapan o “deve dişi” adamlar-kadınlar için bu iş böyleydi.
*
Yazı evreninde geriye doğru bir seyahate çıkarsanız eğer, -yazdıkları kitap olarak basılmadan önce gazete ve dergilerde tefrika edildiği için ne kadar uzun yazarlarsa o kadar fazla para kazanan Dostoyevski gibi birkaç yazarın savrukluğunu bir tarafa bırakırsak eğer, zamana kafa tutarak günümüze kadar gelmiş hemen hemen bütün büyük yazarların yazdıklarına müthiş bir özen gösterdiklerini, dil mevzuunda titiz davrandıklarını rahatlıkla görürüz.
Bu konuya dair, Orlando Figes’in “Avrupalılar- Üç Hayatın Işığında Kozmopolit Avrupa Kültürü” (YKY) isimli hacimli kitabında muhteşem örnekler var. Kitapta “Avrupa kültürünün” oluşmasında muazzam bir etkisi olan Rus yazar Turgenyev’in hayatını merkeze alarak, bu kıtada yayıncılığın, dolayısıyla korsan kitabın, seyahatin, tiyatronun, resmin, müziğin ve edebiyatın gelişimini etraflıca anlatıyor bize yazar.
Onların içinde benim en çok ilgimi çeken “Madam Bovary”nin yazarı Gustave Flaubert oldu.
*
Meğer, yazarların, sanatçıların bugün sahip oldukları “yayınlanacak eserinin biçimi ve içeriği üzerinde söz sahibi olmasını” ihtiva eden “manevi hak” terimi, 1840’larda çıkmış ortaya. Eser senindir ve hiçbir yayıncı, editör senden izin almadan eserinden bir bölüm, paragraf veya cümle çıkartamaz.
Turgenyev ilk defa 1863’te bir akşam yemeğinde Flaubert’le tanışır, hemen kaynaşırlar. Turgenyev o yemekte anlatır; yayıncısı-editörünün son romanından bir şeyleri çıkarmayı önerdiğini, onun da bunu kabul ettiğini söyler Flaubert’e. Flaubert dehşete düşer. O sırada Avrupa’da bir edebiyat ilahı gibi dolaşan Turgenyev bir anda Flaubert’in gözünden ufalır, ufalır, derin bir çukura düşer. Fransız yazar Rus yazara, “sana bunu öneren adamın yüzüne metni neden atmadın, suratına neden bir tokat aşketmedin, yüzünü neden tükürüklere boğmadın” der öfkeyle. Ona göre eğer yazar serseri değilse, yayıncıya teslim ettiği metin bitmiş bir metindir, ona el sürdürmez. Yazar yapabileceği her şeyi yapmış, büyük bir çaba göstermiş, uykusuz kalmış, çile çekmiş, metne bütün ruhunu katmış ona son şeklini vermiş. Bir kişinin yerine başka bir kişi konulmayacağına göre, bitmiş bir metnin yerine de başka bir metin konulamaz. Kitap çapraşık bir organizmadır çünkü. Bir uzvunu kesmek ya da değiştirmek, bütün yapısını bozmak demektir.
*
Turgenyev’in başına gelen hadisenin bir benzeri daha önce Flaubert’in de başına gelmiştir zira. Şerbetliydi anlayacağınız Flaubert. 1856’da “Madam Bovary”yi tefrika etsin diye “Revue de Paris” dergisine verir. Kısa bir süre sonra editör, metinden bazı çıkarmalar ve değişiklikler yapmak istediğini bildirir ona. Flaubert çileden çıkar, adeta delirir. Kararlı bir sesle, “Tek virgülü dahi, hiçbir şey çıkarmayacağım, hiçbir şeyi!” diye bağırır.
Flaubert, yazdığı metinleri oya gibi işleyen, onlara ayırdığı zamanla, özenle, titizlikle tanınan bir yazarmış. Yazarken tek bir kelimeye bazen bütün bir günü ayırırmış. “Her hecenin kendi önemi, kendi rengi, kendi müziği vardı” diye yazar bir mektubunda Emile Zola’ya. Zola onun için, “Haliyle bunca uğraştan sonra, bitmiş metin onun için hatırı sayılır bir önem taşırdı. Bu kibirlilik değil, emek verdiği, ayrıca bütün varlığını kattığı şeye saygıydı” der. Figes’in yazdığına göre Flaubert, özgün metninin bütün noktalama işaretleriyle sonraki kuşaklara kalması için, bulabildiği en dayanıklı, en sağlam cinsten kağıtlara yazardı. Matbaacıların tek bir kelimesini atmadıklarına emin olmak için, prova baskıları titizlikle gözden geçirirdi. Ona göre yapılan değişikliklere göz yummak bir yazarın işleyebileceği en büyük kabahatti.
*
Genç Fransız yazar Alexandre Postel; Flaubert’in yazdığı “özgün metninin bütün noktalama işaretleriyle sonraki kuşaklara kalması için, bulabildiği en dayanıklı, en sağlam cinsten” o kağıtları uzun uzun incelemiş olacak ki, “Flaubert’in Bir Sonbaharı” (YKY) adlı kısa romanında, büyük yazarın, bugün dünya edebiyatında yazılmış en güzel hikayelerden birisi olarak kabul edilen “Aziz Julien Efsanesi” hikayesini nasıl yazdığını anlatır bize. (Merak edenler, bu hikayeyi Flaubert'in "Üç Hikaye" kitabında bulabilirler.)
Romanda, Mösyö Flaubert’in 1875 yılında, 53 yaşındayken, hayatını ele geçiren melankoli ve ölme isteğinden birazcık olsun uzaklaşmak için, bilim adamı dostu Pouchet’nin yaşadığı Concarneau’da geçirdiği iki ayı anlatılır.
Tıkanmıştır yazar, maddi sıkıntı çekiyor, sağlık sorunları var, hayal kırıklıkları yaşıyor. Martılar, kabuk değiştiren ıstakozlar, sardalya sürüleri, teşrih edilen kedibalıkları, pansiyondaki genç hizmetçi kız, döneme damgasını vuran bilimsel fikirler, akşam vakti pencereden izlenen sokağın görüntüleri arasında Flaubert, “Aziz Julien Efsanesi”nin doğum sancılarını çekiyor.
*
Üç gün hikâye üzerine çalışır Flaubert. “Anlatımın ritmi, bölümlerin sıralaması, kontrast, simetri, tekrar ve bütünlük etkilerini ve tıpkı bir kilisenin vitraylarında olduğu gibi metinde parlamasını istediği sarı, yeşil, kırmızı, mavi renklerini” düşünür, artık hikayeyi yazabilir.
İlk cümleyi yazar:
“Ne küçük Julien kadar iyi yetişmiş bir çocuk ne de onu yetiştiren anne baba kadar fevkalade bir ebeveyn vardı.”
Cümle tam içine sinmez, bir kafa karışıklığı, bir belirsizlik vardır sanki. Cümleyi yeniden yazar:
“Ne küçük Julien’den daha güzel bir çocuk ne de anne babasından daha iyi birer ebeveyn daha önce dünyaya gelmişti.”
Beğenmez. İkinci cümleyi yazar:
“Julien’in annesiyle babası bir tepenin yamacında, koruluğun ortasında bir şatoda otururlardı.”
Sonra önüne gelen hayvanı öldüren bir çocuk olan kahramanı Julien’i düşünmeye başlar. Öldürdüğü bir güvercini mesela… “Çırpınışları kalp atışlarını hızlandırıyordu” cümlesini yazar. Devamını kurgulamaya çalışan Flaubert’in aldığı notlar şöyle: “güvercini çalılıklara takılmış kurtulmak için mücadele ederken buldu.” Demek ki bulduğunda güvercin hâlâ yaşıyordu. Bu hayvanın ölmeye niyeti yoktu anlaşılan. Cinayet çıplak elle işlenmeliydi o halde. Çocuk, ölüm anında avıyla temas etmek istiyordu. Flaubert şöyle yazar:
“ve onu elleriyle boğarak bunu başardı.”
Flaubert dallardan kurtulan yaralı güvercini küçük çocuğun gözlerinden görmeye çalışır. Güvercin zayıf bir yaratıktı, bu zayıflığı çocuğu öfkelendiriyordu. Güvercinin hayatı ona yapılmış bir hakaretti, Flaubert kâğıdın sol köşesine ekler. “Bu hayatta kalma ısrarı çocuğu rahatsız etti.” Sonra ilk yazdığı “ve onu elleriyle boğarak bunu başardı” cümlesinin üzerini çizer, yerine şu cümleyi yazar, “onu boğmaya başladı.” Böylece cinayet işleme niyetinin altı daha net bir biçimde çizilmiş oldu. Cümlenin kuruluş biçimi hayvanın boğazının sıkılmasının belli bir sürede gerçekleştiği anlamını da taşıyordu. Julien, parmakları arasında hayatın yavaş yavaş zayıf bedeni terk etmesini hissediyordu. Bu tam olarak nasıl bir duyguydu? Tatmin olma mı, rahatlama mı, zevk mi? Çırpınışları “kalp atışlarını hızlandırıyor, Julien’i vahşi ve saldırgan bir şehvetle dolduruyordu. Son kasılma anında kendinden geçti.”
“Şehvet” kelimesini yazar yazmaz üzerini karalar. Kelime çok soyuttu. Cümlesini ateşleyen bir kelime değildi. Çocuğun kalp atışlarının avucunun içindeki hayvanın kasılmaları tamamen duruncaya kadar artması gibi o anının duygusundan yola çıkarak ilerlemek daha doğruydu. Çok düşünür, çocuğun hissettiği şey “şehvet” değil “neşe”ydi. Evet doğru kelime “neşe”ydi. Güçlü bir kelimeydi “neşe”. Sadece bitkinliği anlatmak yeterli olacaktı. Parmakları arasında beyaz güvercini tutan çocuk coşkulu bir çocuktu. Okuyucu bunu kolayca anlayacaktı. Yine de “şehvet” kelimesinden vazgeçmez, “neşe” kelimesinin üzerine “şehvet”i de alternatif olarak yazar.
Başka bir sayfanın arkasına artık cümle haline gelmesi gereken düşünce taslaklarını karalar:
“Kuş bir böğürtlen dalına takılı kalmıştı. Bu hayatta kalma ısrarı onu rahatsız etti. Buna bir son vermek için hayvanın boğazını sıkmaya başladı. Hayvanın iniltiye benzer sesler çıkararak can çekişmesi kalp atışlarını hızlandırıyordu. Ve bir şehvet duygusuyla başı dönüyordu. Öyle ki neredeyse bitkin düşmüştü.”
Cümlenin başlangıcını beğenmez. “Böğürtlen dalına takılı kalmıştı.” Bu cümle insan zihninde gülünç bir imge oluşturuyordu. Baştan başlar: “İki bacağı da kırılan güvercin bir kurtbağrının dallarına takılmış can çekişiyordu.” Cümleyi tekrar okur, “bacaklar”ıyı “kanatlar”la değiştirmeye karar verir. Böylesi daha dokunaklı bir etki bırakıyordu. “Kurtbağrı”nın yerine de “ladin”i koyar. Bu sesler kulağa daha yumuşak geliyor, hoş çınlıyordu. “Bu hayatta kalma ısrarı Julien’i sinirlendirdi,” cümlesi fazla soyuttu, çeviri kokuyordu. “Hayvanın hayatta kalmak için gösterdiği bu çaba” daha iyiydi ama devamını biraz sadeleştirmek gerekiyordu. “Kuşun hayatta kalma inadı çocuğu öfkelendirdi” işte şimdi oldu, daha net, daha tempolu bir cümle kurmuştu. “Buna bir son vermek için” fazla yüzeysel kalıyordu, baştan yazar: “hayvanın boğazını sıkmaya başladığında kuşun çıkardığı seslerin kalp atışlarını hızlandırdığını hissediyordu,” burada cümleye bir es verir, hemen arkasından cümleyi tekrar yazar: “hayvanın boğazını sıkmaya başladığında parmakları arasındaki kuşun çıkardığı seslerin kalp atışlarını hızlandırdığını hissetti. Bu sesler kalbini öylesine vahşi bir şehvetle dolduruyordu ve öylesine güçlüydü ki nabzının kulaklarında attığını hissediyordu. Nihayet hayvanın son kasılmasında bitkin düştüğünü hissetti.” Bu cümle taslağı Flaubert’e fazla uzun gelir, işi daha yeni başlıyordu. Sonraki gün bu paragraf üzerine çalışmaya devam eder. “Nihayet hayvanın son kasılmasında bitkin düştüğünü hissetti” cümlesinde geçen “kasılma” kelimesinin üzerini çizer, yerine “gerilme” yazar. Birkaç düzeltme daha yapar. Birkaç kelimeyi atar. En sevdiği şey, yazarken karalamayı, yeniden yazmayı, anlamı yoğunlaştırmayı, cümle bir mermer gibi sert ve pürüzsüz hale gelinceye kadar kelimeleri sıkıştırmaktı.
İki üç günlük çalışma sonunda yazdığı paragrafı son bir kez yüksek sesle kendi kendine okur:
“Kanatları kırılmış güvercin kurtbağrı dalları arasında can çekişiyordu. Hayvanın hayatta kalmak için gösterdiği bu çaba çocuğu rahatsız etti. Boğazını sıkmaya başladığında kuşun bedeninin kasılmaları kalp atışlarını hızlandırıp içini vahşi ve hareketli bir şehvetle doldurdu. Hayvanın bedeninin son gerilişinde gücünün tükendiğini hissetti.” (Alexandre Postel, “Flaubert’in Bir Sonbaharı”, YKY, s. 56-91)
Nihayet yazdığı içine sinmiş, paragraf son şeklini almıştı.
*
Flaubert için olsun, ondan büyük-küçük yazarlar için olsun, her büyük yazar için yazı yazmak, kurgu bir hayatı bize gerçek hayatmış gibi okutsun diye kendi hayatından feragat etmenin, ondan kaçmanın yegâne yoludur. Her kelimeye bu kadar büyük bir emek harcamış olan o “yazı amelelerinin” metninden bir şey atmak gururlarını ayaklar altına almak demekti. Başka türlü o metinler bu kadar yıl, zamana kafa tutabilirler miydi?