İstiklal Caddesi’nde aylak aylak dolaşıyorum. Şerbet gibi bir hava var. Caddenin bitimine doğru, İsveç Başkonsolosluğuna varmadan solda, meşhur Botter Apartmanı’nın önünde durdum. Girişinin üzerinde “Casa Botter Sanat Merkezi” levhası var, belediye dönüştürmüş sanat merkezine. İçeri girdim. 1992 yılında ölen, kendisini “hüznün ve Tanrı sevgisinin ressamı” olarak tanıtmış Burhan Uygur’un farklı dönemlerde, farklı tekniklerle yaptığı resimlerinden müteşekkil sergisi var içerde.
Bir hayli zaman oldu; bir terziler bahsinde, bir de Ferit Edgü’nün ölümü vesilesiyle yazdığım yazılarda Botter apartmanından bahsetmiştim. Ferit Edgü’nün, koleksiyonunun bir bölümünü burada tuttuğunu, binada bir yazıhanesi bulunduğunu biliyordum, bir iki kez Orhan Duru’yla uğramıştık. Beyoğlu’nda inşa edilen ilk apartmanlardandır bu apartman.
*
Uzun boylu, esmer tenli, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı, detaylara müptela Sultan Abdülhamit giyimine çok düşkün bir padişahmış. O yüzden ta Hollandalardan Jean Botter adında bir kefere terziyi getirtip bütün kıyafetlerini tam 30 yıl boyunca ona diktirmiş. Bu süre boyunca haliyle cümle Osmanlı bürokrasisinin, vezirlerin, paşaların, zenginlerin, kelam erbabının giyim stilini o terzi belirlemiş. Tasarladığı her kıyafet, İstanbul’da moda olmuş. Memleketin ilk modacısı, Jean Botter nam bu terzidir işte.
Sultan Abdülhamit’in sevgili kızı Naima Sultan, 1898 yılında Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemalettin Paşa’yla evlenince “beyaz gelinliğini” Jean Botter dikmiş. Abdülhamit gelinliği, 1867’de, henüz yirmi beş yaşındayken amcası Sultan Abdülaziz’le çıktığı ilk ve son, bir buçuk aylık Avrupa seyahatinde bir düğünde görmüş, terziye kızı için o beyaz gelinlikten dikmesini emretmiş. O da yapmış. Beyaz gelinlik de o düğünden itibaren bugüne kadar memleketimizde moda olmuş çıkmış.
Jean Botter giyim alanında her işe el atınca, 1901 yılında Sultan onun için özel bir “Moda Evi” inşa ettirmiş. Girişinde şimdi Burhan Uygur’un sergisi olan Botter Arartmanı bu “Moda Evi”dir işte. Apartmanın dış cephesi İmparatorluğun sembolü gül rölyefleri ve lalelerle süslüdür, muhteşem bir hava verir ona. İstanbul’daki en güzel beş apartmandan birisi olarak telakki edilir. İtalyan mimar Raimondo D’Aronco’nun eseridir.
Yazıyı buraya kadar okuduysanız eğer, nereye varacağımızı da anlamışsınızdır ey zeki okurlar! İster istemez apartman bahsine dalacağız.
*
Doksan küsur sene önce ilk defa seyirci karşısına çıkan ve o günden bugüne hâlâ sahnelenmeye devam eden Türk tiyatro tarihinin en uzun soluklu eseri “Lüküs Hayat”, 19 Aralık 1933 gecesi İstanbul’da perdelerini açtığında; Beyoğlu’nda apartman hayatı başlayalı neredeyse elli sene olmuştu.
“Lüks” demeyi beceremediği için kelime “lüküs” olarak yerleşti ahalinin diline. “Lüküs” lambalar vardı mesela, gaz lambasından daha parlak ışık verirdi, elektriklerin kesik olduğu zamanlarda dükkân tezgahlarını, kahvehane içlerini, şehir kulüplerini, mahfeli, halkevini bu lambalar aydınlatırdı, bir de zengin evlerinde vardı bu lambalar.
“Lüküs” sadece lambanın adı değildi; çok katlı apartmanlardaki hayat da “lüküs”tü. İçinde soğuk-sıcak su vardı, bir düğmeye dokunuyordun elektrik yanıyordu, hatta ayakyolu ve banyo için bile küçük birer oda ayırmışlardı. Ayakkabıların dışarıda bırakıldığı, terlik giyerek girilen, salonları parke döşeli, banyoları mermer fayanslı bir mekânda geçen hayat “lüküs” olamayacaktı da ne olacaktı?
“Lüküs Hayat” operetinin meşhur şarkısı şu şekilde başlıyordu:
“Şişli'de bir apartıman
Yoksa eğer halin yaman
Nikel-kübik mobilyalar,
Duvarda yağlı boyalar”
İstanbul şehrinde ilk apartmanlar Beyoğlu’nda pıtrak gibi bittiklerine göre, şarkıda neden Şişli’nin adı geçiyordu sahiden?
*
Bize apartmanı, Tanzimat getirdi. Padişah efendimiz “Haydi atın şu uyuşukluğu üzerinizden, hep birlikte Garpe koşacağız” diye ferman eyledi ama ahali fermandan, “Artık gavura gavur denmeyecek” gibi şahane bir sonuç çıkardı. Gavura mülk edinme hakkı tanınınca, gavur da koşa koşa Beyoğlu’nda, özellikle Pera’ya apartmanlar dikmeye başladı. Reşat Ekrem Koçu’nun yazdığına göre gayrimüslim zenginlerin yaptırdığı bu apartmanlar, Yahudi ailelerin oturduğu “Yahudhâne”ler ve gelir getirmesi için zenginlerin yaptırdıkları “Müteehhilîn Odaları” denilen binalardı. O zamana kadar zenginleri köşklerde, fakirleri derme çatma ahşap evlerde ikamet eden şehrin Müslüman ahalisi bir anda ortaya çıkan bu yüksek katlı binalara şaşkın şaşkın bakakaldı.
Her şey Melih Cevdet Anday’ın “Apartman” şiirinde olduğu gibi oldu:
“Dün iki katlıydı,
Bugün üç katlı
Derken
Dört katlı, beş katlı, altı katlı
Yükseliyor efendim yükseliyor,
Memleket yükseliyor”
1870 yılına geldiğimizde, eski Beyoğlu’nu ortadan kaldırıp, yeni Beyoğlu’nun inşasına yol açacak olan felaket bir yangın sardı semtin dört bir yanını. Ahşap olan her şey yandı, kagir olan binalar da kullanılmaz hale geldi. İşte çok katlı apartmanlar bu yangından sonra peş peşe inşa edildi. Gayrimüslim zenginlerin bu apartmanlara rağbet göstermesi sonucu semt genişlemeye başladı. Apartman furyası Nişantaşı ve Şişli’ye doğru yayıldı. Konağını yıkan yerine bir apartman dikti, boş arazi bulan hakeza… Romancılar, şairler, gazete muharrirleri semtin sınırlarını zorlayarak genişlemesini pek tasvip etmedi, en çok rahatsız olanlardan birisi de şair Yahya Kemal’di; “Aziz İstanbul”da şunları yazdı:
“Beyoğlu İstanbul’un parasını aldıktan sonra, şanını, şerefini, cazibesini, nesi varsa hepsini aldı; büyüdü, yükseldi, genişledi, kabına sığmadı. Sağdan, soldan, kabından taştı. Şişli’nin müntehasına (bitimine) kadar uzandı. Hiçbir taşında mazinin ruhu olmayan bu bina yığını daha büyüyecektir de… Çünkü imarı için Müslüman sahib-akaarları (gelir sahipleri) Hıristiyan zenginleri ile yarış ediyorlar. Geceleri Beyoğlu ziyalar içinde yanarken, eski İstanbul zifiri karanlıkta matemini çekiyor.”
*
İstanbul’da ilk tramvay, ilk elektrik, ilk havagazı Şişli’ye geldi. Kozmopolit bir semtti. Gayrimüslim Tanzimat burjuvazisi önce yerleşti buraya; daha sonra Cumhuriyeti inşa edecek olan kuşak onlarla burada buluştu. Şehrin yeni seçkinlerinin bu evlerde geliştirdikleri “yaşama alışkanlığı” zamanla her yere yayıldı.
Apartman dairelerinde başlayan bu “yeni hayat” çekirdek ailenin de yuvası oldu. Bu gelenek hızlıca Ankara’da inşa edilmekte olan Cumhuriyetin temellerine taşındı. Hayat “kiralık konak”lardan “Şişli’de bir apartmana” kaymaya başladı. Müslümanlar, ilk önce bu apartmanlara, ihtiyaçtan çok Batılılaşma hareketiyle başlayan özenti ve taklit saikıyla meyil etmeye başladılar. Binaları gayrimüslimler inşa ettiği için kendiliğinde “Batılı olmanın” sembolüydüler. Eğer bir apartman dairesinde yaşıyorsan, özenilen Batılı hayat tarzına birkaç adım yaklaşmışsın demekti.
*
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Kiralık Konak” romanı, işte bu yeni “derdimizin” romanıdır. Yakup Kadri’nin ilk eseridir, 1922’de, 33 yaşındayken yazmış. Romanda “İstambulin” ile “redingot” devrini kıyaslar. Büyük ev hayatının, yani konak hayatını nasıl yozlaştığını anlatarak başlar hikayesine.
Damadı Servet Bey, kayınpederi Naim Efendi’nin eski konağını ve buradaki hayat tarzını beğenmiyor, vakit buldukça Şişli’de inşa edilmiş elektrikli, banyolu yeni apartman dairlerini gezmeyi çok seviyor. Burada gezerken kendini herhangi bir Avrupa şehrinde hissediyor damat. Şunları yazar Yakup Kadri:
“Doğduğu günden beri aradığı havayı nihayet İstanbul’un bu mahallesinde ve bu yeni evlerde bulabilmişti. Vakıa bu apartmanların merdivenlerinden çıkarken: ‘Ne yazık asansör yok!’ diye hayıflanıyordu, fakat üzerinde zarif beyaz bir plaka Türkçe ve Frenkçe numarası yazılmış, zil düğmesi parıl parıl parlayan kapılardan içeriye girip de burnu boyanmış parkenin kokusunu alır almaz adeta içi açılıyor; ocağı çini taklidi Frenk tuğlalarıyla döşenmiş mutfaklarda dakikalarca kalıyor, sonra o odadan bu odaya fesi elinde hayran hayran dolaşıyordu. Kendi kendisine: ‘Burası Salle a menger, burası fumoir, burası salon, burası kütüphane, burası budvar, burası yatak odası; ikinci bir yatak odası!’ diyor ve nihayet alafranga apteshane ile banyo odasının tokmağına elini uzatır uzatmaz çıkıp caddeye bakıyordu; cadde, genişliği, gürültüsü, telgraf, telefon, tramvay telleri, otomobilleri, ortasından geçen rayları, duvarlardaki ilanları ile onun beyninde tamamiyle bir Avrupa şehir manzarasını canlandırıyordu” (s. 154-155)
Çocuklarıyla bu apartmanlardan birisinde “Avrupai bir hayat” hayalini kuran Servet Bey’e şunları söyletir yazar:
“Şişli’de o mükemmel ve yeni apartmanlar dururken burada bir göçebe halinde yaşamanın manasını anlayamıyorum. Koca evde adamakıllı bir banyo odası bile yok. O hantal hamamı yakmak için üç gün evvel hazırlanmak, üç çeki odun yakmak, ikide bir de kazanını sıvattırmak, ikide bir de kurnalarını tamir ettirmek lazım geliyor. Bu şerait dahilinde ayda bir kere bile yıkanmak nasip olamıyor.”
Oysa Şişli’deki apartmanlarda kuyunun kırık çıkrığı kimsenin derdi değildir, kovanın dibi delik olmuş kimin umurunda, musluğu çevir su aksın, düğmeye dokun elektrik yansın, bir kibritle havagazını yakıyorsun, yemeğin pişer, suyun ısınır, sobayı yakmıyorsun, kömür üflemiyorsun, marsık kokusunu ciğerlerine çekmiyorsun, öyle bir “lüküs hayat” ki yan gel yat! “Kiralık Konak”, aynı konakta yaşayan üç ayrı kuşağın aralarındaki derin görüş ayrılıklarının, hayat biçimi farklılıklarının, bir ailenin çöküşü üzerinden bir imparatorluğun değişen “yaşam alışkanlıkları” karşısında hepten çöküşünün romanıdır.
*
Şarkı sözlerinin yazımında Nazım Hikmet’in de payı bulunan “Lüküs Hayat” opereti 1933 yılının aralık ayının 19’unda perdelerini açtığında, Cumhuriyet on yaşına girmişti. Her yerde “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” diye başlayan “Onuncu Yıl Marşı”nın sözleri yankılanıyordu. O sene eğlence yerlerinin kapanma saati 23’e çekildi. Fazla eğlenmenin, vur patlasın, çal oynasının zamanı değildi, erken yatıp erken kalkacaktık, bir sürü iş yapmıştık on yılda ama daha yapacak dağ kadar işimiz vardı. Sinema, varyete salonları, tiyatrolar erkenden kapanmakla kalmayacak “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının devamı olarak “Ekler, Glorya, Majik” sinemalarının gavurca adaları sırayla “Yıldırım”, “Saray” ve “Türk” olarak değiştirildi, “Artistik” sinemasının adı da “Sümer” oldu. “Yerli Malı Haftası” da o sene resmileşti, ilk adı “İktisat ve Tasarruf Haftası”ydı, benim ilkokul yıllarıma kadar süren bu uygulama, sanki hepimiz ecnebi ithal malları evde bırakmışız gibi ceplerimize ceviz, kuru üzüm, bulabilirsek eğer elma, portakal doldurarak okula gidiyorduk.
Bir maskeli balo dekorunda geçimini hırsızlıkla sağlayan birkaç kafadarın gözüyle Batılılaşma cereyanın şehre dalga dalga yayılmasını komik bir dille anlatan “Lüküs Hayat” opereti anında “milliyetçi gençlerin” hışmını üzerine çekti.
Çok değil iki sene önce, Peyami Safa’nın meşhur romanı “Fatih-Harbiye” yayınlanmıştı. Romanı yayınlandığında cumhuriyet henüz 8 yaşındaydı. 1930’lu yılların başıydı. “Yeni bir ulus” yaratmak ve bu “yeni ulusa” yeni bir “genesis” aramakla meşguldü “ulustan önce var olan” devletimiz. Peş peşe gelecek olan zamana yayılmış “devrimlerin” her biri yeni bir “çığır” açıyordu insanımızın hayatında. Her değişim, değişimi destekleyenler ile geleneği muhafaza etmek isteyenler arasında derin uçurumlar yaratıyordu.
Romanın müellifi Peyami Bey’e göre “cumhuriyet bir kültürel yarık” üzerine yükseliyordu. Yazarın derdi, Nurdan Gürbilek’in “Sessizin Payı” kitabından aktardığına göre, “Yeni kurulan cumhuriyeti bir tramvay hattıyla birbirine bağlanmış ‘iki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik’ üzerinden okumaktı”. İki ayrı semti, iki ayrı dünyayı anlattı Safa romanında... Modern, seküler ve asri olanı temsil eden Harbiye (Şişli) ile fakirliği, geleneklere bağlılığı ve dindarlığı temsil eden Fatih... Gürbilek’e göre Safa’nın sözlüğünde Fatih ud, Harbiye kemandır. Fatih ezan, Harbiye balodur. Fatih saz peşrevi, Harbiye cazdır. Fatih ahşap, Harbiye taştır. Fatih hacı yağı kokusu, Harbiye parfümdür...
Birbirine değmeyen iki ayrı kutuptan bahsediyordu muharrir.
Zaten Peyami Bey, “kutuplaşma dramının” yazarı olarak da görüyor kendini. “Kültürel zıtlıklar” bir yazar olarak onun asıl meselesiydi. Ona göre “Doğu-Batı kutuplaşması” veya “çatışması”, “Türk ruhunun en büyük işkencesidir.”
Şunları yazar romanında:
“Birbirine zıt birtakım hayaller gözünün önünden geçiyor ve kendiliklerinden bir sürü mukayese unsurları teşkil ediyorlardı. Fatih sokakları, Beyoğlu caddesi, başörtülü kadınlar sarıklı adamlar, otomobiller, şahnişleri çarpılmış, kaplamaları çatlamış tahta evler, karanlıklar, helvacı sesleri, apartmanlar, kuvvetli elektrik ışıkları, Maksim salonu. Şinasi’nin odası, yerde notlar, Şinasi’nin kabarık saçları, sinemada gördüğü Avrupa salonları, insanlar arasındaki ince münasebetlere ait birçok intibalar, büyük bir kilise kapısı, Beyoğlu’ndaki kapalı çarşılar, yüksek taş binalar arasında şerit kadar ince bir mavi hava görülen sokaklar, Fatih Camii’nin avlusu, ezan sesleri, yangın kokuları, beşik gıcırtısı…” (Fatih-Harbiye, s.45)
Peyami Safa’ya göre, taştan ev tahta evden, elektrik petrolden, otomobil at arabasından, makine hayvandan ve lâvanta hacıyağından daha iyidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir”in “İstanbul” bölümünden şehri istila etmeye başlayan Yahya Kemal’in “Hiçbir taşında mazinin ruhu olmayan bina yığını” diye tarif ettiği apartmanlaşmaya dair şunları yazar:
“Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.”
*
Cumhuriyetle birlikte değiştirdiğimiz bir yığın şeyin içinde değiştirdiğimiz en önemli şey “medeniyet” değişiklidir. İslam medeniyetini bırakıp Batı medeniyetine dümen kırdık. Bu değişikliğin mekânı da apartmandır. İkinci Cihan Harbine kadar bir apartman dairesinde yaşamak, bizim için “Avrupai bir hayatın” gereğiyken, harpten sonra başlayan köyden şehirlere göçle birlikte, herhangi bir apartmanda yaşamak bir “ihtiyaç” haline geldi. Bu durum da konut ihtiyacını büyüttü. Ama apartmanda yaşamak herkesin harcı değildi. Refik Halit Karay, Selahattin Enis, Halide Edip, Münevver Ayaşlı, Reşat Nuri Güntekin gibi romancıların eserlerinde anlattığı o dönemin apartman daireleri halkın gözünde “günah” mekanlarıydı zira bu daireler çoğunlukla “garsoniyer” olarak kullanılıyordu. Hem apartman, insanı tabiattan kopartıyordu. Küçücük bir arasının üzerinde üst üste evler ne bahçe var ne de yeşillik, nereye baksan betondan kutular. Oysa bizim geleneksel, bahçeli evlerimiz böyle miydi? Ama mimarlar kimseyi dinlemiyordu. İhtiyaç değil, en büyüğünü yapmak, en görkemlisini inşa etmek derdindeydiler. İnsan tabiattan uzaklaşarak beton kutulara hapsedildi. Batılı mimarlar bunun farkına erken vardılar. Apartmanlara balkonlar ilave edildi. Sezai Karakoç’a göre bu balkonlar, “Ölümün cesur körfezi”ydi. Dairlere birer uzuv gibi eklenen bu balkonlar ne yazık ki günümüze kadar bu dairlerde yaşayan insanların, vaktiyle büyüklerinin oturduğu bahçe içinde, sofalı evlerin huzurunu hâlâ vermiş değil.
Batılı hayat tarzının, zengin konaklarının muadili olarak hayatımıza giren apartmanlar, köylülerin şehirlere göç etmesiyle bu vasıflarını yitirmeye başladılar. Dairler bırakın “lüksün ve şatafatın” mekanı olmalarını, tam tersine nefes alınmayan, tıklım tıkış basık tavanlı, içinde çiğ bir ampul yanan, her tarafı yemek kokularıyla dolu betondan hapishanelere dönüştüler. Zenginlerin bir zamanlar rahat bir hayatın mekanı olarak gördükleri apartmanlardan kaçışlarının tarihi de bu dönemde başladı. Onlar için geçmişin konaklarının, köşklerinin, yalılarının çağdaş bir versiyonu olan şehir dışında inşa edilmiş villalar yeni sığındıkları haline geldi.
*
Şehirlere göç eden köylüler, apartmanlarda yaşama şansına sahip olamadıkları için, işgal ettikleri hazine arazileri üzerine “gecekondu” denilen bir ev türünü icat ettiler. Bir zamanlar sol edebiyatın da güzellemeler yaptığı bu derme çatma yapıların içinde yaşayan insanlar, zamanla zenginleştikçe bu evleri apartmanlara dönüştürdüler. Apartman tamamdı ve sıra ona bir isim bulmaya gelmişti. Bu yazıyı; Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” romanında bu isim bulma meselesini anlattığı şahane bir parçayla bitireyim en iyisi:
Romanın kahramanı Aysel, sabah saat 7.20’de Ankara sokaklarında ölmeye yatmak için bir otel ararken anlatmaya başlıyor:
“Sabaha doğru Küçükesat'taydım. Küçükesat'ın bütün sokaklarını dolaştım. (…) Sonra bir apartman adı gördüm: Şencan Apartmanı. Yapı sahibi bu adı nasıl koymuştur acaba apartmanına? Bir akşam yemeğinde bütün aile toplanmıştır. Bu mirasta hakkı olan herkes bir şey söylemiştir. Anne: ‘Adı, Uğur olsun’ demiştir. Kızı beğenmemiştir: ‘Yuva olsun’ demiştir. ‘Yuva Apartmanı’. Küçük oğlan, babasının dizine sıçramış, ‘Şimşek!’ demiştir. ‘Baba, baba, Şimşek koyalım adını!’ Anne tiksintiyle bağırmıştır: ‘Olmaz! At ya da köpek adı gibi bir şey. İstemem!’ Küçük oğlan babasının dizinde hoplamıştır: ‘Şimşek, baba, Şimşek!..’ Duvarlar taze boya kokuyordur. Babanın ya da annenin tansiyonu yoksa, en üst kata yerleşmişlerdir. Kimsenin tepelerinden halı silkmesine ve gürültü etmesine izin vermemek için... Yeni eşyalar satın almışlardır. Kiracılarını sora soruştura seçmişlerdir; yaşayışlarına dikkat kesilmişlerdir. Apartmanın adını siyah mermer üstüne mi yazdıralım, yoksa ışıklı cam üstüne mi, diye de tartışmışlardır. Apartmanın adı ve adın yazılacağı levha, gece saatlerini doldurmuştur. Baktı ki baba, her kafadan bir ses çıkıyor, kestirip atmıştır: ‘Adı Emek olsun!’ Buna hem babanın kız kardeşi hem annenin erkek kardeşi karşı durmuşlardır: ‘Sen işçi misin? İşçiler koyarlar böyle övüngeç adları!..’ Yine anlaşamadan yatmışlardır. Ertesi sabah anne, kahvaltıda, bütün gece uyuyup uyanıp da kafasında oluşturduğu adı söylemiş, gerekçesiyle açıklamıştır: ‘Hem mal canın yongası olduğu için, hem sen bey, apartman yapılsın diye canından can kattığın için, hem de Allah hepimize içinde neşeyle şen şatır oturmayı kısmet etsin diye, adını Şencan koyalım bunun. Kul da sever, Allah da sever bu adı.’ Her biri kendilerini alıştırmak için bir süre, ‘Şencan, Şencan, Şencan...’ diye tekrarlamışlardır. Kiminin içi pek yatmamıştır ama, bir eleştiren olursa, ‘Ben de hiç sevmemiştim zaten’ demek üzere düşüncelerini kendilerine saklamışlardır.
Neyse ne, apartmanın adı Şencan'dı işte. Belki de soyadıdır ailenin…”
*
Cumhuriyetin 10. yılında, “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.” Cumhuriyetin 100. yılında ise “Beton yığını apartmanlarla doldurduk ana yurdu dört baştan.” Şimdi en ufak bir yer sarsıntısında o beton yığınlarının molozları altında kalıyoruz her defasında şaşıraraktan.
*
Botter Apartmanın girişinde sergilenen Burhan Uygur’un “her çırpınışımda ayrı bir neşter vururum kendime ve her neşter darbesiyle içimden ayrı bir renk kanar” diye tanımladığı resimlerine bir süre baktıktan sonra, bu yazıyı yazmak üzere Tünel’de bir kafe aramaya çıktım.