Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Entelektüel gıdasını çiğ, rahatsız edici, göz köreltici, dimağ kurutucu ışığının aydınlattığı cep telefonunun küçük ekranından alan, ruhunu doyurmak için bunu yeterli sayıp o sırada konuşulan, tartışılan mesele neyse o konuda sarf edebileceği en az üç cümle biriktirmiş olan, böylece kendini muazzam bir bilgiyle donanmış bir allame sanan zamanın sosyal medya feylesoflarının hüküm sürdüğü bir dönemde; yaklaşık dört yüz sayfalık bir romanı (Henüz Türkçeye çevrilmemiş “Herscht 07769”) tek bir cümleyle yazmış, kullandığı tek noktayı kitabın sonuna koymuş; uzun, neredeyse soluksuz cümleleri sayfalarca süren, birbirinden virgülle bölünmüş ama asla birbirinden kopmayan cümlelerin anlattığı şeyler bir süre sonra manasız, kör bir şiddete dönüşen; kaosun, absürdün, akla aykırı Kafkaesk (“Kafka okumadığım zamanlarda Kafka'yı düşünüyorum. Kafka'yı düşünmediğim zamanlarda onu düşünmeyi özlüyorum. Bir süre düşünmeyi özledikten sonra, onu çıkarıp tekrar okuyorum”) durumların iç içe geçtiği, herkesin her şeyin değişeceğine inandığı ama hiçbir şeyin hiç değişmediği, her şeyin kendisi gibi kaldığı, zamanın bir yere sakız gibi yapıştığı, kendini tekrar edip durduğu, ilerlemediği, her şeyin kaskatı kesildiği, tabiatın, insanların, manasız hayatlarının donduğu bir atmosferde geçen, “kıyametvari terörün ortasında sanatın gücünü yeniden gösteren, etkileyici ve vizyoner eserler” yazdığı için 2025 Nobel Edebiyat Ödülünü Macar romancı, senarist László Krasznahorkai’ye verdiler. Cep telefonları ve ona benzer aletler aracılığıyla aydınlanan, burada yazdığım yazılara bile “ne kadar uzun yazıyorsun, biraz kısa yaz” diye serzenişte bulunan, bestseller ve “kişisel gelişim” kitaplarına alışkın, kendi berbat hayat hikayelerini roman sanan, edebiyatı sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıfı ortadan kaldırma aracı olarak gören, kitaplarda heyecan ve sosyal medyada paylaşmak üzere ilginç bilgiler arayan, bulduğu bilgiyi kaynak göstermeden babasının malı gibi kullanan, okuduğu cümlenin sonunu getirmeden sıkılan okurları şimdiden uyarıyorum; bu yazarın kitaplarını sakın almayın, bir sayfasını bile bitirmeden bir köşeye atarsınız, benden söylemesi. Evet, adını telaffuz etmenin bir hayli güç olduğu (okunuşu Laslo Kasnahorkai) bu yazar kesinlikle size göre değil. (Heyecan, aksiyon, macera arıyorsanız Dan Brown’ın yeni kitabı her kitapçıda sizi bekliyor.)

        Ben tek romanını, vaktiyle, 2013 yılında Can Yayınları arasından çıkmış “Şeytan Tangosu”nu okudum şimdiye kadar. Hakikaten de sıkıcı... Kitapta zaman ilerlemiyor. Yazar bize donmuş hayatları, donmuş bir zamanda anlatıyor. On iki bölüme ayrılıyor roman. İlk altı alt bölümde zaman kronolojik olarak ileri gider. Sonraki altı bölümde ise aynı tempoyla geri döner. 1'den 6'ya, 6'dan başlayarak 1'e... Hikaye kendi kendini tekrar eder. Bir kısır döngü gibi.

        *

        Roman, memleketin kırsalında, küçük bir köyde, rüzgarın oraya savurduğu bir kalabalığın, terkedilmiş bir kolektif çiftlikte durmadan dans edip içki içerek birisini bekleyen, rengini ve yaşama sevincini hepten kaybetmiş bir grup insanı anlatıyor. Ürkütücü bir bekleyiştir onlarınki. Her şey çürümüştür, insanlar çürümüş, binalar çürümüş, su çürümüş, rüzgâr çürümüş ve en önemlisi umut çürümüştür. Berbat, kesif bir koku sarmıştır etrafı. İnsanlar durmadan dans edip içiyorlar. Üstleri başları berbat, pejmürde…. Birisini bekliyorlar. Bir kurtarıcıyı. Ama asla Mesih değil. Irimias adında tuhaf bir kurtarıcıyı. Belki de bekledikleri Şeytan’ın ta kendisidir. Durmadan yağmur yağar. Bardaktan boşanırcasına… Okumuşsanız eğer, Kemal Tahir’in “Rahmet Yolları Kesti” romanında olduğu gibi. Ama yağmur bu çürümeyi alıp götürmez. Sadece çamuru daha vıcık vıcık hale getirir o kadar. Bu korkunç atmosferde insanlar bir şeyler yapıyor ama aslında hiç kimse hiçbir şey yapmıyor. Herkes konuşuyor, ama kimse sesini kimseye ulaştırmıyor. (Tıpkı son yıllarda memleketimizde ve birçok memlekette olduğu gibi!) Sıkıcı bir atmosferde geçen sıkıcı bir romandır evet. Tıpkı hayatlarımız kadar sıkıcı. Ritmi hayatın ritmine benziyor. “Hayatı dinleyin benim cümlelerimi duyacaksınız” demişti hınzır herif bir mülakatında. Devamında şunları söylemişti:

        “Kitaplarımı okumamış olanlara önerebileceğim bir şey yok; bunun yerine dışarı çıkmalarını, bir yere, belki bir dere kenarına gidip, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden, bir taşa sessizce oturmalarını öneririm. Sonunda kitaplarımı okumuş gibi olacaklar.”

        *

        “Şeytan Tangosu”, Macaristan’da 1985 yılında yayınlandı. Kitap kısa sürede bir edebi sansasyona yol açtı. O sırada komünizm can çekişiyordu ülkede. Yoksa bu “vatan haini” memleketi mevcut rejimden kurtaracak bir kurtarıcıyı mı ima ediyordu? Ona sorsan, o bu tür “politik mesajların” peşinden koşan bir yazar değildi. (“Ben bir şeye inanmakla ilgilenmiyorum, inanan insanları anlamakla ilgileniyorum.”) Onun derdi hayattı, insandı. Siyasi baskılar insanı aptala çevirir, zihnini köreltir amenna, ama tuhaf olan, edebiyat eleştirmeni Walt Hunter’in deyimiyle “insanların buna boyun eğmeye gönüllü olmalarıdır”. Rejimlerin tümü birbirine benzer. Hiç kimse vaat ettiği cenneti yaşatmaz yurttaşlarına. Hangi rejim altında yaşarsa yaşasın, insanlar kaotik bir dünyada yaşıyorlar aslında. Kendisiyle yapılan bir mülakatta, kitabının yayınlandığı dönemle iki binli yılların kıyaslanması istenir ondan. Verdiği cevap şöyle:

        “Benzerlik şaşırtıcı. Her şey değişmiş gibi görünüyor ama özünde her şey aynı. Hızla akan, gürül gürül akan bir derenin yüzeyini düşünün; köpüğün içindeki tek bir kabarcığın dönerken nasıl kırıldığını, minik damlalara nasıl bölündüğünü, sonra tekrar birleşerek minik bir akıntıya nasıl dönüştüğünü ve yoluna devam ettiğini... Damlaları izliyor ve tek bir damlaya odaklanmaya çalışıyorum. Bu imkânsız. Damla yok. Bir şekilde, her an farklı ama aynı olan tek bir bütün var. Ama bütün yok. Parçalar da yok. Öyleyse ne var orada? Sürekli değişen bir değişmezlik var. Kavranamayacak kadar.

        Yazarken “dilde güzellik” arıyor, “cehennemde eğleniyor”. Yazdıklarına tezat, muzip ve bir mizahçı gözüyle bakıyor dünyaya, “Zor zamanlarda gülmekten başka ne yapabiliriz?” diye soruyor. Nobel aldığında hissiyatı sorulduğunda, “Nobel ödülünü ilk kez alıyorum” cevabını verdi. The Economist dergisine verdiği bir mülakatta, “İnsanın iyi ile kötü arasında bölünmüş bir yaratık olduğunu söyledi. “Günlerin nasıl geçiyor?” sorusuna da “Pazartesi, çarşamba ve cuma günleri insanların iyi taraflarını; salı, perşembe ve cumartesi günleri ise kötü taraflarını düşünüyorum. Pazar günleri ise dinleniyorum,” cevabını verdi.

        *

        1954 yılında, Macaristan’ın güneydoğusunda (her yerin güneydoğusu var), Romanya sınırına yakın, ilk romanı “Şeytan Tangosu”na da mekân olan Gyula adında küçük bir köyde dünyaya geldi. Ailesi orta sınıfa mensuptu. Annesi yönetici, babası avukattı. İkisi de rejim için “makul vatandaş” değil, “düşman unsurlar”dı. Rejimin vatandaşa yaptıklarını annesi babası özelinde erken yaşta öğrendi. Hukuk ve edebiyat okudu. On dokuz yaşındayken ailesine isyan etti ve gönüllü sürgünde ötekileştirilmiş sakinleriyle birlikte yaşamak için yoksul kırsal kesime gitti. Ülkenin ücra köşelerinde var olan ve nispeten müreffeh Macaristan'ın uluslararası imajıyla tam bir tezat oluşturan yoksulluk dünyasında, çiftliklerde ve tarımsal işletmelerde basit işlerde çalıştı.

        Memleket dışına, Berlin’e ilk defa 1987 yılında gitti. Almanlardan bir burs almıştı. Bu şehirde bir yılını geçirdi. (Sonra Berlin’i mesken tuttu.) Duvarın yıkılışına tanık oldu. Hareket özgürlüğü biraz daha genişlemişti. Moğolistan, Çin ve Japonya gezisine çıktı. Bu seyahat edebiyatını çok etkiledi. 1988’de “kült filmlerin” yönetmeni Macar Bela Tarr ile çalışmaya başladı. Birlikte birçok önemli filme yönetmen ve senarist olarak imza attılar. Tarr, “Şeytan Tangosu” romanını yaklaşık 8 saatlik bir filme dönüştürdü.

        İkinci romanı olan “Direnişin Melankolisi”ni 1989 yılında yayınladı. Hikâye Karpat Dağları’nın gölgesinde küçük bir Macar kasabasında bir korku atmosferinde geçiyor. İsveç basınında çıkan yazılardan öğrendiğime göre bu romanında, izole ve kasvetli bir ortamda depresif ahalinin aniden delirmesini anlatır yazar. Küçük köyde su kulesi aniden sallanmaya başlar, kilise çanları susar, trafikteki bütün araçlar durur. O sırada bir sirk gelir köye, beraberinde sergilenmek üzere bir mavi balina leşi getirmişler. Ester kocasının cesedini parçalara ayırmayı hayal eder, bir müzik dehasında işitilmemiş bir armoni yayılır ortalığa, fonda durmadan yağmur yağar, çıkmaz bir sokakta eski bir buharlı lokomotif bekleyip durur. Birbirinden kopuk olayları “yıpranmış raylar üzerinde giden uzun yük trenleri gibi sallanan cümleler”birbirine bağlar. Kıyametvari bir şiddet hüküm sürmeye başlar her yerde.

        “Aslında tüm bunlar artık kimseyi şaşırtmıyordu; hayata hakim olan vaziyet, her şeyi olduğu gibi demiryolu ulaşımını da etkilemişti: Alışılmış düzen şaibeli hale gelmiş, günlük alışkanlıklar durdurulamaz biçimde büyüyen karmaşa tarafından alt-üst edilmiş, gelecek kuşkuyla dolu, geçmiş muğlak, gündelik hayatın işleyişi ise kestirilemez olmuş, çürütücü zararın sadece semptomları hissedilebildiği için esas sebepler erişilemez ve ölçülemez biçimde belirsizleşmiş, bir daha tek kapının dahi açılamaz olması ya da buğday başaklarının toprağın içine doğru büyümesi bile bir kabulleniş içinde normal sayılmaya başlamış ve böylece insanların, şu anda köydeki tren istasyonunda bulunanların yaptıkları gibi, hakları olan ancak sınırlı sayıdaki oturacak yerleri kapmak ümidiyle, neredeyse açılamayacak derece donmuş kapıdan içeriye doluşmaktan, yani hâlâ elde edilmesi mümkün olan geriye kalmış ne varsa tamah etmekten başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı.” (s.11-12)

        Susan Sontag, bu romanı okuduktan sonra onu “kıyamet efendisi” ilan etti.

        *

        Kitaplarını okuyanlar, onun Macaristan’daki komünist rejimin yarattığı atmosferi tasvir ettiğini sanır ama o kendini “politik meselelerle fazla meşgul” bir yazar olarak görmez. Yazdıklarının “zamansız” olduğuna inanır. Her yerde zaman hayatın akışından bağımsız olarak akıyor. Her yerde baskı ve şiddet kol geziyor. Memleketi Macaristan komünizm felaketinden kurtuldu, post-modern diktatör Viktor Orban denilen adamın egemenliğine girdi. Eskiden durum kötüydü, şimdi berbat! Yoksulluk ve açlık her yerde var. İnsanlar dünyanın birçok ülkesinde baskı altında yaşıyor ve bunun nedenini ne yazık ki kimse doğru teşhis edemiyor. Böyle bir dünyada, yazdıklarına benzer tuhaf şeyler, her yerde olabilir. Su kulesi sebepsiz yere sallanmaya başlayabilir veya bir gün küçük bir kasabasının ortasında aniden dünyanın en büyük hayvanı olan bir balina belirebilir. Tıpkı memleketimizde olduğu gibi; elli seneden beri, on binlerce insanımızın hayatına mal olmuş, biriktirdiğimiz servetin önemli bir kısmını kemirmiş bir “dahili harbin” sonu aniden belirebilir, insanlar el birliğiyle sevinç içinde bu beladan kurtulmak için çalışmak yerine, birileri sonuçları “muarızlarına” yarayabilir diye bu gelişmeye karşı çıkabilir, onu sabote etmek için her türlü yalana başvurabilir. İki sene boyunca Gazze denilen bir şehre her gece bombalar yağabilir. Çocuklar açlıktan öldürülebilir, uykuları kanla bölünebilir. Kadınlar, yaşlılar bombalarla paramparça edilebilir. Dünyanın diğer yerlerinde çal oynasın vur patlasın hayatı sürebilir. Üstelik olup bitenlere çok az kişi sesini çıkarabilir. Sesini çıkarmayanlar olup biten her şeyi inkâr yoluna gidebilir. “Kıyametvari terör” kâinatın her bucağına nüfuz edebilir.

        İyi romanların anlattığı şeylerin yeri ve zamanı yoktur. Goethe’nin iki yüz küsur sene önce sözünü ettiği “dünya edebiyatı” böyle bir şeydir işe. Bir Macar Gazze’yi anlatabilir, bizden birisi İzlanda’daki balıkçıya ancak roman aracılığıyla ulaşabilir.

        *

        Nobel Edebiyat Komitesi, birkaç yıldan beri geçirdiği “iç sarsıntıyla” seçimlerinde birçok kişiyi hayal kırıklığına uğratıyordu. İlk defa bu sene, “sanki Nobel ödülü böyle bir yazar için konmuş” denilen bir romancıya gitti ödül. Dünyanın belli başlı edebiyat eleştirmenleri seçimden pek memnun. Kolay tüketilebilir popüler edebiyatın her yeri sardığı bir dönemde ödülün bu zor yazara gitmiş olması, edebiyatın hiç de kolay bir sanat olmadığını gösterdi tekrar. Eğlence farklı edebiyat farklıdır. Bu seçimiyle komite, “herkes kendi yoluna” demiş bulundu. İyi edebiyat rahatlatmaz, tıpkı ayakkabının içindeki taş gibi, daima rahatsızlık verir.

        *

        “Kıyametvari terörün” hüküm sürdüğü bu karanlık çağda, İblisin memesinden süt emen, Şeytanla tango yapan muktedirlerin karşısında duracak “kıyamet ustaları” varsa hâlâ, su çürüyebilir ama umut çürümez.