Yazarlığa başladığı günden bugüne, aradan geçen 30 yılda kitapları bütün dünyada çeyrek milyar satmış olan Dan Brown’ın Türkçeye “Sırların Sırrı” adıyla çevrilmiş olan yeni romanı vesilesiyle, “seçilmiş kişi” olarak kendisiyle bir mülakat yapan Ertuğrul Özkök’ün sorduğu bir soruya verdiği cevap; çarşamba günü çıkan yazımda anlattığım “Bronz Boğa” efsanesi üzerine beni tekrar düşünmeye sevk etti.
Soru ve cevaba gelmeden önce şunu söyleyeyim.
Edebi kaygı gütmeden, yazdığı her satırı, yaptığı her numarayı, rastladığı her tuhaf bilgiyi biraz daha fazla kitap sattırmak için kullanan bu çok zeki, şeytana pabucunu ters giydirecek kadar yaratıcı yazar yetişme macerasını Özkök’e anlatırken, çocukluğunda okuduğu kitapların herkesin bildiği kitaplar olmaması; yetişkinliğinde de okudukları arasında John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanının yanı sıra birkaç gerilim romanı yazarını sayması ve klasiklerden Shakespeare dışında hiçbir yazarın adını anmaması oldukça ilginç geldi bana.
Demek herkes Cervantes’i, Balzac’ı, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Marcel Proust’u, Faulkner’i, Conrad’ı ve adını saymadığım diğer büyük yazarları okuyarak yazar olmuyor; bunları okumadan da bütün dünyada kitapları çeyrek milyar satmış olan bir yazar olmak mümkün.
Gelelim sözünü ettiğim soru ve cevaba.
Genellikle meşhur yazarlarla yapılan mülakatlarda, -bu gelenek mülakat denilen tür çıktığından beri sürüyor sanırım-, yazarın yeni çıkan veya kısa bir süre sonra çıkacak olan kitabı üzerine uzun uzun konuşulduktan sonra, görüşmenin sonunda röportajı yapan kişi yazara “Tezgâhta ne var, bize yeni projelerinizden bahseder misiniz?” sorusunu sorar. Şimdiye kadar okuduklarımdan soruyu soran gazeteciyi “tersleyen” bir yazara rastlamadım, -belki de nezakettendir-, yazar da kem küm eder, tezgâhta bir yığın fikrin kendisini beklediğini söyler, bazıları da sahiden de ondan sonra gelecek olan kitabıyla ilgili başlar car car konuşmaya.
Ertuğrul Özkök, mesleğe yeni başlamış bir “çaylak” olmadığından, “röportajın at binmeye benzediğini; ya at ya binici iyi olacak, ikisi iyiyse tadından yenmez” kuralını çok iyi bildiğinden, mülakatın sonunda Dan Brown’a acemi gazeteci ağzıyla “Bize yeni projenden bahseder misiniz?” demiyor; yeni kitabında Prag’ı seçtiği gibi her kitabında dünyanın bir şehrini hem mekân hem roman kahramanı olarak seçen velut yazara “Son sorum şu: Bundan sonra karakter olarak hangi şehir gelecek?” sorusunu soruyor. Yazar, bu soru üzerine, “Çocuğunuz var mı?” diye karşı bir soru soruyor Özkök’e, Ertuğrul Bey de “Evet” cevabını verince, işte bu yazıyı yazmama sebep şu ilginç cevabı veriyor:
“Tamam. Şunu hayal etmenizi istiyorum. Eşinizin yeni doğum yaptığını, sizin de hastanede olduğunuzu hayal edin. Onun yatağının yanında oturuyorsunuz, o da yeni doğan bebeğini kucağında tutuyor. ‘Bu çocuktan sonra bir sonraki çocuğa ne isim vereceğiz?’ diye soruyorsunuz? Bence bu iyi bir soru değil.”
Şimdi geliyorum önceki yazımda sözünü ettiğim Bronz Boğa efsanesine.
*
Çarşamba günkü çıkan yazımı okuyanlar efsaneyi hatırlayacak, okumamış olanlar için bir iki cümleyle özetleyeyim:
Antik dönemde, Sicilya dolaylarında zalim bir tirana bir heykeltıraş, bronzdan bir boğa heykeli yaparak hediye eder. Boğanın karnında bir kapak var, bu kapaktan suçlular içeri sokuluyor, altında ateş yakılıyor, bronz ısındıkça içerdeki insan yavaş yavaş pişmeye başlıyor. Can havliyle attığı çığlıklar da heykelin ağzına yerleştirilen bir aparat yardımıyla, dışarıya gerçek bir boğanın böğürtüsü şeklinde çıkıyor. Duyanları dehşete düşüren bu sesler, zalim tiranın kulaklarına güzel bir musiki gibi geliyor.
Tarih boyunca bulunmuş en dehşetengiz işkence aleti olarak kabul edilen “Bronz Boğa”nın içinde çığlık atan insanların halini, Danimarkalı büyük alim Soren Kierkegaard, şairlerin haliyle özdeşleştirir. Şiir, dolayısıyla diğer sanat ürünleri kolay üretilen şeyler değil. Yaratıcısı canından, etinden, ruhundan lime lime kopararak ortaya çıkarır eserini. Bazen yıllar sürer. Ressam atölyesine kapanır, şair, yazar çilehaneye benzer yazı odasına; herkes gezip tozarken, eğlenip coşarken o durmadan sancı çeker -ki bu sancı çoğu zaman onu uyuşturacak kadar haz da verir-, kıvranır, bazen birkaç fırça darbesi, bir iki nota bulur, bazen yazar bir paragraf yazar, şair bir dize düşürür, günün sonunda çoğu zaman yaptığından memnun kalmayarak, ertesi gün Yunus sabrıyla tekrar işe koyulur. Biz onun “müşterileri” ise, bu durumun ne kadar sancılı olduğundan bihaber onlardan devamlı bize boğanın karnında yavaş yavaş pişen adamın çığlıklarına benzer sesini her daim iletmelerini isteriz. Elimizdeki şiirle, romanla, resimle, senfoniyle yetinmez, ona ulaştığımız anda o yaratıcının hemen yeni bir eserini bize sunmasını bekleriz.
Sanatın “müşterileri”, haddi hesabı olmayan para ve servete sahip, onca parasına rağmen büyük bir iştahla daha çok para kazanmak isteyen doyumsuz burjuvaya benzer. Elindekini yese, yaşadığı hayatın beş katı bir hayat yaşasa bile yetecek kadar parası olduğu halde, bir burjuva neden daha fazla para kazanmak için uğraşıyor acep? Tarih boyunca iktisatçıları en çok meşgul etmiş olan sorudur bu soru? Aynı soruyu sanatın tüketicileri için de sorabiliriz. Elinin altında Proust’un “Kayıp Zamanı”nın sekiz cildi olduğu halde, neden yazarın başka bir kitabını arar? Arayanlar; zenginin para kazanma hırsının altında “daha fazla güç” dürtüsünün yattığını görmüşler; peki Ahmed Arif’in yazdığı 19 şiir neyimize yetmiyor da şair ölünceye kadar “haydi bize yeni şiirler yaz” diye ensesinde boza pişirip durduk? Ahmed Arif, bize bıraktığı o 19 şiirden başka 999 şiir daha yazsaydı, daha mı büyük bir şair olurdu sizce? Bazen tek bir dize, tek bir şiir bile bir şairi yaşadıkça hatırlamamıza yeter. Mesela Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla”sından başka şiiri hemen aklımıza gelmez. Veya Edip Cansever’in “Masa” şiiri tek başına onu şair yapmaya yeterli değil miydi? Bazı şiirlerinin bütün şiirlerine baskın gelmesi şairleri çok rahatsız etmiş bir durumdur; Dranas “Fahriye Abla”nın yazarı, Cansever “Masa”nın müellifi olarak telakki edilmelerinden hiç haz etmemiş, hata ellerinden gelse bu şiirleri külliyatlarından çıkaracak kadar onlardan “nefret” edecek hale gelmişler. Bütün bunların sebebi biziz; hoşumuza giden bir şeyi yakalıyoruz, onun üstünde tepinmeye başlıyor ve şairin bize aynı sözü başka bir biçimde söylemesini istiyoruz daima ondan.
Ahmed Arif’i henüz yayınlamadığı zamanlarda ezberlenerek dilden dile dolaşan şiiri “Otuz Üç Kurşun”dan dolayı içeri alırlar. Suçu yayınlanmamış şiir yazmaktır. Şiiri bir kağıda yazmasını isterler, o da inat eder yazmaz, işkence yaparlar, işkence sonucu şair fenalaşır, öldü diye alıp bir çöplüğe atarlar, köpekler bulup yemeden sabahın erken bir saatinde sokakları süpürenler bulur yarı baygın halde… O şiirden sonra yazdığı ve tek kitabına girmiş olan o 19 şiirin tümü “Bronz Boğa”nın karnında, kızgın sac üzerinde yavaş yavaş pişerken yazılmış şiirlerdir. Onu pişiren boğa da aşkıydı; Leyla Erbil’e duyduğu aşkın bütün hallerini yaşamış, ıstırabını çekmiş, etini parçalayan, lime lime eden aşk kuyusunun en derin yerine kadar inmiş, ondan sonra bronz boğanın içinde kavrulan bir insanın çığlıklarına, böğürtülerine benzeyen o sese ulaşmış, o ses de bir kitap olup evlerimize gelmişti. Biz o şiirlerin hangi acılardan damıtıldıklarını, Leyla Erbil’in ölümünden sonra şairin ona yazdığı mektupların yayınlanmasıyla öğrendik. Ahmed Arif’in ondan sonra şiir yazamamasının sebebi, kendisinin söylediği gibi oğlunu “tehlikeden” korumak değildir; bir daha o kızgın boğanın içine girmediği için yazamamıştır. Şair bir kere girer altından ateş yanan bronz boğanın karnına. Orada yandıktan sonra ondan yeni şeyler beklemek beyhudedir bu yüzden.
*
Dünya edebiyatında çıtayı kendisinden sonra bir daha kimsenin üzerinde atlayamayacağı bir yüksekliğe koyan, ünlü bir doktorun oğlu, annesine aşık, züppe bir gençlik yaşamış, eşcinsel bir hayatın sancılarını iliklerine kadar hissetmiş, hayatı boyunca türlü hastalıkla boğuşmuş, ardı arkası kesilmeyen astım krizlerinden mustarip, hayatından bir sürü yılı har vurup harman savurarak harcamış, son yıllarını “Kayıp Zamanın İzinde” adını verdiği devasa eserine ayırmış olan Fransız romancı Marcel Proust, bir milyon iki yüz elli bin kelimeden müteşekkil, toplamı 3 bin sayfayı bulan romanına hayatının tam tamına 17 yılını vermişti. O, Dan Brown gibi bir adet daha fazla satmak için tuhaf numaralar peşinde koşan bir yazar değildi, amacı ne şöhret ne daha fazla kitap satmak ne o kitapların gelirinden elde edeceği parayla bir dünya saltanatı kurmaktı. Yaşamak için değil, yazmak için gelmişti dünyaya. Kendini bir odaya hapsetti, bile isteye “bronz boğanın” karnına girdi, altındaki ateşi yakmalarını kendisi istedi, kendini sanatın katı kurallarına teslim etti, ileri düzeyde astım hastasıydı, o hastalığa kafa tuttu, yatağını çalışma masası haline getirdi, çift camlı pencere yaptırdı odasına, dışarıyla ilişkisini tamamen kesti, perdeleri kalın kumaştandı, yazdığı süre boyunca o perdeler hiç çekilmediği gibi o pencereler de hiç açılmadı, odayı daima ruhsuz bir ampul aydınlattı; hayatının geride kalan 17 senesini o odada, o yatakta geçirdi, gece ile gündüzü karıştırdı, durmadan yazdı, acelesi vardı, romanı bitirmeden ölmeyecekti, kitabı bitirdi , o sırada bir gazeteci gelip “Üstadım bundan sonraki projeniz nedir, tezgahta ne var” diye sorsaydı sanırım Proust, “Sırada ölüm var” diyecekti. Zira Proust eserini tamamlar tamamlamaz, “artık ölebilirim” dedi ve öldü; 51 yaşındaydı.
*
Oğuz Atay; “Tehlikeli Oyunlar” romanını, “Oyunlarda Yaşayanlar” piyesini ve “Korkuyu Beklerken” adlı hikaye kitabını “Tutunamayanlar”dan sonra yazdı. Oğuz Atay’ı Oğuz Atay yapan, bence ilk romanı “Tutunamayanlar”dır. Ondan sonra hiçbir kitap yazmasaydı bile bugünkü kıymetinden hiçbir şey kaybetmeyecek, hep o büyük yazar olarak dolaşacaktı aramızda. Elias Canetti mesela… Türkiye’de onu kimse tanımıyordu, Oğuz Atay okumuştu tek romanı “Körleşme”yi, mütercim Ahmet Cemal’i buldu, bir akşam onu Beyoğlu’nda bir ocakbaşına götürdü, rakı içtiler, kebap yediler, Oğuz Atay, Canetti’yi anlattı ona ve “Körleşme” Türkçe bilen okurla öyle buluştu. Canetti tek roman yazdı, romanın yanında denemeleri var, anılarını deneme şeklinde yazdı ve tek romanıyla Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı 1981 yılında. “Körleşme”yi yazma serüvenini okuduğumuzda, onun da tıpkı Oğuz Atay gibi bronz boğanın karnında böğüre böğüre o kitabı yazdığını görürüz rahatlıkla.
Tolstoy mesela… Başyapıtı “Anna Karenina”yı yayınladıktan sonra iyi ki malikanesine postu serip bir ahlak vaizi olarak şeyh kılığına büründü. Kendini paralasa bile o ayarda bir romanı bir daha yazması mümkün değildi. Bunu fark mı etti; bir zamanlar elinden tutup onu Avrupa’ya tanıtmış olan büyüğü Turgenyev’in sözünü dinleyip daha çok roman yazsaydı -kuşkusuz ondan sonra bir sürü novella yazdı- daha mı iyi olurdu bilinmez; iflah olmaz hayranları her an “bir sonraki projesini” bekledikleri halde o sanatının doruğuna çıktığını muhtemelen fark ederek bir ahlak abidesi olmaya karar verdi. Yine bizden Orhan Pamuk, daha sonra bir sürü mükemmel roman yazdığı halde, bence “Kara Kitap”tan sonra hiç roman yazmasaydı da yine Nobel Edebiyat Ödülünü alırdı. “Karamazof Kardeşler”den sonra Dostoyevski’ye, “Beşinci Senfoni”den sonra Beethowen’e, “Guernica”den sonra Picasso’ya, “Kıyamet Emeklisi”nden sonra Şule Gürbüz’e “bundan sonraki projesini” sormak ne kadar abes kaçardı!
*
Ertuğrul Özkök’ün, Dan Brown’a sorduğu bir soruya zeki yazarın verdiği cevabı okurken bir anda bütün bunlar geldi aklıma.
Don Brown, Doğu edebiyatına ne kadar vakıf bilmiyorum ama dünyanın ona uzak bu kıtasında anlatılan, yazılmış olan hikayeleri biliyor olsaydı Özkök’ün sorusuna şöyle mizahi bir cevap da verebilirdi.
“Sözlü edebiyatınızda çok güzel hikayeler vardır. Bunlardan birisi de Ferhat ile Şirin hikayesidir biliyorsunuz. Ferhat, aşkından deli divane, önüne çıkan her şeyi yapmayı muktedir görüyor kendinde. Şirin’e kavuşmak için konulan şarta bağlı olarak başlıyor dağı delmeye, deliyor da. Dağın öteki yüzünde açtığı delikten tam dışarı çıkarken bir gazeteci elinde mikrofonla yaklaşıyor, ‘Ferhat Bey, bundan sonraki tüneli hangi dağda açacaksınız acaba, bize anlatır mısınız?’ diye soruyor. Bu soru da öyle.”
Özkök’ün o mülakatında en çok o bölümü beğendim ben. Ne de olsa bu yazıya vesile…