Bazen, öyle derin bir tefekküre halinde değilken bile, bir anda insanın aklına bazı tuhaf şeyler takılır. Mesela, radyoaktiviteyi keşfetmiş, tarihte iki defa Nobel ödülünü almış tek kişi olan Marie Curie’nin, aşırı dozda radyasyona maruz kaldığı için kan kanserinden ölmesi ne kadar hazin değil mi? Onun ölümü hazin de ya icat ettiği döner makineyle baskı endüstrisinde devrim yapmış olan William Bullock’un kendi icadı olan makinenin altında kalıp ezilerek ölmesine ne demeli?
Bunlara benzer hadiseler herkesi, hepimizi üzer. Ama mesela giyotinin mucidi diye bildiğimiz Joseph-Ignace Guillotin'in kendi buluşu olan aletle idam edildiği gerçek olsaydı, hiçbirimiz bu durumu yadırgamaz, hatta “oh oldu” diyenimiz çok olurdu. Oysa o makineyi o bulmamıştı, tıp doktoruydu, ölüm cezasına karşıydı, ama ille de öldürülecekse, idam mahkûmu için acısız bir ölüm metodunun peşindeydi, bunun için bir mekanizma önerdi, mekanizmasını “acısız baş kesme makinesi” diye tarif etti, alay konusu oldu. (“Eğer keşifler ihtiyaçlara göre olsaydı giyotini bir Osmanlı veziri icat ederdi. Çünkü kanlı ölümleri mukadderdi ve giyotinle ölüm en rahatıydı.” A. H. Tanpınar, “Aydaki Kadın”, s.221) O zamana kadar Fransa’da mahkumların başı ya balta ya da kılıçla kesiliyordu ve çoğu zaman cellatlar başarısız oluyordu. “Şakası” uzun süre dilden dile dolaştı, sonunda Antoine Louis nam bir herif, tarif edilen makineyi yaptı ancak kimse onun adını hatırlamadı; makinenin adı hâlâ “giyotin”dir. Giyotinle idam edilen, aletin fikir babası olan Doktor Guillotin değil, adaşı olan başka bir doktordur, fikir babası olan Guillotin ise 1814’te basit bir nezleden ölmüştür.
*
Kafama takılan bu ilginç hadiseler mevzusunu eşelerken, okuduklarım beni antik döneme, tarih öncesinin mitolojideki benzer hikayelere götürdü. Mesela Daidalos’un hikayesine. Adı, “eli her işe yatkın, mahir” anlamına geliyor ustanın. İki oğlu var bu hem mimar hem heykeltıraş sanatkârın. Homeros’un “İlyada” destanında özellikle oğlu “İkarus”un mühim bir yeri var. Homeros uzattıkça uzatır hikayeyi, hülasa bir yığın maceradan sonra Daidalos ile oğlu İkarus bir adada bulunan kendi tasarladığı bir labirente hapsedilirler. Bir süre sonra Daidalos, oğlu İkarus’la buradan firar etme fikrine kapılır. Balmumu ve tüylerden tıpkı kaz kanadına benzer kanat yapacak, oğluyla uçup gidecekler. Kendine ve oğluna balmumundan kanat yapar. Daidalos uçmadan önce oğlunu tembihler; çok alçalırsa denize düşecek, çok yükselirse güneşin balmumunu eriten ışınlarına maruz kalacak! Havalanırlar. Uçmanın büyüsüne kapılan İkarus babasının öğüdüne kulak asmaz, yükseldikçe yükselir. Güneş İkarus’un balmumundan kanatlarını eritir, oğul babasının gözü önünde denize düşerek boğulur.
“Bin pare” usulüyle insan öldürmenin mucidi olan Çin imparatorlarından herhangi birisi; bir yere bağlanıp, bedeninden böyle saatte bir bezelye büyüklüğünde parçalar koparmak suretiyle, günlerce süren bir uğraş sonucu “bin parçaya” bölünmüşler mi; bu mevzuya dair bir sürü şey okurken çıkmadı karşıma ama karşıma çıkan “kendi buluşu olan aletle ölmeye” dair daha dehşet verici bir hadiseyi teferruatıyla anlatmanın tam yeri bence.
*
Anlatacağım hikâye, tarihte “Bronz Boğa” efsanesi olarak bilinir. Sanatı, özellikle şiiri etkilemiş bir hikayedir.
Derler ki, Milattan Önce Sicilya’nın güneşten kavrulmuş topraklarına hükmeden Phalaris adında bir tiran yaşarmış. Bu tiranın adı hangi mecliste kimin kulağına çalınırsa çalınsın, duyanın içinde hem hayranlık hem de dehşet uyandırırmış. Hayranlık uyandırırmış, çünkü tiran hem erdemli bir devlet adamı hem yeni şehirlerin kurucusu hem de sanatı ve sanatkarı himaye eden iyi bir hükümdardır. Dehşet uyandırırmış, çünkü antik çağın en korkunç, en şeytani infaz araçlarından birisi olan “Bronz Boğa”nın mucidine o yol vermiştir.
*
Aynı sırada Atina’da Perillos adında yetenekli bir heykeltıraş yaşıyor. Günün birinde atölyesinde içi boş, bronzdan bir boğa heykeli yapar. Yapılış amacını sır gibi saklar, icat ettiği şeyin neye yaradığını sadece kendisi biliyor. Durup düşünür, bu “dehşet verici” icadının kıymetini bilecek tek bir hükümdar vardır, o da zalim Phalaris… Boğasını alır ve Sicilya’daki Akragas tiranına, yaptığı bronzdan heykeli hediye etmek üzere yola çıkar. İlk anda Tiran, kendisine sunulan hediyeyi pek beğenir, memnun kalır, hemen Perillos’a hediyeler vermelerini ve boğayı tanrılara adamalarını emreder.
*
Peki, neydi bu gizemli hediye, boğa nasıl bir şeydi, neye yarıyordu?
Son derece basit bir boğa heykeliydi aslında. Bir tarafında bir kapı vardı, içi boştu, dökme bronzdan yapılmıştı. Hediyesini hükümdara tanıtırken heykeltıraş Perillos, “Bu boğanın içine suçluyu hapsediyorsunuz hükümdarım, altında ateş yakıyorsunuz, suçlu içerde ızgarada pişer gibi sac üzerinde yavaş yavaş pişiyor,” diye anlatmaya başlar. Hükümdar ilk anda dehşete düştüyse de mucidin icadıyla ilgili vereceği bilgi bitmemiştir. “Boğanın ağzına işte şu akustik aparatı da ekledim hükümdarım, içerde yavaş yavaş pişmekte olan suçlu çığlık attıkça, o çığlıklar bu aparattan boğanın ağzından çıkmış gerçek boğa sesine dönüşür. Diyeceksiniz ki, boğa içerideki buharın yoğunlaşmasıyla patlamaz mı? Onu da düşündüm hükümdarım. Boğanın burun deliklerini açık bıraktım, ağzından çıkan boğa sesine benzer böğürtülere, burundan çıkan buhar eşlik edecek, suçlunun uzun bir süre alan ölümünü seyrederken, sanki gerçek bir boğayla karşı karşıyaymışsınız gibi bir duyguya kapılacaksınız.”
Phalaris zalim bir hükümdardı. Çeşit çeşit işkence yöntemiyle yüzlerce insanı cezalandırmıştı ama böylesini ilk defa görüyor, anlatılanları ilk defa duyuyordu. O bile dehşete kapılır. Rivayete göre Phalaris boğanın yaratacağı vahşetten değil, Perillos’un böyle bir işkence aletini tasarlamadaki yaratıcılığından dehşete düşmüştür. Ama bir yandan da aleti kullanarak sonuçlarını görmek için sabırsızlanır. Gerçekten de her şey bu acımasız heykeltıraşın anlattığı gibi midir? Aklına ilk geleni hemen söyler:
“Madem aletine o kadar güveniyorsun, haydi gir içine de icadının meziyetlerini göster bize usta. Şu flütü al, içerde çal, bakalım ses nasıl çıkıyor dışarı?”
Perillos, bunun bir deneme olduğunu düşünerek boğanın karnına açılan kapaktan sürünerek içeri girer. Hükümdar kapıyı üstüne kapatır, altında ateş yakmalarını emreder. Mucidin çığlıkları, boğanın ağzından boğa böğürmesi gibi duyulmaya başlayınca, bu dehşetengiz icadın bu pis herifin kanıyla kirlenmesini istemeyen hükümdar, ölmeden kısa bir süre önce Perillos’un kızarmış bedenini yarı ölü bir halde boğanın içinden çıkarttırır, bir uçurumdan atmalarını emreder.
Zalim Tiran, kendisine hediye edilen buluşu pek sever. Seve seve kullanır, içine attığı suçluların boğa böğürmesine dönüşerek dışarı çıkan çığlıklarını dinlemekten güzel bir müzik dinler gibi özel bir zevk alır.
*
Yine derler ki, bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadığı gibi zalim Phalaris’e da kalmaz, onun da miadı dolar, günün birinde çıkan büyük bir kargaşayla tahttan indirilir. Onu indirenlerin, ona en uygun gördükleri ceza “Bronz Boğa”ya kapatma cezasıdır. Boğanın içine koyup altında ateşi yakarlar, zalim hükümdarın boğa gibi böğüre böğüre ölmesi, oraya koyarak öldürdükleri yakınlarının yanık yüreklerine bir nebze olsun soğuk su serper.
*
Birçoklarına göre bu adalet, şiirsel bir adalettir. O tarihten itibaren, Phalaris’in “Bronz Boğası” kâinatın gördüğü en korkunç işkence aleti olarak tarihteki yerini alır. Çiçero üzerine sayfalar dolusu yazar, antik dönemin yazarlarına bol bol malzeme olur. Hatta İncil’de bile şu şekilde yer alır:
“İyi bir asker, iyi bir koruyucu ve aynı zamanda sağlam bir yargıç ol. Karmaşık ve muğlak bir davada tanık olarak çağrılsan bile, Sicilyalı zalim Phalaris sana yalan söylemeni emretse ve elinde Bronz Boğası seni işkenceye hazır bir şekilde yalancı şahitlik etse bile, onursuzluğa hayatta kalmayı tercih etmek ve hayatta kalmak uğruna yaşama amacını kaybetmek daha büyük bir kötülüktür.”
“Bronz Boğa” efsanesinin uzun yıllar boyunca bu kadar canlı kalmasının sebebi, bilhassa şiirsel adalet, kibir ve ironi gibi birçok unsuru içinde barındırmasındandır. Yaratıcısının buluşunun ilk kurbanı olması, ironi dediğimiz şeyin klasik bir örneğiyken, hikâyenin kendisi zulmün alegorisi veya süslemesi olarak telakki edilir. Bu sadece bir korku hikayesi değildir, aynı zamanda insanlığın otorite, hırs ve yönetim ahlakıyla olan ebedi mücadelesine tutulan bir aynadır da.
*
Beni, “Phalaris’in Boğası” veya “Bronz Boğa” efsanesine; Soren Kierkegaard’ın “Ya/Ya Da” (Alfa) kitabını karıştırırken karşıma çıkan bir pasaj götürdü. “Şair kimdir?” sorusuna cevap arıyor o paragrafta büyük alim. Ona göre şair kalbinde derin kederler saklayan bahtı kara bir insandır. Dudakları bizim dudaklarımızdan farklı biçimlenmiştir. O dudakların arasından dökülen iç çekişmeler ve feryatlar kulaklarımıza hoş bir müzik olarak gelir. Onun kaderi de “Phalaris’in Boğası”nın içine hapsedilmiş, kor ateşte, kızgın bir saç üzerinde ağır ağır işkenceye tabi tutulan bahtı karalarınkine benzer. Feryatları, zalimin kulağına dehşet verici değil de tatlı bir müzik gibi gelir. Ve insanlar şairin etrafına üşüşürler ve ona durmadan şunu söylerler: “Yakında bize tekrar şarkı söyle!” Aslında şunu demek istiyorlar ona: “Keşke yeni acılar ruhuna hükmetse, keşke dudakların yine önceki biçimi alsa, zira feryatlar bizi huzursuz ediyor”.
Büyük alime göre sanat çok derinden gelen bir şeydir (Dostoyevski, Sibirya’da sürgündeyken İncil ve Tevrat’ın dışında okuyacak kitap bulamadığından her şeyi “kendi derininden çekmek” zorunda kaldığı için çok uzun yıllar boyunca çok yorulduğunu söyler kardeşine yazdığı bir mektupta), acıdan, ıstıraptan doğar. Sanat hiçbir ruhu iyileştirmez, sadece açık yaraya basit bir pansumandır o kadar. Şiir çoğu zaman o kesiğin üzerine yapıştırılmış yara bandıdır ama şairin yaptığı şeyse “Bronz Boğa”nın içinde feryat eden çaresizin yaptıklarından farklı değildir. Ağır ateşte, kızgın bir sacın üzerinde pişerken söylenmiş sözdür şiir, biz ise şairden daima sonsuza kadar o işkenceye katlanmasını istiyoruz büyük bir bencillikle. Belki de “Phalaris’in Boğası”nın içinde ömrünün sonuna kadar çığlık atmak her ölümlü insanın (bu şair de olsa) harcı değildir ki, büyük şairlerin çoğu belirli bir yaştan sonra şiir yazmaktan vazgeçerler. Umberto Eco, onlara dair şunları yazar:
“Şairler iki sınıfa ayrılırmış: İyi şairler, bir süre sonra kötü şiirlerini yırtıp atar, Afrika'ya tüfek satmaya giderlermiş, kötü şairlerse şiirlerini yayımlamaya ve ölene dek yazmaya devam ederler.”
*
Tarih boyunca, kendi keşfiyle ölen kâşiflerin haddi hesabı yoktur. Cemal Süreya Edip Cansever’in ölümünün arkasından şu şiiri yazar:
“Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
*
İLBER ORTAYLI İÇİN TÜRKÇE NOTU
Tarihçi İlber Ortaylı, ilerde çok büyük bir mesele olmaya namzet su meselesinden hareketle Anadolu’da “nüfus mühendisliğini” öneren yazsı üzerine onu eleştiren biz birkaç kişiye (Orhan Miroğlu-Sırrı Sakık-Yıldıray Oğur, on iki sene öncesinin olayını hatırlayarak Yasin Aktay’ı da dahil ederek) Pazar günü yazdığı yazıda topluca cevap verirken, bir sürü hakaretin yanında, her zaman herkese yaptığı gibi bizi de “Türkçeyi iyi öğrenmeye” davet etti. Söylediği şeylere cevap vermeyecektim çünkü çark ediyor söylediklerinden ama “Türkçe bilip bilmeme” söz konusu olunca bir iki kelam etmek farz oldu.
Hocalığına duyduğum saygıya binaen parmak kaldırıyor ve söz alıyorum.
Hocam,
Benin anadilim Kürtçe, sizin anadiliniz tam olarak hangisidir bilmiyorum zira hayatınıza dair bütün kaynaklarda Rusça, Almanca ve Türkçe konuşulan bir evde büyüdüğünüz yazılıdır. Ben Türkçeyi sekiz yaşında; yaşadığımız köyde okul olmadığı için geç başladığım kasvetli, gri bir yatılı bölge okulunda zulüm görerek öğrendim. Siz ise, henüz iki yaşındayken anneniz babanız Avusturya’dan Türkiye’ye göç ettiğinden Ankara’da aile ortamında öğrendiniz muhtemelen. Benim şimdi, esas dil anlamında iki anadilim var, “güzel Türkçe”yi de en az “güzel Kürtçe” kadar seviyorum. Sizin kaç anadiliniz var bilmiyorum ama bunların arasına Türkçeyi de katıyorsanız ki bence katıyorsunuz, size kötü bir haberim var. Hocam kusura bakmayın ama siz Türkçeyi benim kadar iyi kullanamıyorsunuz. Örnek mi? Sizin yazınızdan göstereceğim size. Pazar günü Hürriyet gazetesinde çıkan hakaretamiz yazınıza şöyle başlıyorsunuz:
“Türkiye’nin zirai probleminden, köylerin boşaldığından, çiftçilik yapacak gençlerin şehre göç ettiklerinden, köylerinde kalmak istemediklerinden söz ediyoruz. Başta bu işten köylülerin şikâyet ettiklerinden, çalışacak insan bulamadıklarından söz ediyoruz. Etnik milliyetçi bir kesimin çok rahatsız olduğu gibi geçmişte ‘boşaltılan köylerden’ bahsetmiyoruz. Doğudaki vatandaşlarımızın bu konuda hassas olmasını, yakın geçmişi hatırlamalarını anlıyorum ama siyaset dünyasından ve medyadan bazılarının da Türkçeyi iyi öğrenmesi lazım. ‘Boşalan’ile ‘boşaltılan’ın farkını öğrenin.”
Hocam, kusura bakmayın ama böyle bir Türkçe olmaz! Sizi pek kızdırmış olan "kitaplarınız okunmuyor" dediğim şey tam da bu. Eski Babıali muharrirlerinin kusursuz bir dil için birbirleriyle aşık attıkları devirlerde olsaydı, alanınızdaki engin bilgileriniz için muhakkak görüşlerinize başvurulurdu ama bu “sözdizimiyle”, başka bir deyimle bu “cümle bilgisiyle” size büyük bir gazetede zinhar köşe yazarlığı yaptırmazlardı. (Yazık, Nabi Avcı'nın deyimiyle "enformatik cehalet" çağında "güzel Türkçe" kimsenin umurunda değil artık!) Şimdi müsaadenizle yazdığınız paragrafı bir de ben yazayım hocam:
“Ben Türkiye’nin tarım meselesinden, boş köylerinden, çiftçilik yapması gereken gençlerin köylerde kalmayıp şehirlere göç etmelerinden bahsettim. Öncelikle, köylülerin bu olumsuz durumdan şikayetçi olduklarını, köyde çalışacak yaşta erkek nüfus bulamadıklarını dile getirdim. Yoksa, etnik milliyetçilik yapan bir kesimin rahatsız olduğu, geçmişte ‘boşaltılan köylerden’ hiç bahsetmedim. Doğuda yaşayan vatandaşlarımızın boşaltılan köyler meselesinde hassas olduklarını, kendilerine yakın geçmişin kötü hadiselerini hatırlattığını bilmiyorum çünkü. Bana saldıran siyaset dünyasından ve medyadan birilerine de Türkçeyi iyi öğrenmelerini salık veriyorum. Her şeyden önce ‘boşalan’ ile ‘boşaltılan’ farkını öğrenin, öyle konuşun.”
Hocam! Size “Nasıl, yazınızı okunur hale getirebilecek kadar ‘kendimi geliştirmiş miyim” sorusunu sorarak sözümü bitiriyor, saygıyla oturuyorum yerime ve yazımı okumakta olan hakşinas okurlarıma şunu söylemek istiyorum izninizle:
Sizden tek ricam şudur ey bu yazıyı okuyanlar!
Hocanın metnini tekrar okuyun, sonra da benim “redakte” ettiğim, yani özüne dokunmadan anlam bütünlüğünü sağladığım, belli bir akıcılığa kavuşturduğum metni tekrar okuyun lütfen.
Bu durumda, güzel Türkçe yazma kursuna kimi gönderirsiniz? Beni mi hocayı mı? İnsafınıza kalmış artık!