Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Beatrice'nin gülümsemesinden doğan dil

        Tarihte, mekân değiştirmiş ilk insan Adem’dir. O da kendi isteğiyle değil. Kendisine “yapma” denilen bir şeyi yaptı ve kovuldu cennetten.

        Mekân değiştirmenin bir bedeli vardır. Adem’in ödediği bedel çok ağır oldu ama. O bedel ondan biz çocuklarına miras kaldı. O ağır yükü Adem alıp biz zürriyetinin sıska, cılız omuzlarına bıraktı. O günden bugüne o ağır yükün altında debelenip duruyoruz. Kimimiz kaderine razı; olup biten her şeyde bir hayır var deyip o cefayı sabırla çekiyor, kimimiz de o ağır yükün altından kalkmak için olmadık çareler arıyor, hileye hurdaya başvuruyor, yalana dolana müracaat ediyor, bulduğu ilk fırsatta o yükten kaçarak daha kolay bir hayat bulmanın yolunu arıyor. Arayış asırlardan beri sürüyor, daha ne kadar sürecek hiç kimse bilmiyor.

        Faslı yazar Abdelfattah Kilito, “Bütün Dilleri Konuşuyorum Ama Arapça Olarak” (Everest Yayınları) adlı deneme kitabında, El-Maarrî’nin öbür dünyayı tasvir eden “Risaletü’l-Gufrân” adlı kitabının bir bölümünü -ki bazılarına göre bu risale Dante’nin meşhur “İlahi Komedya”sına kaynaklık etmiş-, ilk insanın konuştuğu dile ayırdığını anlatır. Alime göre Adem, cennette dilsiz değildi, Havva’yla Arapça konuşuyorlardı. (Dante’ye göre ise Adem’in konuştuğu dil, Babil Kulesi’nin yıkılmasından sonra insanlar arasında yayılan dillerden farklı, ilahi bir dildir. Bu dil, onun cennetteyken konuştuğu ve cennetten kovulduktan sonra da kendisinde kalan tek dildir. “İlahi Komedya”nın “Cennet” bölümünün 26. Kantosunda Adem, kendi dilinin sonsuz olmadığını, çünkü hiçbir şeyin insan aklı tarafından ebedi kılınamayacağını açıklar.)

        Adem ile Havva, “sakın ilişmeyin” denilen yasak meyveye, yılan kılığına girmiş Mel’un’a uyarak “ilişiverdiler”. Kıyamet koptu! (Dante’ye göre Adem’in cennetten kovulmasının nedeni yasak meyveyi yemesi değil, bu meyveyi yemekle Tanrı’nın insan için koymuş olduğu sınırı bilinçli olarak ihlal etmesiydi.) Bir anda kendilerini kurak rüzgarların estiği, “havası hava değil, suyu su değil” yeryüzü denilen bir tuhaf yerde buldular. Üstelik ikisi ayrı ayrı yerlerde… Birbirlerinden fersah fersah uzakta…

        Adem, yeryüzünde bırakıldığı bugünkü Hindistan’da bir yerde gözlerini açıp etrafa baktığında bir şeyler söylemek istedi ama dili dönmedi. O zamana kadar bildiği dil olan Arapçayı tamamen unutmuştu. Yepyeni bir dilin ona da yabancı gelen kelimeleri döküldü ağzından. El-Maarrî’nin risalesinde yazdığına göre o yeni dili Süryaniceydi, vefatından sonra cennete gidince tekrar Arapçaya döndü; Dante’ye göre ise Adem’in dili Aramiceydi.

        *

        Bir sürgün için her mekân değişimi bir dilin kaybı, başka bir dilin kazanımıdır amenna ama Allah neden Adem’e anadili olan Arapçayı veya “ilahi dili” unutturmuştu? “Anadilin unutulması, Allah’ın verdiği en büyük cezadır,” da ondan. Yabancı bir mekânda anadilinden yoksun kalan, ilk anda kendini dilsiz sanır. Ürkekleşir, etrafına tuhaf tuhaf bakar, konuşulan hiçbir şeye hiçbir anlam veremez, çevresindekilerin ağzından çıkan kelimelerin manası yok, her şey bir uğultu olur, insanlar birbirleriyle konuşurken neden gülüp neden kızdıklarını anlamaz, konuşulan her şeyi çok mühim şeyler sanır, bilmediği dili konuşanların onun hakkında kötü konuştukları duygusuna kapılır, ezilmiş hisseder kendini, içi üşür, sıkıntısını tuhaf bir gülümsemeyle ele verir, mahcuptur, suç işlemiş gibi orada durur, çaresizdir, ürkek bir kuş yavrusu gibi tuhaf tuhaf bakar etrafa, kendini boş bir çuval sanır, durup dururken bir ıslık çalmak gelir içinden.

        Anadilinden yoksun kalan bir insanın en büyük korkusu kendini unutma korkusudur. Zira mekân değişikliğinde bizim için en büyük tehlike anadilimizi unutma tehlikesidir. Anadilimizi unuttuğumuz anda da biz artık eski biz değil, başka birisiyizdir. Mekân değiştirip bir yerden yaban bir diyara gitmek zorunda kalan bütün sürgünlerin ister gönüllü olsun ister mecburi ama bütün sürgünlerin göze aldığı şey budur. Hazreti Adem’in başına gelen onların da başına gelir, o yabancı diyarda, o “ekmeği tuzlu” yaban ellerde ana dilleriyle bağı kesilir, çoğu unutur onu. Bu “unutma” da içinde cılk bir yara gibi hep canlı kalır, onun acısıyla da sağa sola savrulur.

        *

        Sürgünü bir kazanına dönüştürmüş çok sayıda yazar vardır dünya edebiyatında. Ama bunlardan birisi var ki tek başına yeni bir dil yaratmış ilk insandır; o zamana kadar yazılı tek kaynağı bulunmayan yerel bir lehçeyi alıp başlı başına bir dil haline getirdi. Üstelik bunu tek bir kitapla yaptı; o yazarın adı Dante Alighieri, kitabının adı da “İlahi Komedya”dır.

        İsa’dan Önce Birinci Asır’dan itibaren, beş altı asır boyunca, ta Rönesans’a kadar tekmil Avrupa’da tek bir dil var; İtalyanların kıta Avrupa’sına yaydıkları Latincedir o dil. Kuşkusuz çeşitli yerlerde kendi yerel dilleriyle konuşan topluluklar var ama asırlar boyunca her yede bilimin ve edebiyatın dili sadece Latincedir. Latince okuyup yazmayan, konuşmayan herkes Umberto Eco’nun demesiyle, “barbardı, yani kelimenin etimolojik kökeni açısından bar bar bar sesleriyle bir şeyler geveleyip duran” insanlardı. O tarihlerde okuma yazma oranı çok düşüktür. Kontların, prenslerin, hatta rahiplerin imzalarını bile haç şeklindedir. Bu mevzuya dair muhteşem bir deneme yazmış, kendisi de bir sürgün olan büyük filolog Erich Auerbach, Avrupalıların “milletleşerek, dolayısıyla benliklerini idrak ederek edebi bir dile” kavuşmalarını Rönesans’la mümkün olduğunu söyler.

        Peki, onlara “benliklerini idrak ettiren edebi dile” kavuşmaları nasıl olmuş? Her ülkede farklı ama biz bu denememizde İtalyanca, dolayısıyla Dante üzerinde duracağız.

        İtalyanlara “benliklerini idrak ettirerek, onlara bir edebiyat dili yaratmış” olan büyük şair Dante’nin yaptığına dair şunları yazar Auerbach:

        “Milli dile daha 14. yüzyılda herkesten önce kavuşan İtalya’da dil birliğini tek bir adam, Dante Alighieri kurmuştur, diyebiliriz. Dante Avrupa’da ilk defa büyük bir dini ve felsefi eseri; İlahi Komedya’yı anadilinde yazmaya cesaret etmiş olan şairdir. Söz ettiği konuların güçlüğüne ve üslubundaki yeniliğe rağmen bu dini destan İtalyan milletinin ruhuna öyle çabuk ve öyle derinden nüfuz etmiştir ki, o zamandan sonra İtalya’da her şey Dante’nin dili ile söylenmiş ve yazılmıştır. Hatta acaba Dante mi İtalyan dilini kullanmıştır yoksa İtalyanlar mı Dante’nin dilini kullanmışlardır diye sorabiliriz.” (Erich Auerbach, “Yabanın Tuzlu Ekmeği”,Metis Yayınları, s.114-115)

        *

        Yedi yüz beş sene önce yazıldığı halde, dün yazılmış gibi hâlâ büyük bir haz ve coşkuyla okuduğumuz “İlahi Komedya” matbaanın icadından 130 sene önce Avrupa’da Latince dışında, başka bir dille yazılmış ilk kitaptır. Kitabın dili, bugünkü modern İtalyancanın temellerini oluşturan dildir.

        *

        Dante, 1265 yılının mayıs ayında İtalya’nın Floransa şehrinde doğdu. Asıl adı Durante’dir, zamanla “Dante”ye dönüşmüş. Soyunu Romalılara ve Truvalılara dayandırır. Orta halli bir ailenin çocuğudur. Dedesi haçlı seferlerine katılmış. Dönemin şairlerinden, yazarlarından ders almış, din bilgisi, retorik, felsefe öğrenmiş, kendi kendisini yetiştirmiştir.

        Dokuz yaşındayken, komşunun bahçesinde kendisinden bir yaş küçük bir kız görür. Beatrice adlı bu kıza, daha o yaşta aşık olur. İlk görüşte aşıktır bu! (Dünya edebiyatında birçok şair, ondan sonra aşkı onların aşkına benzeten şiirler, hikayeler yazdılar. Bizden Cemal Süreya gibi: “Yıkıcı bir aşk bu,/Yıkıyor milletin ortasına/Tutku yükünü. (…) /Kökü dışarda bir aşk,/Dante ile Beatrice'inkine/Fena öykünüyor.) Bir daha da kızı görmez, aradan 9 sene geçer, bir kez daha karşılaşır onunla. O sırada Dante 18, Beatrice 17 yaşındadır. Sokakta karşılaşırlar, beyaz bir kıyafet giymiş Beatrice, bir meleği andırıyor. Dante ona bakar, kız ona gülümser. Bu gülümseme o anda beynine çakılır, donar. Beatrice evlenmeden Dante evlenir. Üç oğlu, bir kız çocuğu babası oluyor. Bu arada Beatrice de evlenir ama kısa bir süre sonra bir hastalığa yakalanıp ölür.

        “Beatrice’nin gülümsemesi” bundan sonraki bütün sanatına damgasını vurur. Yazdığı her şeyde bu “gülümsemenin” izini görmek mümkün. O sırada yaşadığı şehir Floransa’da başlayan siyasi çekişmelerde taraf olan Dante, “idam gömleği” anlamına gelen siyasetin hışmına uğrar. Kent yönetimini ele alanlara karşı çıkar. Yöneticiler apar topar mahkemeye çıkarırlar onu. 5 bin florin para cezası, iki yıllık sürgün ve devlet işlerinden bir daha görev almama cezasına çarptırılır. Dante bu kararı duyduğunda Floransa dışındadır, üç gün içinde para cezasını ödeyemez, malları haczedilir, bu da yetmez, o sırada kaçak duruma düşmüş olan şairin yakalandığı yerde idam edilmesi emredilir. O andan itibaren, ölümüne kadar sürecek olan sürgün hayatı böyle başlar.

        Verona şehrine gider. Morali bozuk, evini barkını geride bırakmış, dostlarından uzaklaşmış, yapayalnız, bitkin biridir artık. O döneme ait hissiyatını “Şölen”de şu cümleyle tasvir eder:

        Doğrusunu söylemek gerekirse acı yoksulluğun estirdiği sert rüzgârın önüne katılarak limandan limana, munsaptan munsaba, sahilden sahile sürüklenip duran yelkensiz, dümensiz bir tekneden farksızdım.”

        Sürgün, hayatından yirmi seneyi alır; dostlarına yazdığı bütün mektuplara “Dante Alighieri Haksız Sürgün” imzasını atar.

        (“İlahi Komedya”nın “Cennet” bölümünün on yedinci kantosunda sürgünün acısını şu dizelerle tarif eder:

        “Başkasının ekmeğinin ne kadar tuzlu,

        Başkasının merdiveninden çıkmanın

        Ne denli zor olduğunu göreceksin”

        Sürgünü anlatan “Yabanın tuzlu ekmeği” tarifi ondan sonra gelen bütün büyük sürgünlerin kullandığı bir metafora dönüşür.)

        *

        Her şey onu bırakmış, sahip olduğu ne varsa ondan uzaklaşmış, bir tek 18 yaşında ikinci kez karşılaştığı “Betarice’nin gülümsemesi” onu terk etmemiştir. O “gülümseme”, nereye giderse gitsin ondan hiç ayrılmamış, beyninin kıvrımları arasında kendine geniş bir yer bulmuş, en zor şartlarda o “gülümsemeyi” hatırlayarak hayata tutunmaya çalışır. (Tıpkı Kemal Burkay’ın şiirindeki gibi: “Hadi gülümse bulutlar gitsin/İşçiler iyi çalışsın, gülümse/Yoksa ben nasıl yenilenirim/Belki şehre bir film gelir/Bir güzel orman olur yazılarda/İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”) Sürgünde, bu “gülümsemeden” yola çıkarak daha sonra başyapıtı olarak telakki edilecek, bütün zamanların en muazzam eserlerinden birisi olarak tarihe geçen kitabı yazma fikri aklına gelir. Kararını verir, o zamana kadar “hiç kimsenin hiç kimse için yazmamış olduğu güzellikte bir şiir” yazacaktır! İşte o şiir “İlahi Komedya”dır.

        *

        Eserini yazarken, o sırada havasın kullandığı, entelektüel mahfillerde ağırlığı olan, okuma yazması olan herkesin seve seve kullandığı Latinceyi kullanmaz. Tam tersine belki de sadece Toscana bölgesinde yaşayan avamın bildiği, yazılı bir geleneği olmayan, sadece konuşma dili olarak dar bir bölgede kullanılan Toscana lehçesini seçer. Bu da şairin bilinçli bir eylemidir. Havasın hiçbir kararını kabul etmemiş, çıkardıkları affa rağmen, kendini suç işlemiş bir insan olarak görmediği için aftan yararlanıp memleketi Floransa’ya dönmeyi ret etmiş, bu yüzden de sürgünde yaşamaya gönüllü razı olmuş Dante’nin, herkesin bildiği Latinceye burun kıvırması, aslında egemenlere “ben sizin hayat biçiminizin ortağı değilim, sizin dilinizi bile kullanmayacağım” demenin şaircesiydi. Bu eylem edebiyat tarihinin en radikal, en güçlü, en çok ses getirmiş, en muazzam gelişmesine yol açmış en devrimci eylemidir.

        *

        Dante “İlahi Komedya”yı 1307 yılında yazmaya başlar, 14 sene sonra, 1321 yılında bitirir. Kitap, “öteki dünyaya” düşsel bir yolculuğun hikayesidir. “Cehennem”, “Araf” ve “Cennet” diye üç bölüme ayrılır. “Cennet” ve “Araf”ta Dante’ye antik dönemin en büyük şairi olarak bilinen Vergilius rehberlik eder. Vergilius’un; Hıristiyanlık öncesi dönemde yaşayıp vaftiz edilmediği için cennete gitme hakkı yoktur. Bu yüzden cennetin kapısında Dante’nin rehberliğini; tek “gülümsemesiyle” aklını başından alan veya aklını başına getirip bu kitabın yazılmasına vesile olan Beatrice devralır. Dante Tanrı’ya ulaşıncaya kadar ölümsüz aşkı yanındadır.

        *

        İyi bir yazar ne yazarsa yazsın ister şiir olsun ister nesir ister hikaye olsun ister roman mutlaka yazarın hayatından izler taşır. İyi yazarlar, kendi hayatlarından bazı anları büyük bir maharetle kahramanlarına mal etmeyi becerebilen yazarlardır. “İlahi Komedya” da öyle, bu eser Dante’nin hayat hikayesinin sanatına yansımasıdır. Hayatının önemli bir bölümünü sürgünde geçirmiş, çoluğundan çocuğundan ayrı kalmış, memleketinin içinde bulunduğu siyasal karışıklıkları ruhunda hissetmiş, kendisinin de yaşaması en doğal hakkı olan mutlu bir hayat hakkı elinden alınmış. Karamsardır, karmakarışıktır içi dünyası. Bütün bu azaptan kurtulmanın yolu Tanrıya sığınmaktan geçer. Şiire ve şiir yoluyla tek gülümsemesinin onu esir aldığı Beatrice’ye döner. Bir yol arar. Yazdığı 14 bin 233 dizelik şiir, ona doğru yolu gösteren bir rehber olur. Şu sonuca varır. Tanrı insanlara iki seçenek sunmuş. Ahlaklı bir insan olursan, düşünme yeteneğin de varsa yeryüzü cennetinde rahat rahat yaşarsın. İkinci seçenek ise, ölümden sonraki sonsuz hayattır. Bu hayata ulaşmak için ise Tanrıya inanmalı, onun kurallarına riayet etmeli. Amacına varmak için insanın iki rehberi var; İmparator ile Papa… Fakat yeryüzünde insan kendi kendisinin de rehberi olabilir. Yeter ki Tanrının varlığının bilincinde olsun!

        Dante “İlahi Komedya”da, şiiri aracı yaparak insanlara bu yolları gösterir.

        “İlahi Komedya”, içinde sıra dışı bir aşkı barındıran, mitolojik hikayeler ve mukaddes metinlerden yararlanan, Vergilius’un “Aeneis” destanı örnek alınarak kurgulanmış, öteki dünyayı muazzam bir şiirle görsel bir tabloya dönüştürmüş; içinde tarih, felsefe, dinbilim, gökbilim, geometri barındıran hem görkemli bir ağıt hem de dört başı mamur bir ansiklopedidir.

        *

        Dante’nin bu muazzam eseri yazabilmesi için mekân değiştirmesi gerekiyordu. Tarih boyunca, sürgünlerin hemen hemen tümü, yeni yurtlarında kendi anadillerine olan hasretinin ateşiyle yanarak yurdundan ayrı kalmanın acısıyla baş etmeye çalışmışlar, anadillerini unuttukları anda başka birisine dönüşeceklerini çok iyi biliyorlar çünkü. Bu yüzden ona sıkı sıkıya yapışmışlar. (Kürt edebiyatında Mehmed Uzun’un yaptığı gibi.) Dante, kendisinden önceki sürgünler gibi, mesela antik dönemin şairi Ovidius gibi Karadeniz’in dalgalarına bakarak sadece ağıt yakmamış kederli ruhuna. Kendini sürgünde var etmek için, o zamana kadar olmayan bir dilden, o muazzam eseri “İlahi Komedya”yı yazarak hem kendini ayakta tutmuş hem de tek başına “bir dil yaratmış” olan ilk insan payesine kavuşmuştur.

        *

        Onlara bir lisan armağan ettiği için, İtalyanların dilinde, yüzyıllardan beri Dante’nin adı “Il Sommo Poeta”, yani “Yüce Şair”dir. Mithat Cemal Kuntay’ın, “Üç İstanbul” romanında şöyle bir cümle geçer:

        “Başı Dante’de ayağı Mikelanj’da duran bir millet, bir tabuta uzansa bile ölü sayılmaz.”