Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya 12 sene sonra tekrar "âkiller" toplantısında
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        63 kişiydik. Aradan on iki sene geçmiş. On iki senede köprünün altından azgın nehirler akmış. Kimimiz ölmüş, kalanların hemen hemen hepsi yaşlanmış.

        *

        Bir hafta önce, birbirimizi sevme nedenimiz ortak sevdiklerimiz olan beş arkadaş, en varlıklımızın teknesiyle gittiğimiz Rodos’ta tarihi kaleyi gezerken DEM Sözcüsü Ayşegül Doğan aradı. İstanbul’da eski Akil İnsanlar Heyetiyle bir toplantı yapmaya karar vermişler. Eş Genel Başkanları Tuncer Bakırhan, Tülay Hatimoğulları ve partiden bir heyet bizleri “dinlemek” istiyormuş, katılırsam memnun olacaklarmış. “Başım gözüm üstüne” dedim. On iki sene sonra heyetten yirmiye yakın arkadaşımla buluşmam böyle oldu.

        Tam saatinde gittim Taksim’de bir otelde düzenlenen toplantıya. Daha kapıda Kezban Hatemi ve Tarık Çelenk’le karşılaştım. Vahap Coşkun yaklaştı Yıldıray Oğur’la, Yılmaz Ensaroğlu hâlâ öyle munis, hâlâ öyle Allah’ın kulu… Ahmet Faruk Ünsal, Levent Korkut, Fazıl Hüsnü Erdem oradaydı, Celalettin Can, Öztürk Türkdoğan, Nihal Bengisu Karaca da… Ali Bayramoğlu’nun bir manisi vardı, Baskın Oran bir mesaj göndermişti. Can Paker, Tarhan Erdem, Hasan Karakaya, Fuat Keyman, Beril Dedeoğlu, Cemal Uşşak, Yücel Sayman, Kürşat Bumin Hakkın rahmetine kavuşmuşlardı, Kadir İnanır, hastaydı. Oral Çalışlar’la yan yana oturduk, derken Murat Belge girdi içeri. Yemekte Murat Abiyle yan yana düştük. Daha çok edebiyattan, hayattan konuştuk.

        İçerde konuşulanlar içerde kalacak. Ama bende garip bir hissiyat oluştu arkadaşlarımı dinlerken.

        Bundan on iki sene önce, yeni başlamış olan “barış sürecinde”, birilerine akıl vermek yerine, gideceğimiz yerlerde yaşayanların bu meseleyle ilgili akıllarından geçenleri öğrenmek üzere Anadolu’ya dağıldığımızda hepimiz çok heyecanlı, yapılan hakaretlere, edilen küfürlere aldırmadan, ilk defa okula giden çocuklar gibi şendik. İşini gücü bırakıp taşın altına elini koyanlara “maaşa bağlanmış satılık”, “memleketi satan hain”, “akılsız akiller” gibi yaftalarla saldırdıkları halde kimse tınmamış, el birliğiyle özlemini çektiğimiz “barışın” gelmesi için karınca kararınca uğraşıp durmuştuk. Heyhat, kısa süre zarfında belli oldu; ne devletin barış için olgunlaşmış bir fikri vardı ne de karşı tarafın koşulsuz bir barışa niyeti... Devlet barıştan, dağdakilerin gelip legal siyasete katılmalarını anlıyordu; dağdakiler de kendilerine verilecek bir bölgeyi “demokratik özerklik” yoluyla yönetmeyi… Bu iki fikir, bu iki ajanda birbirinden doğu ile batı kadar uzaktı. Yine de iki seneye yakın bir süre boyunca; İslamcısından Türkçüsüne, Osmanlıcısından Garpçısına herkesin devrilmesini istedikleri Sultan Abdülhamit’in bir darbeyle tahttan indirildiği İkinci Meşrutiyet sonrasında memlekete yayılan sekiz dokuz aylık özgürlük havasına benzer bir havanın esmesine yol açtı memleket sathında. Kurtla kuzu yan yana yaşadı, türküler, halaylar birbirine karıştı, güvercinler uçtu, dağ çiçekleri ilk defa o bahar barut kokusuna maruz kalmadan çıktılar yeryüzüne, dağ keçileri ilk defa o yaz dağlarda özgürce dolaştılar. Ama gelin görün ki ilahlar kana doymamıştı, bıyıkları yeni terlemiş cıvanların kanı daha çok akmalıydı; hendekler kazıldı, silahlar patladı, kan gövdeyi götürdü, memleket koyaklarını anaların tiz çığlıkları tekrar doldurdu, tekrar göz yaşı sel olup aktı.

        1 Ekim 2024 günü, kıymetli Devlet Bahçeli’nin Meclis’te, oturduğu sıradan kalkıp DEM sıralarına giderek başkanlarının elini sıkmasıyla başlayan güne kadar ardan geçen on bir senelik süre, Türkiye tarihinin en netameli yılları olarak tarihe geçecek. Şehirler yıkıldı, kasabalar viraneye döndü, on binlerce insan yerinden yurdundan oldu, alçakça bir darbe girişimi yaşandı, ekonomik buhran girdi araya, alım gücü düştü, biraz daha fakirleştik, çocuklarının kandırılarak dağa götürüldüklerini düşünen bazı anneler Diyarbekir’de “evlat” nöbetine başladı, “barış sürecinin” bazı aktörleri hapishaneye girdi, umut azaldı, yılgınlık büyüdü, barışa dair hiçbir umut hiçbir yerde yeşermeyecek duygusu yaygınlaştı derken 1 Ekim 2024 günü Devlet Bahçeli oturduğu sıradan kalkarak ömrünün en uzun, ömrünün en hayırlı, ömrünün en takdire şayan yolculuğuna çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da gözü üzerindeydi, derken bir mucize oldu. Dünyanın hiçbir savaşında barış “beklenmedik bir anda” gelmez, bizde ona giden yol “aniden” açıldı. Uzaktan gelen bir misafir gibi kapımızı çalmaya başladı aniden… Hepimizi yeniden bir yaşama sevinci sardı.

        *

        O toplantıda bulunan arkadaşlarım teker teker söz alıp akil insanların yeni sürece katkısı olabilecek deneyimini anlatırken, ben o heyete seçildiğim güne gittim. Yaşlı bir insan için 12 yıl uzun bir dönem değildir ama 12 yaşında bir çocuk konuşurken “ben hayatımda böyle bir şey görmedim” diyebilir, zira onun için 12 yıl bir ömürdür. O kadar uzun bir süre silahlar konuştu ki artık yılların bile bir hükmü kalmadı. Bugün omuzuna yetişmediğim “eşek kadar” herif olmuş olan oğlum, heyete seçildiğim gün iki yaşındaydı, annesi çalışıyordu, ona bakmak benim görevimdi. O heyete seçildiğim günden heyetin dağıldığı güne kadar 83 gün boyunca günlük tuttum. Bu günlüğü daha sonra “Barışa Katlanmak-Bir ‘Akil’in 83 Günü” (Alfa) başlığıyla bir kitap haline getirdim. Şimdi bu yazıyı yazarken kitabı tekrar elime aldım, karıştırmaya başladım. Kitaba, Halil İnalcık’ın Bâsîrî’nin “Latifnamesi”nden aldığı “Mecliste âkilin sözünü anlar kimse yoksa azaptır,” sözünü epigraf yapmışım.

        Sahi, o sırada belki de bugün “âkilin” sözüne kulak verecek birileri yaşıyor mu hâlâ bu memlekette? Herkes kendini âkil görür, kimse kimsenin “akilini” beğenmez. Ben o sırada 50 yaşına yeni girmiştim. Genç sayılmıyordum. Ama “akil olmaya” ben karar vermemiştim. Akil vasfımdan çok Kürt meselesi üzerine yıllardan beri konuşmam, yazmam, fikir serdetmem beni bu heyete sokmuştu sanırım. Yoksa benim aklım kimsenin aklından üstün değildi ve kimseye verecek fazladan aklım yoktu.

        *

        3 Nisan 2013 Çarşamba günü, günlüğümde yazdığıma göre, o gecenin geç bir saatinde koltuğa uzanmış Barcelona’nın bilmem kimle oynadığı maçı izliyordum. Telefonum çalmış, bende kayıtlı olmayan bir numara, açmış “Merhaba Muhsin Bey, ben Yalçın Akdoğan” demişti arayan kişi. “Şu akil insanlar meselesiyle alakalı arıyorum. Sizi de listeye almayı düşünüyoruz, kabul eder misiniz?” diye sormuş, ben de hiç düşünmeden “Başım, gözüm üstüne” demiştim.

        Telefonu kapattıktan sonra maçtan kopmuşum. Çocuklarım, karım uyuyordu. Kesif bir sessizlik vardı evde. Dışarıda, evin yakınından geçen anayoldan duyulan trafik gürültüsünden başka hiçbir ses yoktu. Koltukta bir süre öyle kalmıştım. Nedense aklım, İstanbul’a ilk geldiğim güne gitmişti. Tam otuz sene önceydi. 1983’tü, bir arkadaşımdan borç aldığım 10 bin lirayla gelmiştim bu şehre. Kimseyi tanımıyordum. Beni Vedat Günyol çağırmıştı. O yaz ona misafir olmuştum. Yapayalnızdım, şehirde bir yabancıydım, şehir beni içine almayacak diye tedirgindim, aksak sakardım. İstanbul efsunluydu, her sokağı yeni bir bilinmeze açılıyordu. Her şeye hayret ediyordum. İşte otuz sene sonra; İstanbul’a gelişimden bir yıl sonra başlayan son Kürt isyanının bitirilmesi sürecinde çalışmak üzere seçilmiş 63 insandan oluşan bir heyette görev yapmaya davet edilmiştim. Hayat hiçbir şeye benzemiyordu. Ayrıca “İbn Zerhani”nin (Orhan Pamuk) demesiyle “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildi”, “yazı hariç…” Galiba yazı beni buraya getirmişti.

        Ertesi gün 4 Nisan Perşembe günü henüz iki yaşına basmış olan oğlumu sitenin parkında gezintiye çıkarmıştım. Şahane bir gündü. Hava açıktı. Sevinçten uçuyordum. Yıllardır kanayan bir yaranın en cılk yerine sözle, kelamla merhem sürecektik. Bu işte benim de payım olacaktı. O günün akşamında Dolmabahçe’de, çalışma ofisinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bizlerle bir toplantı yapacaktı. Listeye girdiğim ilan edilmişti. Beni arayan birçok arkadaşımın yanında, arayanlardan birisi de Leyla Zana’ydı. Yürekten başarı dilemişti. Heyete girince, bu meselede taraf olan Kürt cenahında beni tebrik eden tek kişi oydu. Birkaç gün önce, Zübeyir Aydar’ın Radikal gazetesine söylediği “Bu işi çözerse Erdoğan çözer” sözüne gitmişti aklım. Leyla Zana bunu birkaç ay önce söylediğinde neredeyse tefe koymuşlardı onu. Ama politika böyle bir şeydi işte. Leyla’nın başına onca şey getirdiler diye Leylalığından bir şey mi kaybetmişti? Hayır. O hep acılar çekmiş, hapishane ziyaretlerinde büyümüş, sonra on yıl hapis yatmış, dünyanın en saygın kadınlarından birisi olarak kalacaktı. Kasaba politikacılarının gideceği yer de eninde sonunda kendi küçük daracık, yalan dünyaları olacaktı. “Çok sağ olasın xwîşka Leyla” demiştim telefonu kapatırken. Akşam toplantıya on dakika kala girmiştim Dolmabahçe’ye. İlk karşıma çıkan Adalet Bakanı Sadullah Ergin olmuştu, el sıkmıştık. Sonra Bülent Arınç, Bekir Bozdağ… Oral Çalışlar’la sohbet ederken MİT Müsteşarı Hakan Fidan gelmişti yanımıza. Elini uzatmış, “Merhaba Muhsin Bey,” demişti gülümseyerek. Tokalaşırken ikimizin bakışları birbirimize çok şey anlatmış olacak ki, “Onca badireden sonra bir MİT Müsteşarıyla el sıkışmak nasıl bir duygu?” demişti yüzündeki gülücüğü daha da büyüterek, “Terletiyor” demiştim, hep beraber gülmüştük. Hüseyin Çelik ve Ömer Çelik’le tokalaşmış, Yılmaz Erdoğan gelmişti yanımıza.

        Salonda herkesin oturacağı yer belliydi. Yerimi ararken Başbakan Müsteşarı Efkan Ala gelmişti yanıma. Mektepten dönem arkadaşım, hatta sınıf arkadaşımdı, benim numaram tek, onunki çiftti. İncecik görünmüştü gözüme. Bütün bakanların ve bürokratların böyle “fit” olması biraz sinirimi bozmuştu. Ben göbek salmışım. Efkan Ala bütün bu süreç boyunca, son yıllarda televizyonlarda söylediklerimin çok önemli bir karşılığı olduğunu söylediydi bana. Ben de “Sürecin mimarlarından birisi de sizsiniz, sizler olmasaydınız biz o konuşmaları kolay kolay yapamazdık” demiştim. Yıllardır birbirini görmemiş iki dost, bu hayırlı günde bir araya gelmiştik.

        Ben Hüseyin Yayman ile Mehmet Uçum’un arasında oturmuştum, hemen sağ yanımda Kadir İnanır vardı, el sıkışmıştık, birbirimize hal hatır sormuştuk. Rıfat Hisarcıklıoğlu yerinden kalkıp yanımıza gelmişti, ilk defa tanışıyorduk. Lale Mansur’la laflamıştık.

        O sırada Başbakan Erdoğan girmişti içeri. Saat 18.10’da kürsüye çıkıp konuşmaya başlamıştı.

        Tuhaftır, konuşması bana Öcalan’ın Newroz mesajına içerik olarak çok benziyor gibi gelmişti. O da “helalleşmeden” bahsetmişti. Burada bulunan insanların cesur insanlar olduğunu söylemişti; silahın yerine hayatı koymak isteyen insanlar olduğunu… Çözüme karşı olanlar ölümden yanadır demişti. Elinde silahla insan öldürenler ne kadar suçluysa, vakti zamanında Diyarbakır Cezaevi’nde insanlık dışı işkence yapanlar da o kadar suçludur demişti. “Ortak geçmişini bilmeyenler, ortak bir gelecek kuramaz. Hepimizin kitapları yasaklandı, hepimizin sesi kısıldı… Çözüm süreci, silahı devre dışı bırakıp konuşmayı, fikri öne çıkarma sürecidir,” demişti de beni ve orada bulunan birçok kişiyi çok mutlu etmişti.

        Verilen yemek arasından Yılmaz Erdoğan’la biraz laflamıştık.

        İstanbul’a ilk geliş yıllarımızdan bahsetmiştik birbirimize. O zaman Ortaköy Kız Meslek Lisesi’nde halk oyunları hocalığı yapıyordum ben. Aynı öğrenci evinde kalıyorduk. Hafta sonları oraya giderken Yılmaz da benimle geliyordu. Sonra Kocamustafapaşa’da bulunan, bakkal dükkanından bozma çok soğuk, berbat eve dönüyorduk. Ev demeye bin şahit lazım, bir virane mübarek… “O evden iki kişinin buraya gelmesine ne diyorsun Muhsin?” diye sormuştu. “Hayat şaşırtmaya devam ediyor,” demiştim. Etyen Mahçupyan’la Murat Belge, Kezban Hatemi, Vahap Coşkun, M. Emin Ekmen katılmışlardı muhabbetimize, hepimiz 23 Nisan kutlamalarına giden çocuklar gibiydik.

        Toplantı tekrar başladığında Başbakan Erdoğan’a sorular sormaya başlamıştık. Hepimizin kafasında bir yığın soru vardı. Teker teker hepsine cevap vermişti Erdoğan. Bir kere bu heyet, hükümetin bir heyeti olmayacak, hükümet hiçbir şey dikte ettirmeyecekti. Kendi programını kendisi yapacaktı. Arada bir grup başkanlarıyla bir araya gelecekti. Heyet başkanlarının önceden belirlenmesini de işimizi kolaylaştırmak için yapmışlardı.

        Bu süreci bir “Barış Şenliği”ne dönüştürme fikri atılmıştı ortaya. Bütün yaz boyunca üzerine barış mesajları yazılı tişörtler giymiş gençler dolaşsın, konserler, şenlikler tertiplensin denmişti…

        Dışarıda bir yerde karşılaşırlarsa belki de birbirlerine selam vermeyecek kadar aykırı, karşıt fikir sahibi birçok insan, bir süre sonra o salonda tek ses haile gelmişti. O anda, “Bu salona egemen olan havanın çok azı bile memleket sathına yayılırsa, biz bu işi başaracağız,” diye düşünmeye başlamıştım.

        Yılmaz Erdoğan buraya gelirken dışarıda bir adamın, “Yılmaz Bey risk alıyorsun” diye kendisine bağırdığını söylediydi. “İçeri gireceğim, bir risk görürsem dışarı çıkacağım” diye cevap verdiğini söylemişti de salonda bulunan hepimizi güldürmüştü. Yılmaz’a çıkışan adam bir emekli albaymış.

        Başbakan Erdoğan, “Barış olduktan sonra ne olacak?” sorusuna şu cevabı vermişti:

        “Mutluluk olacak, memnuniyet olacak…”

        Ona göre biz, yani orada bulunanlar, kendisi de dahil, rejimin tokadını yemiş insanlardık. Tarih bize böyle bir misyon biçmişti. Bu işi becerebilirsek eğer, hepimiz tarihe geçecektik. Heyetin sorumluluğunun vicdani olduğunu söylemişti. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir Başbakanın Kürtlere, “Benim Kürt kardeşim” demediğini, bunu ilk defa kendisinin söylediğini belirtmişti. “Silah sonuç değil araçtır, o araç sorun doğurur, sonucu da ağır olur, şimdi onun bedelini ödüyoruz,” demişti. “Sataşmalara karşı hazırlıklı olun. Hiç sataşma olmazsa durup düşünün. Sataşmalar çoğaldığında doğru yoldasınız demektir,” diye de eklemişti.

        Toplantı bittikten sonra NTV’nin gece haberlerine çıkmıştım. Aşağı yukarı şunları söylemiştim:

        “Bizim aklımız kimseden üstün değildir. Kendi hesabıma benim kimseye verecek aklım yok, ancak bana yetiyor benimki. Biz birilerine aklı vermek yerine, onların aklından geçenleri öğrenmeye gideceğiz. Tarih boyunca vatandaşının fikrine hiç başvurmamış, hep bildiğini okumuş bir devlet ilk defa çok önemli bir konuda vatandaşının fikrine başvuruyor. Onun ne düşündüğünü öğrenmek istiyor. Biz onları can kulağıyla dinlersek eğer, sanırım onlara anlatacaklarımızdan çok daha etkili sonuçlar alırız. Tıpkı terapi için psikoloğa giden bir insan gibi. Psikolog hiçbir şey anlatmaz ona, sadece dinler. Bu mesele zaten çokça psikolojiktir. Bakalım ahali ne düşünüyor? İyi şeyler düşündüğüne eminim.”

        Mutlu bir geceydi. Gecenin hayli geç bir saatinde dönmüştüm eve.

        83 gün sürecek yolculuk böyle başlamıştı.

        *

        Aradan on iki sene geçtikten sonra, aramızdan birçok kişi rahmetlik olmuş, çoğumuz hasta ve yaşlı, çoğu hayal kırıklığından mustarip bir halde eksik gedik tekrar toplanmış, bu kez “Kürt tarafına” yaşadığımız deneyimi anlatıyorduk. (Hakkını vermek lazım, DEM şu ana kadar şahane bir performansla çok başarılı bir şekilde götürüyor işi.)

        Bana göre eğer bugün bu toplantı yapılabiliyorsa, 2013 deneyiminin sonucuydu. Zira o süreç; Kürtlerin “devrimci halk savaşı” yoluyla Türkiye’den ayrılıp bağımsız bir devlet kurmak istemediklerini herkese ilan etmeleri sonucunu doğurmuştu. Hendek eylemlerine destek vermediler ama legal mücadelede de o hendekleri kazanların ideolojisine destek verdiler. Böylece onları demokratik alana davet ettiler. Silahlı mücadele yoluyla sonuç alınamayacağını onlara hatırlattılar. Kürtlerin tek bir devleti vardı; o da Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Bundan sonra Kürtler de bu ülkenin eşit birer vatandaşı konumunu güçlendirmek için ülkenin yönetimine ortak olmaya aday olmalıdırlar. Başlayan bu yeni süreç onlara böyle bir imkân ve fırsat tanıyor. Onların adına siyaset yapan legal partinin de “aktivistlikten” behemehal vazgeçip, memleketin ezeli meselelerinin halli için aklı başında yapıcı öneriler sunan özgürlükçü, liberal bir parti hüviyetine kavuşmalıdır. Hatta bu aşamada bir partiden çok bir “hayat kurtarma heyeti”, bir “enkaz kaldırma ekibi” gibi çalışmalıdırlar. “Demokratikleşme” adı altında memleket tarihinin en ağır yükü sadece Kürtlerin sırtına yüklenmemeli. Elbette demokratikleşme elzemdir ama kanın durması, gençlerin ölmemesi, anaların feryadı ve gözyaşının dinmesi her çeşit dünyevi meselelerimizden çok daha elzemdir bana göre.

        *

        2013 deneyimi Kürtlerin “bölücü” olmadığını gösterdi devlete. Devlet de bu süreç sonrasında ortaya çıkan gelişmelerle bunu net olarak gördü ve on iki sene sonra kaldığı yerden süreci yeniden diriltti. Şimdi ezeli korkumuzu yenmiş bir halde; milliyetçisi, Kemalist’i, sosyalisti, İslamcısı, Kürtçüsüyle birlikte uzun bir yolculuğa çıkmış bulunuyoruz. Yüz sene önce terk ettiğimiz “millet olma” vasfına tekrar kavuşuyoruz galiba.

        Ha gayret!