Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ahmet Hamdi Tanpınar, “Bu ülke evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor,” diye yazmıştı günlüğüne.

        Bu sözü; gündelik siyasetin içinde boğulmuş, karşılıklı kazılmış siperlerden birisine girerek hasmına bulduğu her silahla durmadan ateş etmiş, günün sonunda yorulmuş, açtığı o silahla pek çok kişiyi vurduğu halde hiçbir meseleyi hal etmemiş, ama mücadelesini inadını sürdürmüş, yaşlılığında da öfke ve kin içinde son günlerini geçirip “güzel günler görme” umudunu hep koruyarak ölmüş bir yazar, mütefekkir değil; elden geldiğince siyasi polemiklerden uzak durmuş, hatta siyasi fikrini o derece saklamış ki ancak ölümünden sonra ortaya çıkan günlüklerinde “27 Mayıs’ı coşkuyla karşıladığı”, darbeyi “vatan temizliği” olarak gördüğü, politikada “İsmet Paşa üzerine” devlet adamı tanımadığı, hayat biçimiyle pür seküler olduğu ortaya çıkmış; çok az kişinin bildiği bu haline rağmen, romanlarında kullandığı dil, geçmişe bakışı, gelecek tasavvurunun geçerli “sol değerlerle” bağdaşmadığı “tespit edilince” de sol tarafından seve seve sağa hediye edilmiş; bu memleketin gelmiş geçmiş en büyük romancılarından birisi söylüyor.

        Hakikaten de öyle; memleketimiz kendisiyle o kadar meşgul, o kadar meşgul ki, biz evlatlarının da gece gündüz o meşguliyetin bir parçası olmamıza sesini çıkarmayıp, tam tersine hepimizi o derin meşguliyetin birer neferi haline getiriyor.

        Belki de bu yüzden biz, bize yaralarımızı gösteren, o yaralarla yüzleşmemizi sağlayan ve bir gelecek tasavvuru sunan çok az sayıda büyük romancı yetiştirmiş, buna karşın dünyanın en kalabalık köşe yazarı ordusuna sahip bir milletiz. Ahmet Hamdi Tanpınar ayarında romancı olmak güç iştir; ama bilgisayarın önüne oturup, siyasi fikrini beğenmediğimiz rakibe, karşı olduğumuz siyasi partiye ateş etmek çok kolaydır. Birincisi olmak için ciddi bir disiplin, müktesebat, kültür ve feraset lazım, ikincisi için şimdilerde (bilgisayar yoksa telefon ne güne duruyor) bir klavye yeter.

        Köşe yazarlığı “amigoluğu” öğretti bize; oysa buna karşın o yazarların yüzde biri kadar Tanpınar ayarında romancı yetiştirmiş olsaydık, belki memleketimiz kendisini bize bu kadar “muhtaç” etmez, çoktan ulaştığı “milli şuurla” istikametini belirlemede bu kadar geç kalmazdı. Zira bir memleketin “istikametini”, geçmişte gazete sayfalarına yazılan, şimdilerde sanal alemde bir yerde -o yerin neresi olduğu muamma-, “depolanmış” olan köşe yazıları değil; gelecekte yaşamayı düşlediğimiz memleketi, başka bir deyimle geçmişin değil geleceğin tarihini yazan roman ve romancılar belirler.

        İyi romancısı az, köşe yazarı bol bir memleket ister istemez de evlatlarına “ağır bir yük” olur, o yükün altında inim inim inleyen evladının kendini selamete çıkarması için devamlı azarlayan huysuz, ihtiyar bir baba olup çıkar.

        Bu yüzden de tefekkürle uğraşan, köklü meseleler karşısında fikri olan, roman yazan yazarın, şairin, ressamın itibarı, devlet nezdinde hiçbir zaman “vurduğu yerden ses getiren”, iktidardaki partiyi sevindirip muhalefetteki partiyi kudurtan veya tersi “amigo” köşe yazarının itibarı kadar olmamıştır.

        Onlara her devirde “entel, dantel” muamelesi yapılmış; buna karşın “amigoluğu” meslek edinmiş köşe yazarı gazeteci ise büyük mütefekkir diyerek el üstünde tutulmuştur.

        Bizde bir şey “gazetede yazıyorsa” doğrudur ancak.

        *

        Çok para sıkıntısı çektiği halde sanatını hiç “düşürmemiş”, inat ederek roman yazmaya devam etmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanı, “evlatlarının kendisinden başka bir şeyle meşgul olmalarına izin vermeyen”, onu hep “sevgili bir yoksulluk” içinde yaşatmış olan Türkiye’den aldığı hem şık bir intikam hem de kendisinden bu kadar büyük bir fedakârlık bekleyen memleketine muhteşem bir armağanıdır. Bu roman, bu ülkeye söylenen en zarif, en komik, en kederli, en acıklı, en kahır dolu, aynı zamanda en güzel sözdür. Hayır biz “inkişaf” etmiyorduk, halimiz tam da onun bu romanda anlattığı haldi. Elimize baltayı almış, odun kıyar gibi kendimize ve zamana kıyıyorduk. Zaman “halsiz”, zaman “firari”ydi. Zaman konusundaki fikrimiz, hiciv konusu olacak kadar boştu.

        Biz en çok “manidar” zamandan anlıyorduk. Sevmediğimiz, hoşumuza gitmeyen, siyasi fikrimize ters bir durum vuku bulduğunda o hadiseye getirdiğimiz en önemli izahat, “zamanlamanın manidarlı”ğıdır çünkü.

        “Demokrasinin zamanı değil”, “Kürt meselesini, dindar-laik çatışmasını, Alevi’nin derdini konuşmanın, mezkûr meselelere el atmanın zamanı değil, şimdi bunları dillendirmenin zamanı mı” gibi sorularla yakıcı meselelerin tümü “zaman” havale edildi. Devlet, devleti yöneten hükümetler, etkili politikacılar, kaderimize hükmeden muktedirler “zamanı” kendi güç alanlarına hapsederek, ona hükmettiklerini sanarak bizi zamansız bir boşluğa ittiler. Romancıları küçümsediler, şairlere kötü davrandılar, ressamları aşağıladılar, müzisyenleri hor gördüler. Onlar için mühim olan “aksiyondu”, bu aksiyonun dışında kalan roman, şiir, resim, musiki, mimari gibi yaratıcılık gerektiren alanlar “hafif” şeylerdi, boş insanların işiydi. Bizim çok işimiz vardı ve “durmayalım düşeriz” sloganı rehberimizdi. O günden bugüne “durmadığımız” halde her defasında “düşmemizi” izah edecek olanların iyi romancılar olduğu kimsenin aklına gelmedi.

        *

        Kendimden biliyorum. Yazdığım “köşe yazılarında” elimden geldiğince “gündelik siyasete” bulaşmamaya çalışıyorum. Ama hayat senin istediğin gibi akan bir nehir değil nihayetinde. Sen de “seldeki kütük” olmak istemiyorsun bazen... Dalıyorum bazen kıyısından köşesinden herkesin konuştuğu meselelere arada bir ben de. Bakıyorum ki, en çok okunan yazılarım, okuyucunun alıştırıldığı bu tür yazılardır. İster istemez “müşteri velinimettir” ilkesinden hareket etmek gerekir değil mi ama ben bunu yapmamaya çalışıyor, inatla hemen kendi gündemime geri dönüyorum, bakıyorum okuyucuda da daha önceki rehavete benzer bir rehavet… Okur da “aksiyon” istiyor, ruh hallerimiz, kederli geçmişimiz, belirsiz gelecek tarihimiz, çocuklarımızın saadeti kimsenin umurunda değil sanki, herkes günü kurtarmanın, baş döndürücü “aksiyonun” bir neferi olma peşinde. Çeperler tıklım tıklım, mevzilerin tümü dolmuş, arada kalırsan eğer, iki tarafın da kurşunları gelip seni bulur.

        Ahmet Hamdi Tanpınar, daha o zamanlar bunun farkında olan ender romancılardan biriydi. Bu yüzden yaralı bir hayvan gibi yarasını yalaya yalaya, “hayatlarımıza getirdiği şeyin” ne menem bir şey olduğunu anlayan birilerini görmeden, “sükut suikastına” uğramış bir halde, sefalet, parasızlık ve kesif bir yalnızlık içinde öldü.

        *

        Yazarları, sanatçıları, mütefekkirleri toplasak, hepsini vekil yapıp meclise göndersek, inanın ne onlara ne de memlekete bir iyilik yapmış oluruz. Siyaset ayrı bir sanattır, politikacı ayrı bir mahluk…Bunu Atatürk denemiş, üçüncü meclis döneminde, o zamanki yazarların, şairlerin, alimlerin içinde birçoklarını seçerek vekil yaptırmış. Derler ki Cumhuriyet tarihinin en başarısız, en verimsiz dönemi bu üçüncü dönemdir işte. Kimse yazarlar, romancılar, sanatçılar bizi yönetsin demiyor, ama bizi yönetenler, yazarların, romancıların, sanat erbabının, iyi mimarların, musikişinasların en az kendileri kadar “değer” ürettiklerini idrak edip o gözle bakmış olsalardı onlara, çoğunu açlığa mahkum edip hapishanelere tıkmasaydı, çoğunu sürgün edip “kuru soğana muhtaç” etmeseydi, bazılarının kafasını kalasla parçalamasaydı memleket daha adil, daha hukuka bağlı, daha demokratik bir idareye belki çoktan kavuşmuş olur, biz de bugün bu kadar canhıraş bir şekilde birbirimizin iman tahtasına çöküp, birbirimizi nefessiz bırakmak için bu kadar iştahlı davranmazdık.

        *

        Anadolu hareketi zaferle sonuçlandıktan sonra 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi’yle işgal sona ermiş, Boğazlar ve Doğu Trakya yönetimi devralınmış, Lozan’a giden yol açılmış, TBMM İtilaf devletleri tarafından resmen tanınmış, Mustafa Kemal o yorgunlukla zafer kazanmanın keyfini sürmektedir. Herkesin morali çok yüksek. İşte o günlerde Atatürk Bursa’da aralarında bir kadının da bulunduğu bir grup yabancı gazeteciyle akşam yemeği sofrasında bir araya gelir. Sofrada İsmet Paşa, Kazım Karabekir, Muhittin Baha, Hamdullah Suphi ve Yahya Kemal de var. Mustafa Kemal, iyice çakırkeyif olduğu bir anda Yahya Kemal’den bir şiir okumasını ister. Üstat başlar meşhur “Ses” şiirini okumaya. İlk kıtasını bitirir, geçer ikinci kıtaya:

        “Âni bir üzüntüyle bu rü'yâdan uyandım

        Tekrâr o alev gömleği giymiş gibi yandım.

        Her yerden o, hem aynı bakış, aynı emelde,

        Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde;

        Her yerden o, hem aynı güzellikle göründü.

        Sandım bu biten gün beni râm ettiği gündü.”

        Üstat şiiri bitirince Mustafa Kemal güler. “Demek kırmızı gül, aşk ha!” der. “Ah bu şairler, hep bildiğinizi okursunuz, düzelmeniz çok zor” diye ilave eder. Vatan kurtulmuş, her yerde zafer naraları duyuluyor, dağ taş salavat getiriyor yurt düşmandan temizlendi diye… Şair oturmuş “kırmızı gülden, aşktan” dem vuruyor.

        Şimdi “aşkın, kırmızı gülün” zamanı değil, şimdi zafer naraları atmanın, kahramanlık türkülerini söylemenin zamanı ama şairin aklı fikri başka yerde; “gül, kan ve sevgilinin dudağı”nda... O sırada Yahya Kemal cesaretini toplasa ve Mustafa Kemal’e “Öyle bir zamandayız ki paşam, tam da gül, kan ve sevgilinin dudağının’ zamanı. Ben ‘gül, kan ve sevgilinin dudağını’ bir araya getirerek vardım, ‘Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde’ mısraına, mısradaki uyuma, ortaya çıkan tahayyüle bakarsanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır” deseydi ne olurdu sorusunun cevabını, bir denemesinde bu anekdotu bize aktarmış olan Melih Cevdet Anday söylemiyor bize. Anday’a göre “kurşunlarla yüzü delik deşik olmuş birisiyle” bu dille konuşulmaz, aykırı kaçardı.

        Hayat bazen o kadar korkunç bir hal alır ki, şairin, romancının o facia karşısındaki o “naif” tavrı her zaman anlaşılmaz. Bu yüzden de o “ağır ciddiyet zamanlarında” romancının, şairin sözü hafife kaçar, “çiçek böcekle uğraşmanın”,aşkla meşkle zaman kaybetmenin” sırası değildir, o tür “uyduruk kaydırık” lafları başka zamana sakla derler ona. (Köşe yazarları bile aşk üzerine, gündelik hayat üzerine yazılarını herkesin boş olduğu pazar günlerine saklarlar!) Haklı olabilirler; romancı romanıyla, şair şiiriyle bir şeyleri “uyduruyor” amenna, peki siyaset çok mu ciddi bir iştir, ona “uydurma” dersek çok mu sürüden ayrılmış oluruz ey muhterem kariler?

        *

        Kolera salgını varsa da her yerde aşk vardır. İsyan çıkmışsa da bir memlekete yine aşk vardır. Birileri çıkıp “ama kolera günlerinde yaşıyoruz, isyan sarmış her yeri, aşk dediğiniz şeyin zamanı mı şimdi” dese ne “Kolera Günlerinde Aşk”ı yazmış olan Marquez’in ne de “İsyan Günlerinde Aşk”ı yazmış olan Ahmet Altan’ın bu laflar umurunda olur. Dışarıda hayat çekilmez bir hal almış olabilir, o bizim gerçek dünyamız, romancının paralel evreninde, onun Tanrıyla rekabete girişerek oluşturduğu başka bir dünyada bambaşka bir iklim egemendir her yere. Bize aşkı anlatıyor Marquez kolera günlerinde. Kahramanı Florentino Ariza, sevdiği kadın Fermina Daza’ya kavuşabilmek için tam tamına 53 yıl 7 ay 11 gün beklemiş. Bir şeyi bekleyeceksen ille de aşkı bekle diyor roman bize.

        Romandan kısa bir hikaye anlatayım size:

        Ariza, canını yakan aşk acısından kurtulmak için amcasının gemisinde çalışmaya başlar. Her eli kalem tutanın bir zamanlar yaptığı gibi, okuma yazma bilmeyenlere mektup yazmalarında yardımcı olur. Müşterileri hep aşktan mustarip insanlardır. Bir gün bir genç kız heyecanla gelir ona, elinde bir aşk mektubu var, Florentina’dan cevap yazmasını rica eder. Mektubu açar, bu mektubu iki gün önce kendisi yazmıştır. Kızın heyecanını dile getiren, güzel bir üslupla bir cevap yazar delikanlıya. O sırada aşık olduğu kadını düşünür, eğer ona bir mektup yazsaydı, nasıl bir cevap yazardı, işte onu düşünerek yazar mektubu. İki gün sonra kızın mektubuna cevaben, bu kez delikanlının ağzından bir mektup yazması gerekir. Bir süre sonra kendini, kendi kendisiyle ateşli bir aşk mektubu yazışmasının içinde bulur. Aradan bir süre geçer, kızla delikanlı ayrı ayrı gelirler ona; aşık delikanlı kıza ne önerdiyse kız kabul etmiştir; evlenecekler!

        Aşkın zamanına veya zamansızlığına dair bir hikâye de benden:

        Bizden uzak olsun, Güney Amerika’da geçsin en iyisi hikâye. Devlete başkaldırmış, silah alıp dağa çıkmış bir kanlı örgütün mensubu bir grup gerillanın içinde tek kadın gerilla odur. Aşk yasaktır, hafif şeylerden konuşmak yasaktır, yaşama sevincini hatırlatan çiçek koklamak bile yasaktır. Herkes robot, herkes davayla nişanlı, herkes ölüme yazgılı. Öyle ki kız gerillalar reglden kesilmiş, erkekleşmiş, erkek gerillalar da radyodan bile olsa bir ezgiye kulak vermeyeli yıllar olmuştur. İşte o birlikteki o kızla bir oğlan, birbirlerine aşık olurlar. Aşklarını dillendiremezler ama. Fırsat buldukça bakışları buluşur, o buluşma anlatır ne anlatıyorsa, ürkek, kaçak, yasak bir aşktır onlarınki. Yakalanırlarsa anında kurşuna dizilecekler. Bazen omuz omuza yürürlerken nefesleri sevişir, bazen istemeden birbirlerine değdiklerinde ikisi baştan ayağa şehvet kesilir. Bir gün düşmanla karşılaşırlar. Herkes mevzi alır, çatışma başlar. Tesadüfen iki aşık yan yana düşer siperde, birlikte kurşun sıkıyorlar hasımlarına. Çatışma büyür, yakınlarında arkadaşları vurulur, derken sıra onlara gelmektedir yavaş yavaş. İkisi tüfeklerini bırakır, madem ölüyoruz, o halde sevişerek ölelim der ve savaşırken nasıl bir iştahla savaşıyorlarsa aynı iştahla sevişmeye başlarlar. Ne yanlarına saplanan kurşunlar ne kulakları sağır eden patlamalar ne ölen arkadaşları ne yaralıların çığlıkları ne de biraz sonra gelecek ölüm umurlarındadır; sadece sevişirler. Biraz sonra bir de bakarlar ki, hemen hemen bütün arkadaşları ölmüş, bazıları yaralı ve ikisi de yarı çıplak ve sağdır. Aceleyle üstlerini başlarını düzeltir, silahlarını ölmüş ve yaralı arkadaşlarının yanına bırakarak, bir yol bulup oradan kaçarlar.

        Bu hikâyeye siyasetin gözlüğünden bakan, ikisini “hain” ilan eder hemen, cezaları ölümdür. Peki, iyi bir romancı nasıl bakar bu hikâyeye? Kimin yanında yer alır? Davanın mı, davaya ihanet eden aşıkların mı? İkisinin de değil bence. Sonuç? Sonucu belki bir gün bir romanda çıkar karşımıza, kim bilir.

        *

        Sahi, ben Türkiye ile evlatlarından bahsediyordum. Türkiye; şimdilerde, elli sene sonra yakaladığı bir fırsatla, yüz yıldan beri her şeyinden, geleceğinden, servetinden, kanından çalan bir meseleyi “suhuletle” hal etmenin eşiğindeyken, komşu bir ülkenin seçeceği yönetim şeklinin ilerde bize yansımasını düşünerek, bu yakıcı meselenin hallini, o komşu ülkede ortaya çıkacak yönetim şekline feda etmek tehlikesiyle karşı karşıya sanki. Türkiye’nin evlatlarını çaresiz bıraktığı durumlardan birisi de budur işte! Şimdi birileri cesaretini toplayıp “Yapmayın, etmeyin, gelecek tarihimizi, bir komşu ülkede meydana çıkacak yönetim şekline feda etmeyin; Öcalan’la görüşülüyorsa, Mazlum Abdi’yle hayda hayda görüşülebilir,” derse bir evlat olarak, Türkiye "huysuz bir baba" edasıyla, "Sen sus, ben sana beni düşünmekten başka bir vazife vermedim, ben yaparım, sana düşen de bana hak vermek, o kadar,” diyerek her zaman yaptığı gibi onu “azarlayacak” mı? Bu sorunun dört başı mamur cevabı da bende olmadığı için en iyisi araya bir İsmet Paşa anekdotu sıkıştırmak.

        İsmet Paşa’nın reisicumhurluğu zamanında, köşkte, Hasan Ali Yücel, Freud üzerine bir konferans verir. Konuşmasının sonunda Yücel, “Evet” der, “Freud bir gerçek buldu, ama onu fazla abarttı” deyince, İsmet Paşa orada bulunanların duyabileceği bir sesle, “Keşke biz de bir gerçek bulsak da abartsak” cevabını verir.

        *

        Madem bütün bu anlattıklarıma Tanpınar’ın günlüğünden bir sözü vesile oldu; o halde yine vefatına çok yakın bir zamanda, 21 Ağustos 1961 günü defterine yazdığı şu iki-üç cümleyle yazıyı bitirmek:

        “Bütün düşünceleri gitmeden evvel söyleyebilsem. Türkiye, beni yedin! Belki onun için senden istediğim gibi bahsetmiyorum… İstemem gerektiği gibi.”