Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Türkçe; içinde “burun” geçen deyimler cennetidir. Kendini beğenmişler için “Burnu havada olmak”; kibirliler için “burnundan kıl aldırmamak”, bildiğini okuyanlar için “burnunun dikine gitmek”, özgüveni yüksek olanlar için “burnu Kaf dağında”, gururu kırılanlar için “burnu sürtülmek”, kendisini ilgilendirmeyen işlere girenler için “burnunu sokmak”, ilgisiz, soğuk davrananlar için “burnunun ucuyla görmek”, öfkeli, kızgınlar için “burnundan solumak”, başına kötü bir şey gelenler için “burnu kanamak”, yola getirilenler için “burnunu bükmek”, aniden karşılaşanlar için “burun buruna gelmek”,özlem duyanlar için “burnu sızlamak”, birine yaptığı kötülüğün cezasını fazlasıyla ödetmek için “burnundan fitil fitil getirmek”, çok yakınında olanlar için “burnunun dibinde olmak”, birini kolayca yönlendirmek için “burnuna halka takmak”, kendini herkesten üstün görenler için “burnu büyük”, dayanmanın sınırına gelenler için “burnuna kadar gelmek” deyimlerini hemen hemen her gün kullanıyor; insan yüzünün tam ortasına, bir mimarın muhteşem bir yapıya, bir sanatçının muhteşem bir tabloya attığı imza gibi yerleştirilmiş, görünürdeki basitliğine tezat, karmakarışık bir yapısı olan, sadece kemik ve kıkırdaktan oluşmayan, nefesin başlangıcı, kokunun kılavuzu, estetik algının başrol oyuncusu olan en hayati organlarımızdan olan burnu insandan alarak “deniz burnu”, “kara burnu”diyerek tabiata da yakıştırıyoruz.

        Burnumuzun bizden çektiğini bir burun bilir bir de biz. Biçimini beğenmeyen “içinde et vardı” diyerek estetikçiye koşup burnunu kestirir. Kavgada ilk yumruk buruna iner. Bir sarılma anında özlemi, hasreti, sevgiyi içine çekmek için görev ona verilir. Burnun hatırlattığı şey, kalbin unuttuğu şeydir; içerde tekrar canlanır. Her haberi önce burun verir bize. Dünyayla ilişkimizi burnumuz belirler. Kimimiz burunla koku alır, kimimiz burnuyla her şeye hükmeder. (Sultan Abdülhamit, uzunca, belirgin bir buruna sahip olduğundan dönemin mizah dergileri ondan bahsetmeden uzun bir burun çiziyor, muhalif muharrirler de yazılarında “burun” kelimesi geçirince onu kastettiği ilan ediyor; bu durumu bilen sansür heyetleri de bir süre sonra gazetelerde “burun” kelimesinin kullanmayı men etme yoluna gidiyorlar.) Kimisi kokunun ardında gerçeği bulur, kimisi burnunu kaybedince kendini kaybeder. Burnunu kaybeden, yani koku alma duygusundan mahrum kalan, insan olmanın ne kadar tuhaf ne kadar absürt bir şey olduğunu o zaman anlar.

        *

        Bunu edebiyatta ilk sınamış yazar On Dokuzuncu Asır Rus edebiyatın kurucu babalarından Gogol’dur. Ta 1832 yılında “Burun” diye muhteşem bir hikaye yazar. O günden bugüne bu hikaye “absürt” edebiyatın temel metinlerinden birisi olarak kabul edilir. Bu hikaye bize gösterdi ki, “Bir burun, sahibinden koparak tek başına sokaklarda dolaşıyorsa, üstelik kısa sürede terfi alıyorsa”, edebiyat yoluyla anlatılmayacak bir şey yoktur. Gogol’un bu hikayesi, kendisinden sonra gelecek birçok gerçeküstü, birçok absürt sanat eserine yol vermekle kalmamış, Dostoyevski, Bulgakov, Kafka, Beckett gibi büyük yazarları, Şostakoviç gibi büyük bestekarları bile bir hayli etkilemiştir.

        Hikaye özetle şöyle:

        Petersburg’ta mukim berber İvan Yakoleviç, sabah kahvaltısında karısının yaptığı ekmeği keserken içinde bir burun bulur. Şaşkınlıktan ağzı açık kalır. Buruna uzun uzun bakar, bu burnu bir yerden hatırlıyor, sonunda burnun sahibini bulur; bu burun müşterisi Binbaşı Kovalev’in burnudur. Berber paniğe kapılır, zira bir insanın burnunu kesmek suçtur. Gizlice burnu bir mendile sarar ve kimseler görmeden gidip Neva Nehrine atmaya karar verir. Yol boyunca telaşlıdır, ürkektir, yakalanma korkusu her yanını sarar.

        Aynı sabah Binbaşı Kovalev uyanır, aynaya bakar, bir de ne görsün, burnu yerinde yok. Onun yerinde düz, boş bir alan var. Aynadaki kendini tanımaz, sokağa çıkmaya da cesaret edemez. Zira burnu onun için toplumdaki yerinin sembolüdür, o olmadan insan içine çıkması mümkün değildir. Burunsuz bir hiçtir!

        Sonunda cesaretini toplar, burnunu aramak üzere sokağa çıkar. O da ne, kaybettiği burnu çıktığı caddede tek başına dolaşmasın mı? Üstelik burnu bir de statü elde etmiştir. Rütbesi, kendisinden bir hayli yüksek bir makam olan devlet müşavirliğidir. Burun bir arabaya biner, kiliseye gider, dua eder. Üzerinde şık bir üniforma vardır. Kovalev peşinden koşar, onu yakalamaya çalışır ama burun, gayet soğukkanlı, onu ret eder.

        “Yanılıyorsunuz beyefendi. Benimle konuşmanız uygun değil. Ben bir devlet memuruyum.”

        Burun bir organ olmaktan çıkmış, kendi başına, toplumda saygınlığı olan bir kişiliğe bürünmüştür. Kovalev derdine çare bulmak için çeşitli yollara başvurur; polise gider, gazeteye ilan verir, bir sürü makama başvurur ama kimse onu ciddiye almaz. “Burun” burun olmaktan çıkmış, gerçek bir kişiliğe bürünmüş. Pasaportu bile var. Bu haliyle kimse onun bir insandan kopmuş bir burun olarak kabul etmez. “Saçma” olan “normale” dönüşmüş, Kovalev ise delirme noktasına gelmiştir.

        Bir sür sonra polis Kovalev’e burnunu geri getirir. Burun gizemli bir yolla eve dönmüştür, Kovalev onu yerine oturtmak için doktora gider. Orada da bir sürprizle karşılaşır; doktor burnunu yerine koymanın imkânsız olduğunu söyler. Derken, bir süre sonra burun kendi kendine yerine yerleşir. Kovalev aynaya bakar, burnu eskisi gibidir, sanki bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi hayatına devam eder.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mahur Beste” ve “Huzur”la birlikte bir üçleme oluşturan “Sahnenin Dışındakiler” romanı, 1950 yılında bir gazetede tefrika edildikten sonra, 1973 yılında kitap olarak basıldı.

        Günlüklerinde, kendisini “kolaylıkla tesir altında kalan adamlardan” olmadığını söyledikten sonra, “Hiç kimsenin, Yahya Kemal hariç, tesiri altında kalmadım” der.

        Başkasını taklit ederek roman yazan bir yazar değildir o. Yazdığı her şey o yazdığı için o kadar iyidir. Başka bir yazarın kaleminde yavan kaçacak, cılk nostaljiye gark olacak yitip gitmekte olan, yakalansa bile geri döndürülemez kayıp zaman onda muazzam bir kişiliğe bürünür. Her şey kımıldar, taze bir ruha bürünür, yeni yıkanmış eşik arapsabunu kokar, bir eski zaman musikisinin nağmeleri etrafı sarar. Okurken ben bunları görmüş, duymuş, hissetmiş, koklamıştım duygusuna kapılır insan.

        Büyük yazarlar, eserlerinde mutlaka kendine rakip veya eşdeğer gördüğü başka yazarların eserlerine sayfaların arsında göz kırpar, göndermelerde bulunur, ondan bir şeyler “tırtıklar”, “tırtıkladıklarını” da yüreklice, yine aynı sayfalarda kendisinin bildiği bir yolla faş eder, bazıları da bunu tatlı bir edebi oyuna dönüştür.

        “Sahnenin Dışındakiler”de Tanpınar, kahramanlarından “Kudret Bey”in burnundan bahseder. Muhtemelen kendisi de bu hikayeyi okuduktan, iyi bir hikaye olduğuna karar verdikten ve kalemi eline alan herkes Gogol’un “Burun”undan bir şekilde bahsederken o bir yerlerde kıs kıs gülüyor, “burun” denilen uzvu anlatmak için yanıp tutuşuyordu. Burun öyle değil, böyle anlatılır! Kudret Bey’in muhteşem burnu bu fırsatı ona verince, kendi ayarında gördüğü bir büyük yazarla aşık atmanın zamanı gelmiştir diye düşünmüş ve bu bölüm romanına böyle girmiş olmalı.

        Edebiyat fakültelerinde çoğu hoca tarafından final sorusu olarak da sorulmuş “Kuderet Bey’in burnu” bölümü, Türk edebiyatında yazılmış en matrak metinlerden birisidir bana göre.

        *

        Yazar, romanın 98. sayfasında, Kudret Bey’in burnundan şimdiye kadar bahsetmemesinin sebebini “bir ihmal” olarak görmememizi ister bizden zira “hikâye sanatında bir burundan müstakil bir şahsiyet gibi bahsetmek” adet değildir. Gerçi “Gogol'da müstakil denebilecek bir burun hikayesi vardır” fakat “o burun sahibinden ayrılır. Kudret Bey'in burnu ise kendisinden hiç ayrılmamış, bütün huysuzluğuna rağmen, belki de dostumuzun irade zaafından faydalanarak, tıpkı hiç anlaşmadan aynı çatı altında yaşayan iki karı koca gibi, çekişe çekişe olsa bile daima beraber yaşamışlardır”.

        Kudret Bey'in burnu, kaşlarının arasında bir küçük kabarıkla başlıyor, gittikçe artan bir hırs ve iştihla ve üstünlük iddiasıyla çehresini evvela iki ayrı kısma ayırıyor, sonra da sanki bu ikiliğe dayanarak bu çehrede mutlak bir hüküm sürüyor, dudakların üstünde küt, bütün hayata ve her nevi yaşama isteğine dargın bir veto gibi birdenbire bitiyordu. Onun Kudret Bey'in dudakları üzerindeki asılışını görüp de dostumuza acımamak mümkün değildi. Sanki “Ben varken sizin konuşmanıza lüzum yoktur...” der gibiydi.

        En iyisi yazarın o muhteşem anlatımındaki tadı kaçırmamak için sözü ona bırakmak:

        “Kudret Bey’in burnu, hayatında belirgin bir trajik unsurdu. Kudret Bey, idealist bir insandı; burnu ise inadına realist, hatta daha büyük bir ihtimalle ‘existentialiste’ bir burundu. Evet, bunu yanılmamızdan korkmayarak iddia edebiliriz ki bu burun ‘existentialiste’ bir burundu. Çünkü ‘existence’, yani varlık başlangıcından beri mevcut olan bir şeydir. Bu itibarla Kudret Bey'in Jean Paul Sartre, Jaspers, Gabriel Marcel gibi bu felsefe mektebinin muasır filozoflarından çok evvel doğmuş olması yahut Heidegger ve Kierkegaard gibi onlardan daha evvelkilerini tanımış olmaması, hatta adlarını işitmemiş bile olmaması burnunun tam bir ‘existentialiste’ olmasına bir mani teşkil etmez.

        Kaldı ki bu burun, kendisi de hakikaten mevcuttu, yani vardı. Kaç defa? Bunu söylemek güçtür. Bana kalırsa her an vardı. Hiç olmazsa Kudret Bey'in bu fani hayata gözlerini açtığı andan itibaren vardı. Hem de yüzünün dörtte üçünü kaplayacak şekilde, yani bir nevi şiddetle, irade ile, mütearrız bir şekilde vardı. Ayrıca bahsettiğimiz felsefenin esasını yapan zıddiyetin mekanizması ile Kudret Bey'e bir nevi ‘autrui’, yani gayr yahut öbür imiş gibi düşman muamelesi yapardı.

        Bununla da kalmazdı, varlığını bütün etrafına ihsas ederdi. Bu belki de iyi bir psikolog olmadığı içindi. Şurasını da söyleyeyim ki Kudret Bey'in burnu burada tamamiyle mazurdur. Çünkü hepimizin bildiği gibi, iyi psikoloji, derin tahlil Marcel Proust'la başlar, çünkü psikoloji, varlık gibi kendiliğinden ve başlangıçtan mevcut bir şey değildir. O ancak muayyen kaynaklardan öğrenildikçe vardır. Hikayemizin geçtiği zamanda ise, bu büyük muharririn o kadar hayran olduğumuz eseri henüz tamamlanmış değildi.

        Kudret Bey ve burnu olsa olsa Stendhal ve Dostoyevski gibi ikinci derecede psikologları ve sathi tahlil adamlarını tanımış olabilirlerdi. Kudret Bey'in burnu bir muhalefet partisi gibi ebedi bir memnuniyetsizlik havası içinde yaşardı. O, tenkitten hoşlanan bir burundu. Beğenmemek, beğenmediğini göstermek, böylece ehemmiyet kazanmak isterdi. Diğer taraftan hodbin ve istilacı idi. Yukarda yüzünün dörtte birini nasıl kapladığını söylemiştim. Bununla da kalmamış, yaradılışından entrikacı olduğu için bir nevi mevzii anlaşmalarla bu çehrenin diğer uzuvlarını da peşinden sürüklemeye başlamıştı. Kudret Bey'in bazı anlarda insana o kadar kederle bakan o büyük gözleri, hatta hareketli ve gür kaşları hemen hemen onun emrindeydi.

        Bununla beraber bir fil hortumu kadar zeki ve marifetli olan, bazı vaziyetlerde şaşılacak kadar intibak kabiliyeti gösteren, çehre ve mana değiştirmesini, icabında kendisini ve düşüncesini gizlemesini bilen bir burundu. Onun kendisine mahsus dikkatleri, iştahaları, tecessüsleri, sezişleri, dargınlıkları, nefret ve sevgileri vardı. Denebilir ki yetiştiği ve şaşırtıcı bir bereketle büyüdüğü dar coğrafya içinde hiç mahpus kalmaz, her fırsatta hayatın sonsuzluğuna doğru uzanırdı.

        Bütün bunlar, asıl Kudret Bey'in o kadar mahrum olduğu meziyetlerdi ki, bazen dostumun herhangi bir meclise, mühimce bir davete, mukadderatının halledileceği bir topluluğa kendi yerine burnunu göndermemesine şaşardım.

        Ah, Kudret Bey, sizin yerinize burnunuz görse, konuşsa, teklif etse hayatınız böyle mi olurdu hiç! Belki etrafınıza sizi o kadar sevdiren birçok şirin hallerinizi kaybederdiniz, fakat neler, neler kazanırdınız!.. Hiç olmazsa onun ihanetinden kurtulurdunuz.

        Bu ihanet sizi kaç defa müşkül, tahammülü imkansız vaziyetlere soktu? Kayınbiraderlerinizle olan davalarınızı, her şeyi kendisine bırakmadınız, ilk nasihatlerini dinlemediniz diye size darıldığı için kaybetmediniz mi? Torino'dan dönüşünüzde, sizden o kadar genç olan Muhlis Bey'in verdiği tavsiye ile Talat Paşa'ya iş istemek için gittiğiniz zaman, bu nüfuzlu nazıra derdinizi anlatacağınız yerde burnunuzla kavga etmeseydiniz muhakkak o gün bir sefirlik elde ederdiniz. Burada da kabahat sizindir. O size sadece mütevazı olmanızı, az konuşmanı tavsiye etmişti. Halbuki siz kalktınız, ona inat olsun diye muhalefetin hukukunu müdafaa ettiniz, ancak sokakta bir miting esnasında verilecek nutuklara giriştiniz! Bakınız Kudret Bey, son İstanbul Meclis-i Mebusanı'ndaki hayatınız için bunu söyleyemem. Burada kabahat bir bakıma göre tamamıyla burnunuzundur. Onu iyiden iyiye darıltmıştınız. Onun için o kadar kibirli, etrafa aldırmaz bir tavır takındı. Hemen hemen herkesi ve her şeyi tenkit etti. Sizi sevimsiz bir insan yaptı. Halbuki siz ağzınızı bile açmamıştınız. 0 kadar ki dışardan hayatınızı göz önünde tutanlar sizi birdenbire dilinizi yutmuş sandılar. Ne çıkar!

        Burnunuz sizin yerinize konuşuyordu. O kadar çok konuşuyordu ki siz ağzınızı açmadığınız halde etrafınız sizi adeta bir geveze, bir laf ebesi, her şeye itiraz eden bir adam addetmeye başlamıştı.

        Buna mukabil hususi hayatınızda burnunuz sizi daima korumak istedi. İlk evlenmenize tek itiraz eden oydu. Her gün ‘Yapma Kudret'ciğim, vazgeç bu işten! Ben varken seni hiçbir kadın beğenmez!’ diye tekrarladı. Fakat siz dinlemediniz! Sakine Hanım'la evlenmek hülyasına düştüğünüz zaman, yine burnunuz sizi bu sevdadan vazgeçmeye davet etti. ‘Olmaz!.. Olmaz!.. Seni beğenmez’ dedi. Fakat siz bu izdivacın hayatınıza getireceği rahatlığı düşünüyordunuz; onun için kulak asmadınız! Nihayet işte gördünüz.

        Siz onunla evlenmek isterken o size belki de alay etmek ve haddinizi bildirmek için bu Hollandalı kadını teklif etti.

        Burada da burnunuz hakikati sizden çok evvel keşfetti. Aksi takdirde, sabahleyin onu bu ziyarete razı etmek için o kadar sıkıntı çekmez, o kadar yalvarmazdınız. Gelirken her aynanın önünde duruşunuzun sebebi biraz da bu değil miydi? Acaba ne yapıyor? Ne haldedir? Yine itiraz mı ediyor? Bana verdiği sözü tutacak mı? Yoksa beni yine herkesin karşısında maskara mı edecek? diye merak ettiğiniz için o aynalara bakmıyor muydunuz? Bütün bunlar başınıza niçin geldi, biliyorsunuz değil mi?

        Çünkü burnunuza layık oldugu hürmeti ve itibarı göstermediniz. Onu beğenmediniz, gereği gibi benimsemediniz! Bir insan her şeyden evvel burnuyla anlaşmalıdır. Öbür işler çok sonraya kalır.

        Burun dışarı hayatın anahtarıdır. Dargın bir burun şahsiyeti dağıtır, yok eder. Halbuki siz burnunuzu kaba, çirkin, kibirli, kıskanç, dedikoducu ve fazla rahatsız edici buldunuz! Kaç defa yolda yürürken onu düşürmeğe, hatta yanlışlıkla bir yerde unutmağa çalıştınız.

        Sizinki kadar zeki, görmüş geçirmiş, üstelik vesveseli bir burun bunu elbette fark eder. Elbette kendisini bu kadar istemeyen, estetik zevklerine uygun bulmayan, hor ve hakir gören, işlerden uzak tutmağa çalışan sahibine düşman olur. Hiç insan burnunu işlerinden uzak tutabilir mı? Yemek için kepçe ne ise, iş için de burun odur. Hatta becerikli bir burun kendi işlerini alelacele gördükten sonra yedi mahalle ötesine yardıma bile gider. Bir burnu işe karışmaktan alıkoymağa çalışmak, tabiat kanunlarına isyandan başka nedir? Veyl o fanilere ki, burunlarını sadece bir süs addederler! İşte siz bunu yaptınız Kudret Bey! Onun için burnunuz hayatınızı alt üst etti, bazen size en münasebetsiz nasihatler verdi, bazen aldattı, bazen açıkça insanları düşman etti, hülâsa işlerinizi bozdu.

        Bununla beraber Kudret Bey'in bazen burnu ile tam bir uyuşma ve anlaşma içinde yaşadığın olurdu. Bugün işte bu nadir günlerden biriydi. Onun için bu zeki burun hepimizin kalbini fethetti.

        Bize çok küçük, çok ölçülü kımıldanışlar, yer değiştirmelerle, her türlü çehre farkının üstünden sahiplerine benzeyen bir yığın karikatürler çizdi, mimikler ve taklitler yaptı. O gün bir defa daha anladım ki, aktörlük sanatı evvela burunla başlar. Büyük komedyenlere bakın, daima burun hususiyeti görürsünüz.”

        *

        Gazze’de; şehre iki seneden beri yağan bomba yağmurunun durduğu saatlerde İsveç Akademisi, kara mizah ve ironiyle bezeli karanlık bir atmosferde geçen romanlarıyla ünlü Macar romancı Laszlo Krasznahorkai'yi “kıyametvari terörün ortasında sanatın gücünü yeniden teyit eden ileri görüşlü eserleri” nedeniyle Nobel ile mükafatlandırdı. Bütün dünyayı sarmış “kıyametvari terörün” hüküm sürdüğü “bu zor zamanlarda gülmekten başka elimizden ne gelir” demişti romancı bir mülakatında.

        Hem komünist diktatörlük hem de günümüzde süren Victor Orban diktatörlüğü döneminde “burnunun dikinde gitmekten” asla hiç vazgeçmemiş bu büyük ustaya, bu yazı vesilesiyle bin selam!