Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Oğuz Atay, 1970 yılının Nisan ayında, ilk romanı “Tutunamayanlar”ın yavaş yavaş sonuna yaklaştığı bir dönemde, kahramanı “Selim gibi” günlük tutmaya karar verir. Sevin gitmiş, o da kimseyle konuşmak istemiyor, günlüğü “dert ortağı” olsun istiyor. “Kimse dinlemiyorsa, ya da istediği gibi dinlemiyorsa” o da günlük tutacak, “Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız” diyor başlarken.

        Günlük 25 Nisan 1970’te başlıyor. Altı ay sonra, 7 Kasım günü “Tutunamayanlar”ın bittiğini, 31 Ekim’de “yarışmaya gönderdiğini” haber verir bize. Sevin harıl harıl onu İngilizceye çeviriyor, çeviri işine onu karıştırmıyor, o da romanı yayınlayacak bir yayıncıyı arıyor bir yandan. Dün kitabı Cem Yayınevi’nin sahibi Oğuz Akkan’a göndermiş ama “durum pek parlak değil.” O da günlüğünü, o günden itibaren bir “akıl defterine” dönüştürmeye karar verir.

        Madem ilk roman bitti, o halde bir an önce yenisine başlamak gerek. O deftere “yeni kitapla ilgili (ki o kitap daha sonra “Tehlikeli Oyunlar” adını alacak) aklına ne gelirse” yazacak.

        Yeni romanıyla ilgili “bize özgü” bazı şeyler var kafasında. Batılı birisi için hiç “rasyonel olmayan” bazı şeyler. “Batının anladığından ayrı bir görüş bu. İçinde düşünenin fark edemediği bir ‘humour’ olan saf diyebileceğim bir görüş. Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir biçimde. (…) Bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. (…) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum.”

        *

        “Günlük”te bu satırları tekrar tekrar okurken “Çocuk kalmış millet” olmamız “saflık” mıdır, “çaresizlik” midir, bir “seçim” midir bilemedim doğrusu. Bildiğim tek şey, “yetimliği” belki de hiçbir milletin bizim kadar derininde yaşamadığıdır. Hep bir “sevgili yoksulluk”, hep “güzel bir yalnızlık”… Çok zengin, çok bonkör, çok eli açık, çok hayırsever bir insan düşünün. Gün geçtikçe elindekini yitirmeye başlıyor, azar azar ama tıpkı Nesli Çölgeçen’in şahane filmi “Züğürt Ağa”daki Ağa gibi, bir türlü ağalığın remzi çizmesinden, gümüş tütün tabakasından ve kehribar tespihinden vazgeçmiyor. Ölse de onları elinden çıkarmayacak! Ama hayat onu öyle bir noktaya getirir ki en sonunda asaletinin sembolü olan o kıymetli varlıklarını da elden çıkarıp onun parasını Çiçek Pasajı’nda satacağı çiğköfte malzemesine sermaye yapacak. Mecburi geldiği şehirde, giriştiği hiçbir işte tutunamamış Ağanın bildiği en iyi iş çiğköfte yoğurmaktır çünkü, yeter ki “feodal gururunu” yenebilsin. O gururu yenip tepsiyi eline aldığında daha önce ona “marabalık” yapmış olan hiç kimse “çiğköfte işinde” onun eline su dökemeyecek. Çiğköfteyi daha önce evine konuk gelen eşraftan birilerine, kasabadan gelmiş kaymakama, savcıya, öğretmene kendi eliyle “keyif olsun” diye yoğuruyordu böbürlenerek, şimdi “çiğköftecilik” onun asıl mesleğine dönüşecek.

        Böyle bir adam “çocuk kalmasın” da ne yapsın!

        *

        Yetimlik demiştim. Yetim, babasız kalandır. Babası erken yaşta ölmüşse, bir yetim “baba” kelimesini her duyduğunda irkilir. Yetimin bakışı benzemez hiçbir bakışa. Kendine has bir keder, bir hüzün yüklüdür o bakışta. O kederi anlatacak kelimeler kifayetsizdir. Ruhları, fersah fersah aşağıdan, derin bir kuyudan gelen hüzünle kaplıdır. Yetim hep tutunacak sevecen bir dal arar etrafında. Ona iyi davranana kanı bu yüzden çabuk kaynar. Bir zamanlar Yeşilçam’a damgasını vurmuş, yıllar yılı herkese gözyaşı döktürmüş, insanların kitleler halinde sinemaya götürmüş o eski zaman filmlerinde karşımıza çıkan “yetim çocukları” canlandırmış “çocuk artistlerin” ağzından çıkan, “Size baba diyebilir miyim amca” repliği, çok uzun bir süre boyunca kimseyi güldürmeyip tam tersi duyulur duyulmaz herkesi hıçkırıklara boğmasının sebebi bu olsa gerek.

        *

        Peki biz ne zaman yetim kaldık? Ne zaman babamız öldü de o kederle etrafımıza bir yetim gibi bakmaya başladık?

        Bu sorunun çarpıcı bir cevabı Jale Parla’nın “Babalar ve Oğullar-Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri” (İletişim) adlı kitabında var. Jale Hoca’ya göre Tanzimat romanı, baba hasreti çektiğimiz, bir yetim gibi kederli kederli her şeye aval aval baktığımız bir dönemde çıkmış ortaya. Yetimlik, kaybedilen eski değerlerden geliyor. Baba, şimdiye kadar onları yaşatmış, bugüne getirmiş kadim, yerleşik kültürdür. Ama neylesinler ki kadim kültür tek başına roman yazmaya muktedir değil. Roman dediğin “gavur icadı” bir yalanlar manzumesi! İster istemez “mürekkep erbabı” şimdiye kadar baba yerine koydukları şeyin sözünden dışarı çıkacak, belki de aralarından bazıları “baba katili” olacak. Yeni bir baba arayışı böyle başlar. Devletin başında kendisi de çocuk sayılan on altı yaşında Sultan Abdülmecit var. Başlarında çok istedikleri baba artık o “çocuk padişah” değildir. Çoğu romanın başkahramanı gerçekten de yetimdir, ama yaratıcıları, “yetimliği” onların babasızlığına bağlamaz, genel bir babasızlık durumu egemen olmakta dikişleri usul usul sökülmekte olan imparatorlukta, eski olan hızla gitmekte, yeni olan, henüz bilmedikleri, yabancısı oldukları bir baba, bir anlayış gelip başköşeye oturmakta. Parla’ya göre Tanzimat dönemi romancıları bu dertten mustariptir. Zira çok istedikleri Tanzimat korunmaya muhtaç bir çocuktur. Ne o çocuktan vazgeçebiliyorlar ne de onun getirdiği değerleri kısa sürede içselleştirmeye hazırlar. Mesela Şinasi’ye göre Tanzimat’ın amacı “Asya’nın akl-ı piranesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrini izdivaç ettirmek”tir. Jale Parla, şu sonuca varır:

        “Yenileşme hareketinin temelini Doğu’nun ahlaki ve kültürel boyutlarıyla Doğu’nun dünya görüşü oluşturmalıdır; bu dünya görüşünün bekçisi toplum düzeyinde padişah, aile düzeyinde baba, edebiyat düzeyinde yazardır. Tanzimat gibi, mutlak otoritenin zaafa düştüğü süreçlerde, dünya görüşü hâlâ mutlakçı olmakta devam ediyorsa, yazara babalık görevi düşer. Her Tanzimat yazarının içinde bir ‘mürebi-i efkar” (düşünce terbiyecisi) gizlidir; her satırı ‘nazende tıfıl’ın (nazlı çocuk) terakkisi içindir.”

        Aslında Tanzimat, ölmekte olan babayı diriltme çabasıdır bir bakıma. Yataklara düşmüş, can çekişen; yerli eczanın, Doğu hekimlerinin hastalığı karşısında mecalsiz kaldığı, eski değerlere ait hiçbir ilacın diriltemediği babayı, ecnebi şırıngasıyla ayağa kaldırma çabasıdır bir bakıma.

        Tanzimat babayı diriltti mi, çocukları hepten yetim mi bıraktı sorusu bugün de cevapsızdır ama bana sorarsanız naçizane fikrime göre baba tam ölmediği, dirilip ayağa kalkmadığı için, yani yatakta hep “yatalak” kaldığı için biz evlatları da baba şefkatini görmediğimizden hep çocuk kaldık o günden bugüne. Büyüdük büyümesine ama çocuk haleti baki kaldı üzerimizde. On sekiz yaşına geldiğimizde Batı’da olduğu gibi babamızdan kopup kendi ayaklarımız üstünde durmadık, bizi ayakları üstüne nasihatleri, yol göstericiliği, tek sermayesi olan ferasetiyle tutacak kadim babadan vazgeçtiğimiz için de çocuk kaldık. Çocuk şaşkınlığıyla olup bitene bakmamızın sebebi budur. Hep bir eziklik, hep bir “üvey baba” ne der korkusuyla yaşadık. Yapmak istediğimiz hiçbir yeniliği toplumun ihtiyacına binaen yapmadık. Hep evin içini komşuya göstermek için süsledik. Devlet mekteplerinde okumuş memuru “düşünce zaptiyesi” olarak başımıza dikilmesine sesimizi çıkarmadık. Eğitim sürecinde “nazende tıfıllar” olarak “aç avucunu” diyen öğretmenin buyruğuna uyduk, dayak yemeyi adam olmanın ölçütü saydık.

        *

        Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi Tanpınar, sırtında hırkasıyla ihtiyarlamış Doğulu baba ile, şık kıyafetler içindeki genç Batılı babayı “çatıştırmadan” aynı çatı altında yaşatabileceğimiz bir yeni ruh ve kimlik önerdiler bize. Birisi şahane şiirler, öteki bir o kadar şahane romanlar yazdı. Oğuz Atay, çok sonra yakalamaya çalıştı onların ortaya attığı fikri kuyruğundan. Batı karşısındaki ezikliğimiz, oyun dışına itilmiş “mahalle çocukları” gibi kalışımız bir haksızlıktı ona göre.

        5 Ocak 1975’te günlüğüne Türk aydının bütün eksikliklerine rağmen Batıyı tanımaya çalıştığını yazar. “Biz geri kalmış bir ülke değiliz, fakir düşmüş bir soyluya benzetilebiliriz ancak.” (Aç kaldığı halde ağalık çizmesini, gümüş tütün tabakasını ve kehribar tespihini bir türlü eli varıp satmayan Züğürt Ağa misali.) Oğuz Atay’a göre, “Amerikalı, Avrupalı kendi dışındaki kültürleri inceler”, biz ise duyguyla yaklaşırız onlara. Edebiyata bakışımız da öyle. “Biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet’in meselesine katılırız; Palto bizi derinden sarar. Batılı değerlendirir, biz severiz.” Bunları yazdıktan sonra “Batı karşıtlığımızı” onaylamadığını söyler Atay. Barbar ve geri kalmış olmadığımızı ispat etmek için yapıyoruz bu düşmanlığı Batıya. “Biz Doğuya da Batıya da sahip çıkabiliriz oysa. Kültürümüzü zenginleştirecek bu evrensel özelliğimizi belki bilmeden baltalıyoruz. Çocukça samimiyetimizi gizlemeye kalkışarak Batılı çürümüş diplomatları taklit etmeye çalışıyoruz.”

        *

        Her şeye sirayet eden bu “taklittir” ki bizi çocuk olmaya daha da yaklaştırıyor. Bayramlar müsamere, tarih dekoratif efsane, yerli malı haftası komik, evlerimizin bazı köşeleri bile sahne. Karşı yönde ise, bu “müsamereyi” tasvip etmeyen “medeniyetten korkan” geleneksel bir güruh… Bu iki uç arasında “çocuk kalmak iyidir” Oğuz Atay’a göre, “Tehlikeli Oyunlar”ın kahramanı Hikmet Benol, “Çocuk kalmak iyiymiş. Biz de iyi kaldık albayım, medeniyet bizi bozmadı. Ha-ha.”

        “Batı medeniyeti bizi bozar” diyerek dışarıdan gelen her şeye karşı çıkanlarla “Batı medeniyetle çağdaş uygarlığa varırız” diyenlerin savaşında, hep ikincilerin borusu öttü yakın zamana kadar. “Andımız”ı yazan Reşit Galip, sağlamasını kendi evinde, kızlarının üzerinde yaptı. Müsamere devam ediyor hâlâ. Bir misal yaşadıklarımdan… Her yaz gittiğimiz Datça’da, memleketin en iyi mekteplerinden mezun mühendis, doktor, avukat, eczacı, ekonomist, bankacıların yaz tatillerini geçirdikleri bir sitede her yıl 30 Ağustos’ta tekaüt askerler üniformalarını giyer, arabalar süslenir, Atatürk’ün büyük boy fotoğrafları pikaplara yüklenir, hoparlörler sonuna kadar açılır, İzmir Marşı devreye girer, iki bahçıvanın taşıdığı büyük boy Atatürk fotoğrafının arkasına bütün site sakinleri dizilir, elde bayraklar sallanır, sitenin önündeki koyda, sakinlerin tekneleri yarımay şeklinde dizilir, yürüyüş koluna adeta selam durur, yürüyüş Migros’un önündeki Atatürk büstünün bulunduğu meydanda, en kıdemli emekli askerin yaptığı hamaset dolu bir konuşmayla son bulur. (Bütün bu müsamereyi, burunlarının dibinde, 5 deniz mili ötede bulunan Yunan adası Simi’ye baka baka oynarlar, hiç kimsenin aklına “o ada neden Yunanın?” sorusu bile gelmez.) Töreni tertipleyen o okumuş yazmışların alayı işlerini büyük bir ciddiyetle yapar, o gün omuzlarına aldıkları çocuklarından daha da küçülerek tam çocuk olurlar.

        Bir misal de edebiyattan… Tezer Özlü, “Çocukluğumun Soğuk Geceleri” romanında, tıpkı o sitede Zafer Bayramını büyük bir coşkuyla kutlayan o okumuş yazmışlara benzer müfettişlikten emekli bir babayı anlatır. Hepimizin giydiği çizgili pijaması var onun da. Beden eğitimi öğretmenliği de yapmış adam. Evin içinde öttürdüğü düdüğü o günlerden kalmadır. Pazar günleri pijamasını sırtından çıkarmaz. Ağzında düdüğü evdekileri nizama sokar. Ev, ev değil, kışla mübarek. Şedittir ama komik olduğunu bilmez. Memurluğu hiç elden bırakmamış. Memurlar yüceltmiş cumhuriyeti, “düşünce terbiyecisinin” görevi evde bile olsa disiplini elden bırakmamaktır. Hele bayram günleri. Baba sabah erkenden kalkar, çocukları sıraya geçirir, güne İstiklal Marşı’yla başlanır, evde özenle bir Atatürk köşesi hazırlanır, ev ahalisi hep bir ağızdan Harbiye Marşı’nı söyler. Babaları memur olan çocuklar için bu sahneler hiç de yabancı değildir. Böyle bir evde büyüyen bir kız çocuğunun içinden geçen ilk şey, bir an önce terk edip o evden “gitmek”tir. (Nurdan Gürbilek, “Kötü Çocuk Türk”, Metis, s.57-58)

        Babalarımız “çocuk kalmışlardı” da biz büyüyünce büyüdük mü sahiden? Ne gezer! Oğuz Atay, “Babama Mektup” hikayesinde bu durumu, “Sen öldüğünden beri gittikçe daha ‘muhafazakâr’ oluyorum babacığım,” diyerek açıklar.

        Babalık görevi şimdi bizde. Bizden de evlatlarımıza geçecek.

        *

        “Çocuk kalmış millet” adına karar veren devlet, bir ara sansür kurulu eliyle durmadan film yasaklıyordu. Mesela Ferit Edgü’nün “O” romanından Erden Kıral’ın yönettiği “Hakkari’de Bir Mevsim” filminin yıllar yılı yasaklı kalmasının gerekçesi, “memleketin durumunu dışarıya kötü göstermek”ti. Gerçekten de filmin geçtiği yerde hayat berbattı. Dağ başında metrelerce karın altında birkaç hayvanla birlikte birkaç insanın yaşadığı bir köye atanan bir öğretmenin yaşadıklarını anlatıyordu film. Filmdeki hayatlar “tarih öncesi” hayatlara benziyordu. Ne yapıp etmeli bu sefalet Avrupa’ya gösterilmemeliydi! Avrupalı, bu kadar ilkel bir hayat süren köylülerimizin varlığından zinhar haberdar olmamalıydı! Bizi hep, bir zamanlar köylüleri sokmadığımız Ankara’daki pırıl pırıl Atatürk Bulvarı, İstanbul’daki şahane Taksim Meydanı, görkemli tarihi ve turistik yerlerimizle bilmeli, tanımalıydı. Çocuklar da böyle yapar. Hatası sonucu elbisesinde oluşmuş bir yırtığı elinden geldiğince anasından, babasından saklar. Kusurlarını inkâr eder, hatalarını örter. Nobel edebiyat ödülünü alan ilk Türk yazarı olan Orhan Pamuk’a yaşatılanları hatırlayalım bir de. “Memleketini Avrupa’ya şikayet etmeseydi, o ödülü çok beklerdi!” dediler, Cumhurbaşkanı Sezer tebrik etmeye bile değer bulmadı. Çocuk kafası böyle çalışır, sen babanı yanağından öpersen o da harçlıkla ödüllendirir seni. Bir örnek de kısa bir süre öncesinden… Amerika’da yarattığı “Çobanî” yoğurt markasıyla bir anda zenginleşen bir Erzincanlı Kürt, son günlerde Forbes’un Gerçek Zamanlı Milyarderler Listesini güncellemesiyle bir anda “en zengin Türk” unvanını aldı, bu durum hepimiz gururlandırdı ama aynı kişi, “Ben Erzincan’da doğmuş bir Kürdüm, Türk değil, Türkiyeliyim” dediğinde başını tarih profesörlerinin çektiği ilkel bir sürünün saldırısına uğramıştı. Bundan daha çocukça bir davranışı; Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş Diyarbekir’de kafasını, gözünü yara yara Kürtçe bir cümle kurunca, canhıraş bir şekilde, hep birlikte ona saldıran; Kürt’ten demokrasiyi getirmelerini bekleyen, kendilerine yapılan haksızlıklara önce Kürtlerin karşı çıkmasını isteyen, Kürtlerin oyuyla büyükşehirlerdeki belediyeleri alan bir ideolojinin mensupları yapabilir ancak.

        *

        “Kültürel öksüzlüğümüz” sebep oldu her şeye. Fikirler daha olgunlaşmadan kopartılıp beslenme çantalarımıza sokuşturuldu. Hemen heyecanlanıyor, çabuk unutuyoruz. İdeolojilerimiz, memleketimizin geleceğinden daha kıymetlidir birçoğumuz için. Duygu patlamalarını yaşaya yaşaya yuvarlanıp geldik bugüne. “Çocuk kalmamız” belki de bu yüzden.