Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Köylülere özgürlük veya Abdülhamit'ten kurtulmak
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Tanzimat’la birlikte modernleşme sürecine giren Osmanlı toplumunun öncü aydınları devlet memuru yazar ve şairlerse, ilk ressamları da -resim dersleri ilk mekteplerine girdiği için- askerlerdir. O devirde münevverana dahil olmanın yolu “edebiyatçı” olmaktan geçiyordu. “Mühendisin” adı henüz duyulmamıştı. “Fen”i de “teknolojiyi” de “matematiği” de daha çok edebiyatla iştigal eden aydınlar tartışmaya açtılar. Edebiyatçılar o kadar ağır bir yükü omuzladılar ki, Cumhuriyeti kuran askerler bile toplumu “aydınlatma” görevini onlara verdiler; adı üzerinde “aydının” başka ne işi olabilirdi ki? Çoğu edebiyatçı onların istediği “aydınlanmacı aydın” olmayınca da yakalayıp kodese tıktılar. Kafaları kalasla parçalananlar olduğu gibi, büyük çoğunluğu hapishanelerde çürüdü, sürgünde öldüler.

        *

        Türkiye’nin ilk modern romanı Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mai ve Siyah”ıysa ilk roman kahramanı da Ahmet Cemil’dir. Mustafa Özel, Ahmet Cemil’i “mahcup bir Werther, arlı bir Faust, müstağrib bir Don Kişot” olarak tarif eder. Babasının ölümü, aşık olduğu Lamia’ya açılamama, yazmak istediği şiir kitabını tamamlayamama gibi sebepler Ahmet Cemil’i intihar noktasına getirir. Dönemin Servet-i Fünun dergisi etrafında bir araya gelen Osmanlı aydınlarının çoğunda egemen olan “memleketi bırakıp gitme” isteği, başka bir deyimle padişah Abdülhamit’in uyguladığı istibdatla bir hapishaneye dönmüş olan memleketten “firar etme” isteği, hepsinin prototipi olan Ahmet Cemil’i de “gitme” fikrine getirir. Bu “gitmeler” Batıda ve yakınımızdaki Rus romanında “intihar” şeklinde tezahür etmişti bir zamanlar ama bizim ilk roman kahramanımız tam denize atlayarak canına kıymak üzereyken yanı başında duyduğu, “Cemil, niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun?” sesiyle irkilir, duyduğu ses annesinin sesidir. Bu ses onu intihardan vazgeçirir, “Geliyorum anne” der ve dönüp annesinin arkasından gider. Mustafa Özel’in deyimiyle “annesinin ılık sesi” onu intihardan vazgeçirmiştir. Özel, bu sahne üzerine şunları yazar:

        “Ahmet Cemil, bütün yönleriyle birey. Ne namaz kılıyor ne dua ediyor; hiçbir dini referansı yok. İçtimai bir referansı da: ‘Herkesten uzak, herkese yabancı.’ Batılı bireyden farkı, analı-babalı olması. Umutsuzluğuna şifa, anasının gözyaşları.”

        Bu durumda ilk roman kahramanımızın “intihar ilaçları”, anasının “ılık sesi” ile yine “ananın gözyaşları”dır. (Mustafa Özel, “Roman Diliyle Siyaset”, Küre, s.241-247)

        Peki, Ahmet Cemil, Batılı bireyden Ruslara geçen “intiharın” yerine ne koyar?

        Başka bir “intihar”ı, çekip gitmeyi… İstanbul’u terk etmeyi… Bunu yapar da...

        (2018 seçimlerinde; şiir yazmak yerine, ortalıkta adam dolandırarak dolaşan bir Kürt şair “Erdoğan tekrar seçilirse memleketi terk edeceğim” demişti. Erdoğan kazandı, o da sözünü tutarak İsviçre’ye gitti. Ama bir iki ay sonra geri döndü, “niye döndün üstat?” diye sorulunca, “Avrupa çok soğuktu” dedi.)

        *

        1867 yılında Şehzade Abdülhamit, amcası padişah Abdülaziz’le Avrupa seyahatine çıkıp orada gördüklerini, günün birinde tahta oturursa eğer “mutlaka memlekete getireceğim” diye düşünüp hülyalar kurarken, altı sene önce Rusya’da toprakta serflik kaldırılmış, köylüler özgürlüğüne kavuşmuştu. Abdülhamit tahta çıkıp, ilk Kanunu-i Esasiyi yürürlüğe sokup memleketi kısa süreli bir “serbestiyete” kavuşturduktan sonra pişman olup “istibdada” yöneldiğinde, Rus aydınlarını pençesine almış olan “bunalım” hat safhaya çıkmıştı.

        *

        Rus aydınları, bizim aydınlarımızdan tam yüz sene önce “köylülerini” keşfettiler. Bu keşfi, Napolyon saldırısına borçluydular. Napolyon saldırıncaya kadar Rus aydınları doğru düzgün Rusça bile bilmiyorlardı. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ta anlattığı “1812 çocukları”, Napolyon saldırısıyla “yerli ve milli” bir “servet” olan köylülerin hem “kahramanlıklarına” hem de “ferasetlerine” şahit oldular. Derinlerinde o ruh vardı ki bu ruhun dışavurumunu Tolstoy “Savaş ve Barış”ta “Nataşa’nın dansı” sahnesinde muazzam bir çarpıcılıkla anlatır. Rus aristokratları, okumuş yazmışları, köylülerin gücüyle Napolyon’u Paris’e kadar kovalayıp oradan bir yığın “yenilikçi” fikirlerle geri döndüklerinde ilk akıllarına gelen o zamana kadar gücünü küçümsedikleri, evlerinde hizmetçi ve köle olarak çalıştırarak haksızlık yaptıkları “vatanı vargüçleriyle savunmuş” o “kahraman” köylüleri esaretin boyunduruğundan kurtarmak oldu. Rus aydınlarının artık yeni bir peygamberleri vardı; köylüler… Aydınlar kendilerine “halkın dostları” dediler ve “halka doğru” uzun bir yürüyüşe geçtiler. Köylüler ilk başta o aydınlara deli muamelesi yaptılar, yadırgadılar, çoğunu dayaktan geçirdiler. Ama hiçbir güç onları “halkıyla” buluşturmaya engel olamayacaktı! Evlerinde, yüz elli sene sonra bizim aydınlarımıza sirayet edecek olan “şark köşelerine” benzer köşeler açtılar, duvarlarına köylülerin el işlerini astılar, kullandıkları üretim araçlarına kutsal emanet muamelesi yaptılar, valsi unutup “balalaykalar” eşliğinde köylü danslarını yaptılar, şivelerini değiştirip bizim rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in şivesine benzer bir şive tutturdular. (Onlardan ilham alarak bizim Türkçü aydınlar da “Halka Doğru” hareketini İkinci Meşrutiyet döneminde başlattılar, halka doğru yürüyüşe geçtiler ama yürüyüş halkla buluşmadan bitti. Çok sonra, bu kez de 1970’lerin başında solcu şairler İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu, Murat Belge’yle birlikte yine Rus münevverlerinden ilhamla “Halkın Dostları” dergisini çıkardılar ama halkın bundan hiç haberi olmadı.)

        *

        Kırkına basmadan bir Nazi kampında can veren Rus kökenli Fransız yazar İréne Nemirovsky vaktiyle Oktay Akbal’ın Türkçeye çevirdiği “Çehov’un Hayatı” (MEB) kitabında anlatır. (Bu bölümü ondan referansla Adalet Ağaoğlu şahane romanı “Ölmeye Yatmak”ta muazzam bir bağlama oturtur.) 1860’a gelmeden Rusya’da aydınların tek isteği toprakta serfliğin kalkması, sosyal reformlar aracılığıyla o günün “peygamberleri” olan köylülerin özgürlüklerine kavuşmalarıydı. Aristokratlar, okumuşlar, aydınlar daha güzel bir geleceğin umudunu buna bağlamışlardı. Rus toplumunda kötü olan ne varsa her şeyin müsebbibi mujiklerin köle olmalarıydı. Aydınlar bunu görmüş, buna inanıyorlardı. Özgürlüğe kavuşmuş o muazzam güçten yeni bir model yaratabilirlerdi. Mujikleri, yani köylüleri oldukları gibi görmüyor onları idealleştiriyorlardı. Onları yüzyılların getirdiği şartlar altında çürümüş, bozulmuş bir topluluk olarak göreceklerine, bu baldırı çıplak, sakalları kirli İvan’larda, Dimitri’lerde var güçleriyle birer peygamber görmeye çalıştılar. Kölelik bir kalksın, şimdiye kadar kıymetini bilmediğimiz o büyük güç bir harekete geçsin, toplum hemen ertesi gün cehalete başkaldıracak, hızlıca eğitilecek, ortalık bir anda güllük gülistanlık olacaktı! Ve 1861 tarihinde kölelik kalktı ama kısa süre zarfında gördüler ki değişen hiçbir şey yok! Köylüler eskisi gibi hırsız, yalancı, cahil ve pis… Üstelik efendileri kadar zulüm yapmaya amade… Özgürdüler ama mazideki gibi sefil kalmaya razıydılar. Ruhlarına sinmiş yüzlerce yıllık kölelik oradan kolay kolay çıkmaya pek niyetli değildi.

        Bu durum toplumdaki bozulmayı daha da büyüttü. Soylular, ağalar, beyler de yavaş yavaş “tırlatmaya” başladılar. Hele memurlar… Küçük dağları ben yarattım diyor, altındakini eziyor, kendileri de dosyaların başında uykuya dalıyorlardı. (Gogol’a Çehov’a, öbürlerine malzeme birikiyor!) Gerçi memurların entrikacılığını Gogol daha önce anlatmıştı ya… Birer “Palto” hayali kurarak tozlar arsında uymaktan başka bir şey yapmıyorlardı bu mahluklar. Bu kaos ortamı uzun sürmedi, köleliğin kaldırılmasından yirmi sene sonra gelen Çar İkinci Aleksandr’a karşı tertiplenen suikasttan sonra ağır bir baskı dönemi başladı. Düşünceye yasak, basına yasak, konuşmaya yasak… Rus entelijansiyasının yaptığı helva boğazına dizilmişti. Kendi etmiş, kendi bulmuştu. O denli uhrevi fikir, o denli halkını sevmek, ona tapmak, ona kul köle olmak, o kadar yazı, o kadar tartışma, o kadar polemik, o kadar birbirini kırma, yiten onca can, o kadar nutuk, o kadar kitap, şiir, anma, kutlama… “Neye yaradı bütün bunlar?” Evet, kime yaradı? Şimdi eskisinden çok mu iyiydiler? Hepsini kafası karmakarışık, hepsi derin bir hayal kırıklığı içinde… (Tıpkı bizde 12 Eylül sonrasında solcu aydınların düştüğü duruma benzer bir durum.) Siyasetin canı cehenneme, kahrolsun sosyal reformlar! Aydınlar artık ne düşüneceklerini bilemez hale gelirler. Suskunluğa gömülürler. Tam bir umutsuzluk ve bezginlik hüküm sürmeye başlar her yerde. Çoğu dünyanın ve hayatın anlamsızlığı nehrine düşüp Nihilist oldular. Büyük bir kısmı Turgenyev’in, Dostoyevski’nin romanlarına kahraman oldular. Tolstoy’un Anna’sı, Dostoyevski’nin Svidrigaylov’u, Kirilov’u, Çernişevski’nin Lopuhov’u gibi kahramanlar “anne sözü” dinlemeyip canlarına kıydılar.

        *

        “Köylüleri kölelikten kurtardığımızda her şey güllük gülistanlık olacak” diyen Rus aydınları karşılaştıkları sonuçla içine girdikleri derin kimlik bunalımıyla uğraşırken; kaybettiğimiz her toprak parçasını geri almaya uğraşırken yeni yerler kaybetmenin verdiği panikle istibdat rejiminin mengenelerini daha da sıkıştıran devletin zulmünden mustarip bizim aydınların kafasında da “Abdülhamit’ten kurtulduğumuzda her şey güllük gülistanlık olacak” fikri gittikçe olgunlaşmaya başlar. Üstelik bu fikir sadece İttihatçıların kapıldığı bir fikir değildi; Garpçısı da İslamcısı da Türkçüsü de aynı fikirdeydi. Abdülhamit sonrasını hiç düşünmeden, ona dair bir tasavvur geliştirmeden tek bir hedefe kilitlendiler.

        Abdülhamit gedecek, bütün dertler bitecek!

        *

        İttihatçılar, devletin silah deposunu basarak ele geçirdikleri tüfeklerle Rumeli dağlarının yolunu tuttular. Onları dağdan indirmeye gelen paşalara suikastlar tertiplediler. Padişahı telgraflarla tehdit ettiler, gösteriler tertiplediler. İstanbul’un adı “Kahpe Bizans” olurken, Selanik “Kabe-i Hürriyet”, bütün bu “isyanı” örgütleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin adı da “Cemiyet-i Mukaddese” olur kısa sürede.

        Sultan Abdülhamit, ikici defa meşrutiyeti ilan etmeye karar verdiğinde ne Yıldız sarayı işgal edilmiş ne padişaha suikast tertiplenmiş ne de hükümet düşürülmüştü. Sadece Yıldız, Rumeli diyarından gelen bu “tazyike” daha fazla direnememişti o kadar. Sultan Abdülhamit çok uzun yıllardan beri askıya aldığı Kanun-i Esasi’yi o askıdan indirmişti. Uzun süren ara dönem bitmiş, anayasa tekrar yürürlüğe girmişti. Yoksa rejim eski rejimdi.

        Abdülhamit’i yaşadığı dramı bilmeyen matbuat ve ahali, meşrutiyeti Sultan’ın tasarrufu sandılar. 25 Temmuz’da gazeteler “Padişahım çok yaşa” manşetiyle piyasaya çıkar. Ahali, üç gün sonra gerçeği idrak eder. Padişah artık dünün padişahı değildi! Özellikle Selanik ve İstanbul sokakları hınca hınç dolar. “Yaşasın hürriyet” sloganları her yeri kaplar. O dönem için görülmemiş bir şey yaşanır; kadınlarla erkekler birlikte meydanlara çıkar. Yabancı gazeteler ilk defa, “Doğuda bir halk özgürlüğünü kutluyor” diye manşet atar. Camiler, kiliseler, havralar aynı anda ışıklandırılır. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler el ele kol kola sokaklarda yürür. Rum ve Ermeni gençleri Türklerle birlikte “hürriyet marşları” söylemeye başlar. Bir millet, sanki zincirlerinden kurtulmuştur. Gazeteler ilk defa sansürsüz piyasaya çıkar. Manşetlerde tek bir kelime vardır: “Hürriyet!”

        Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, “Hüküm Gecesi” romanının kahramanı Ahmet Kerim, o coşkulu anda kalabalığın içindedir. Hem coşkulu hem de kuşkuludur. O atmosferi yazar şöyle tarif eder:

        “Sokaklarda bir bayram vardı. Herkes birbirine sarılıyor, tanımadığı adamlara ‘yaşasın hürriyet’ diye bağırıyorlardı. Fakat Ahmet Kerim’in içi bu coşkudan uzak, bir tedirginlik içindeydi. Bu kadar kolay mıydı hür olmak?”

        *

        Rus aydınlarının “köylülere hürriyet” vermekle memleketin hür olamayacağını kısa sürede anlamaları gibi, Osmanlı aydınları da Abdülhamit’i devirmekle memlekete hürriyetin gelmeyeceğini çok kısa sürede anladılar.

        Sürgüne gitmiş olan aydınların, gemilere doluşarak davul zurna, darbuka klarnet eşliğinde memlekete dönmeleri, Prens Sebahattin’in sürgünde ölmüş olan babasının kemiklerini bir torbaya doldurup sırtına verdiği gibi İstanbul’un yolunu tutması; Abdülhamit sonrasına dair bir fikir geliştirememiş, bütün fikri sadece ondan “kurtulmak” olan münevverlerin, kısa süre zarfında Abdülhamit’i aratmayan İttihatçı güruhun zulmüne maruz kalması bir aydın dramı mıdır bilmem, en iyisi sözü yine bir romancıya bırakmak.

        Yazının başında sözünü ettiğim “Mai ve Siyah” romanında Halit Ziya; Cumhuriyet döneminde günümüze kadar hep bir “kurtarıcı” arayan, hep birilerinden (İnönü, Menderes, Özal, en son Erdoğan) memleketi “kurtarma” düşünü kuran aydınların “sefaletini” yaşayarak görmediği için enseyi karartmaz.

        Romanın sonlarına doğru “ölü bir devrin çocuğu” olan roman kahramanı Ahmet Cemil artık büyük hayallerinden vazgeçmiş, “mavi hayalleri” kararmış, başka bir deyimle “mai siyaha” dönüşmüş, umudunu yitirmiş ancak çöküş içinde toplumun yavaş yavaş değiştiğini, yeni bir kuşağın doğduğunu hisseder.

        “Bir zamanlar o kadar parlak görünen hayallerin yerinde şimdi yalnız bir hüzün vardı. Fakat bu hüzün, karanlık bir gecenin ardından sökecek bir fecrin işareti gibiydi. Belki de başka bir nesil, onun düşlediği ışığı görecekti.”

        *

        Köylüleri azat ettikten sonra özgürleşemediklerini gören Rus aydınlarının alayı hüzünlü, hepsi endişeliydi. Nedametler, vesveseler, karanlık pişmanlıklar ve garip önseziler tarafından ruhları kemiriliyordu. Çıkış yolunu edebiyatta aradılar. Uzak ufuklara bakıp onların acısını dindirecek, ruhlarını deşecek, onları çıplak gerçekle baş başa bırakacak, layık oldukları merhameti dillendirecek romancıları beklediler. Ve peş peşe ufukta belirdiler.

        Edebiyat ruhlarına taht kurdu hepsinin. Hepsi donanımlıydı, bilgiliydi. Nemirovski’nin deyimiyle “bu avare, bilgili ve ince kitlenin aradığı” ne parlak bir eğlence ne temiz bir estetik zevkti; bir doktrin arıyorlardı. Rus ruhunu ele verecek birkaç üstadın biçimlendireceği bir doktrin…

        Ve geldiler. Hepsi Gogol’un “Palto”sundan çıkmışlardı. En önde Turgenyev, arkasından Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve diğerleri… Bu büyük yazarlar, Avrupalı meslektaşları gibi “Neyiz?” sorunun değil, “Ne olmalıyız?” sorusunun peşindeydiler. Her biri bu soruya usulünce bir cevap veriyordu. Turgenyev hepsini Avrupa’ya taşıma derdine düştü. Dostoyevski peygamber, Tolstoy şeyh ilan edildi. Devletin hayatı zindan ettiği ama tekmil Rusya’nın önünde eğilerek saygı duruşuna geçtiği bu büyük yaratıcılar, Rusya’nın derdine deva oldular mı bilmiyorum (çünkü çok kısa sürede Bolşevik belasına çarptılar) ama bugün bile bize insan ruhundaki zarafeti, insan olmanın ahlaklı olmaktan geçtiğini, insanın karanlık iç dünyasını, günah ve inançla yüzleşmeden insanın insan olamayacağını öğrettiler.

        *

        Cumhuriyetten sonra biz ise “Neyiz?” sorusunun peşine düştük. Doğulu mu Batılı mı? Yoksa iki cami arasında beynamaz mı? Tanpınar, Atılgan, Atay, Tahir, son yıllarda Pamuk bu soru üzerine muhteşem romanlar yazdılar… Buna rağmen “Neyiz?” sorusuna doğru düzgün bir cevabını hâlâ bulmuş değiliz. Dolayısıyla da Ahmet Cemil gibi “annemizin sesi ve gözyaşları” intihar etmemize engel olduğundan canımıza kıyıp sıyrılamıyoruz da bu dertten.

        Halit Ziya’nın hayalini kurduğu “başka bir nesil”i, “onun düşlediği ışığı” arayan kuşaktan Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi” romanının açılış cümlesi şöyledir:

        “İntihar etmeyeceksek içelim bari.”

        Aydınlarımız için meyhane, “memleketi kurtarma”nın yegâne mekânıdır modernleşme tarihimizin başlangıcından bugüne.