Boğaziçi, İstanbul’u ikiye ayıran kalbinin hatıra sandığıdır. Neler neler gizlidir o sandıkta. Her şey konuşur orada; yalılar, köşkler, kasırlar, hisarlar, evler, bayırlar, bahçeler, dereler, çeşmeler, camiler, kahveler… Kimi gamlı kimi neşeli, kimi kırgın kimi yorgun, kimi zinde kimi ağır aksak bir hikâye anlatır. Suyla birlikte akar burada hikâyeler, bir hikâye Karadeniz’e giderken, birisi Marmara’ya açılır.
Edebiyat; ona dair anlatılar, hikâyeler ve şiirlerle edebiyat hüviyetine kavuşur bu şehirde.
*
Leyla Erbil’in “Gecede” kitabının içinde yer alan “Vapur” hikayesinde, “iskeleden kalktığını” hiç kimselerin görmediği, İstanbul Boğazı’nda, “Sarayburnu ile Kavaklar arasında aylarca mekik dokuyan”, kaptansız, yolcusuz başıboş bir vapur anlatılır. “Resmi olarak böyle bir vapur yoktur” aslında. Küçük bir kız anlatıyor hikâyeyi bize. Kızın annesi, 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatı üzerine ablasıyla götürüldükleri Dolmabahçe’de çıkan izdiham üzerine ayaklar altında kalıp ezilen anneleri için hiçbir şey yapamamış, annesiz büyümüştür. “Ablam, ben, başkaları, ezdik onu. O kış başı, elinde gene bana örmeye başladığı bir yün palto vardı” diye anlatır kızına annesini. Vapur konuşmaya başlayıp, türlü türlü şakalar, şaklabanlıklar yapınca şehir ahalisi onu seyretmek için kıyılara koşar.
“Her gün her gece boğazın iki yakası insanlarla” dolar, “çocuklar, gençler, bebeleri kucaklarında emzikliler, geçkin nineler, Beyoğlu’ndan, Kadıköy’den orospular, çarşaflı, başörtülü, siyah mantolu hanımlar. Yahudiler ve Rumlar ve Ermeniler, saat 18.00’den sonra memur sınıfı, kıyılarda yeni yeni gazinolar, dürbünler, kiralık sandallar, yalılarda her gece toplantılar, davetler, kiralık dallar 25 kuruşa iki çocuk bir nine ezildi, yer kavgasında bir ölü, üç yaralı. Halk vapuru seyretmektedir.”
Vapur, sonunda resmi makamlara rahatsızlık verir. Bu “başıboş vapur”un yaptığına bakın! “Donanma gemileri” peşine düşer, günlerce “teslim ol, teslim o” diye uyarırlar ama nafile. Sonunda batırmaya karar verirler. Bir donanma gemisinden ateş ederler, topun çıkardığı duman dağılınca, vapurun değil, ateş eden geminin battığını görürler.
Ahali cumartesi pazar günleri “kaim giyinmiş üşüyen insanlar olarak toplanıp” vapurun geçişini seyreder. Ama zamanla “donanmayı yenen” vapura alışırlar, çünkü vapur bu gezilerini çok sık tekrarlamaktadır. “Kocamış vapura; avara edip” iskeleden “kendi kendisine”, kaptansız kalkıp “sularda aylarca kol gezmesi”ne zamanla halkın ilgisi azalır haliyle. Ama küçük kız onu takip etmeye devam eder.
*
Bir gün vapur, yine kaptansız, yolcusuz Üsküdar burnuna gelir, Beylerbeyi’ni hızla geçip, “sıra yalılar’ı”, “nakkaş burnu’nu” geçip döner, “eskiden Yahudi, Rum, Ermenilerin doldurduğu, şimdi ise Müslümanların çokluk olduğu Kuzguncuk” yamaçlarına bakarak düdük çalar, “İbrahim Hanzade Bahçesi’ni, sonra Öküz limanı iskelesini düdükler içinde” geçerek Sultan Murat’ın kızı olup Melek Ahmet Paşa’yla evlenen Kaya Sultan’a ait “Kaya Sultan Bahçesi” önlerinde duraklar.
(Seyyahların piri Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinin birinci cildinden altıncı cildine kadar fırsat bulduğu her yerde Kaya Sultan’dan bahseder. Kaya Sultan, Dördüncü Murat için, bir esir tüccarından bir torba dolusu altın karşılığı satın alınan Helena’nın kızıdır. Helena üç kız çocuğu doğurur ancak Sultan Murat’ın tek karısı olan Ayşe Haseki Sultan’dan doğdukları söylenerek Helena tarihten ve hafızalardan silinir. Babası Sultan Murat öldüğünde Kaya İsmihan Sultan yedi yaşındadır. Tahta İbrahim geçer, Kaya Sultan’a da diğer kız kardeşlerine de iyi davranmaz yeni padişah, hatta on yaşındayken Silahdar Mustafa Paşa’yla evlendirmeye kalkışır kızı ancak Paşa ‘el alem bu evliliğe ne der’ diyerek buna yanaşmaz. Ancak 13 yaşına geldiğinde kısmetine 40 yaşındaki Melek Ahmet Paşa çıkar, onunla evlendirirler. Gerdek gecesi babasından da yaşlı damadı gören Kaya Sultan, Çelebi’nin anlattığına göre tam yedi yıl onu yatağına sokmaz, hatta bir seferinde onu zorlayan paşanın sakalını bile yolar. Sultan, çocuk doğurmayınca dedikodu kazanı kaynamaya başlar, iş Valide Sultan’a akseder, Valide Sultan karı kocayı yüzleştirir, bu hadise sonucu Kaya Sultan kaderine razı olur, hamile kalır ancak düşük yapar. Bu korkunç hadise karı kocayı birbirine yaklaştırır, aralarında tutkulu bir aşk başlar. Tekrar hamile kalır, bir kız çocuğu doğurur bu kez, yalıda eğlence başlar, 40 kese altın sadaka diye dağılır. Ama ebeler “son kaldı” diyerek Kaya Sultan’ın içinde kalan “şeyi” çıkarmaya koyulurlar. Hikâyenin sonrasını Evliya Çelebi şöyle nakleder:
“Kaya Sultan'ı kilimlere koyup sallaya sallaya bitirdiler. Sultan’ı iki kez baş aşağı astılar ve bir fıçıya bal ile bolca çiçek suyu koyup Sultan’ı fıçıya koydular. Kısaca üç gün Sultan’a öyle bir işkence ettiler ki dünyada yaşadığı bütün zevkler burnundan geldi.”
Kaya Sultan bu eziyete daha fazla dayanamaz, kan kaybından oracıkta vefat eder. Sultan öldüğünde 27 yaşındadır, Melek Ahmet Paşa, zevcesinin tabutuna kapanıp gözyaşı döker. Bu haline şahit olan Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa öfkelenir ve ona “Behey Âdem! Ayıp değil mi? Bir avret için böyle ağlarsın? Elem çekme, sana bir Sultan daha veririm, ahdım olsun” diye onu adeta azarlar. Köprülü sözünü tutar, onu Birinci Ahmet’in kızı Fatma Sultan ile nişanlar. Bu nişandan sonra Köprülü’nün, “Melek’e bir fil verdim, doyursun” diye latife yaptığını da Evliya Çelebi bir yere kaydeder. Fatma Sultan çenebaz, yaşı bir hayli geçkin ve aynı zamanda bunamış, şişman bir kadındır, anlaşamazlar. Melek Ahmet Paşa huzursuz bir hayat sürer, Kaya Sultan’dan yedi sekiz yıl sonra o da vefat eder.)
Bu hikâyeyi aklından geçirdi mi “Vapur” bilmem, ama laf Kaya Sultan’dan açılmışken şunları düşünür. (Evet, bizim vapur aynı zamanda düşünebiliyor):
“Karılarını sevmeyen erkeklerin arasından ne çok kahraman çıkmıştır!”
*
Çengelköy, Çayıriskelesi’ni dolaşıp Kuleli okulu açıklarında garip sesler çıkarır vapur. Üçüncü Selim’in siyaseten katlini uygun görüp idam ettirdiği Nazif Efendi’nin “tadını çıkaramadığı yalısını” geçtikten sonra Vaniköy’e varır.
(Genelde İstanbul’a sonradan gelenler bu semtin adını telaffuz ederlerken “a”yı uzatarak söylerler ki yapmamaları lazım. Zira semte adını veren Mehmet Efendi Vanlı’dır, Hoşap’tan önce Erzurum’a, oradan da İstanbul’a gelmiş bir Kürt, padişah Dördüncü Mehmet’e hocalık yapmış, hiçbir zaman Şeyhülislam olmamış ama Sultan Dördüncü Murat üzerindeki etkisine bakılarak hep “gölge Şeyhülislam” gibi görülmüş, tutucu bir İslam anlayışını savunan Kadızadeliler tarikatına mensuptur, onların dışında Melamilere, Mevlevilere ve Bektaşilere elinden geldiği kadar zulmetmiş, Kadızadelileri sarayda tek güç haline getirmiş, özellikle Mevlevilere çektirmediği kalmamış, hata bir ara Mevlevi ayinlerini yasaklamış, Dördüncü Murat’ın tütün, içki yasağının fikir babasının da o olduğu söylenir. Sûfi zikirleri, kahvehanelerde vakit öldürmek gibi boş işleri ortadan kaldırmış alkol, meyhane, müzik, dans gibi ahlak düşkünü insanları işi olan şeylere düşmen kesildiğinden özellikle Mevleviler arasında adı “Vani”den çok “Cani” olarak anılmış, hatta Vaniköy’de inşa ettirdiği Caminin önünden bile geçmez olmuş Mevleviler. Bugün “Vaniköy” olarak bilinen semte adını vermiş, semtin imarında bizzat kendisi ilgilenmiş, 1665’te Vaniköy Camii’ni yaptırmış, ayrıca etrafta evler yaptırdığı gibi caminin yanında bir de medrese inşa ettirmiş. İkinci Viyana kuşatmasına ordu vaizi olarak katılmış, siperleri dolaşarak leşkere durmadan moral vermiş, bozgunda “dahli” bulunduğundan o da “suçlu” bulunmuş, padişah kellesini almak yerine Bursa sürgünlüğünü yeterli bulmuş.)
Vapur Vaniköy’ü geçtikten sonra, Dördüncü Murat “döneminde yedi gece yakılan kandiller yüzünden Kandilli” denilen yere varır ve buradaki bahçelerle ilgili Evliya Çelebi’nin yazdıklarını aklına getirir. “Evliya Çelebi’ye göre bir bahçede yüz bahçıvan çalışırdı, şimdi ise şuracıkta şişman karısı, griffon d’arret â poil köpeğiyle ve şort giyerek yazları Picassolaşan bir Türk ressamı” dolaşıyor. Vapur “başını sağa sola sallayarak akıntının ortasında buruna doğru” uzanır. “Kıbrıslının neredeyse çökecek yalısını geçerek Sultan Dördüncü Murat’ın çok sevdiği Göksu’ya” gelir, “şimdilerde Küçüksu Sarayı’nın olduğu burası boğazın Anadolu yakasındaki padişahın üçüncü “biniş” yeridir.
*
Ve vapur, bundan sonra anlatacağımız hikâyeye vesile olan çok önemli bir yere gelir. Burada “yukarılara Küçüksu mezarlığına bir göz atarak Recaizade Ekrem’i” anar. O mezarlıkta “Ekrem’in üç çocuğunun Piraye, Emced ve Necat’ın sinleri vardı, kambur ve dilsiz Emced için Ekrem, ‘Ah! Emced! Bilirsin... Allah da bilir ki ben senin tedavinde kusur etmedim... Bilirsin ki ben seni kardeşin Necat’tan aşağı sevmedim. Bedbaht çocuk!’ diyerek suçlu baba yüreğini dile getirmiş”tir.
(Recaizade Mahmut Ekrem, “yanlış Batılılaşma”nın ilk romanını yazmış, öncü bir yazardır; Ahmet Hamdi’nin, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’un öncüsü… “Araba Sevdası” romanı, Nurdan Gürbilek’in deyimiyle, “dünyanın taşrasına sürüklenmiş, kendini Batı karşısında yetersiz ve bayağı hisseden yetim Osmanlı”nın romanıdır. Hafife almayın, hem James Joyce hem de Marcel Proust’tan önce “Araba Sevdası” romanında “bilinç akışı metodunu” kullanmış dünya edebiyatında ilk yazardır, bunu ben değil, işin erbabı eleştirmen Berna Moran söylüyor.
Recaizade Mahmut Ekrem Bey de Vaniköylüdür. Bugün de ayakta kalmış babasına ait yalıda açtı gözlerini hayata. Babası, eskilerin hezarfen dediği, on parmağında on marifet bulunan Mehmet Şakir Recai Efendi’dir. Büyük bir hattattır, şiir yazar, ney üfler, Takvimhane nazırlığı yapmış, oğlunun eğitimini bizzat üstlenmiş. Kadersiz bir adamdır ama. İlk eşini ve iki çocuğunu kaybetmiş yaralı bir baba... Babasının adını kullanan Recaizade Mahmut, ikinci eşinden olma tek oğludur. İki kardeşler, kardeşi Mehmet Arif Efendi’nin kızını, oğluyla Recaizade ile evlendirir. Bu akraba evliliğinden Ekrem’in Fatma Piraye, Sunullah Emced, Mehmet Nijat ve Ahmet Kemal Ercümend adlarında dört çocukları olur. Akraba evliliğin üstüne bir de dikkatsizlik gelince üç çocuğu da ölür. Mehmet Nijat üçüncü çocuğudur, çocuklarının içinde hayata sağlıklı olarak gözlerini açmış olan onu sever. Bir gün oğlu Nijat’ın elinden tutar, Eyüp’te yatan babasının kabrini ziyaret eder. Kabir başında oğlu Nijat’a şunları söyler:
“Mehmed Recâi ile yirmi beş yıldan ziyade bir arada bulunduk. Ben ona yalnız muti ve hürmetkâr bir oğul değil idim. O da bana yalnız müşfik, vazifeperver bir baba değil idi. Biz birbirimizin muhibbi, hemdemi, mahremi idik. Biz birbirimizi çok severdik. O dünyadan gidince ben pek yalnız kaldım. Hayattan hoşlanmamaya başladım. Sonra Allah seni bana ihsan etti. (…) O bana vaktiyle ne idiyse şimdi ben de sana öyleyim.”
Oğlu Nijat’ı pamuklara sarıyor, ihtimam gösteriyor, onunla oynuyor, yıllar yılı çektiği çocuk hasretini onunla gideriyordu.
Uzun, meşakkatli, jurnalle dolu, kaçmakla, tekrar dönmekle geçen memuriyet yıllardan sonra oğulları Nijat ile Ahmet Kemal Ercüment Galatasaray Lisesi’nde okuyorlar. Aile, Çukurcuma Yokuşu’nun başında, küçük bir eve yerleşir. Tanzimat döneminde yetişmiş birçok akranı gibi hem devlet memurluğu yapıyor hem de roman yazıyor Recaizade, siyasetten de uzak durmaya çalışıyor. Çukurcuma’daki o eve Abdülhak Hamit’ten Tevfik Fikret’e kadar birçok yazar ve şair gelip gidiyor. Servet-i Fünun edebiyatının babası odur. Kendisine şaka yollu “Le Ekrem” der. Abdülhak Şinasi Hisar anlatıyor: “Babamın dediklerine göre, Recaizade biraz gururlu ve azametli bir adammış Ona dair bir fıkrasını söylemişti: Bir ahbabının evinde kendisiyle ilk tanıştıkları gün ‘Ekrem Bey’ denilince o zat gizlice ‘Hangi Ekrem?’ diye sorunca bunu duymuş ve biraz alınmış, -Bilirsiniz ki, o zamanlar söz arasında birçok Fransızca kelimeler kullanılırdı- ‘Meşhur Ekrem Bey’ demek manasına kendisi de ‘Le Ekrem’ demiş.” “Araba Sevdası” romanını 1886’da yazar, 1889’da tefrika edilir. Bir sene sonra da oğlu Nijat vereme yakalanır ve kısa süre zarfında o da ölür. Onu da götürüp, Leyla Erbil’in vapurunun uzaktan gördüğü Göksu’daki mezarlıkta toprağa verirler. Recaizade Bey, Nijat’ın ölümü üzerine derin bir mateme gömülür. Büyükada’ya taşınırlar, orada kendini tamamen izole eder. Her gün ağlar. Üç oğlu olmuştu. Emced, Nijat ve Ercüment… Emced, bakıcısının dikkatsizliği yüzünden henüz 1,5 yaşındayken yatağa mahkum olmuş, 20 sene hiç konuşmadan ölmüştü. Evin neşesi Nijat’ı Ercüment’ten daha çok seviyordu. Veremden ölmesi hayatı ona zindan eder. Ölümü üzerine oğluna yazdığı uzun şiirinde, “Bu hasrete yürek nasıl dayansın/Bedenciğin topraklarda çürüyor” der ve şiiri
“Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek
Gözüm nûru, oğulcuğum, Nijad’ım!”
diye bitirir.
31 Ocak 1914'te hayata veda eden Recaizâde Mahmut Ekrem, oğlunun yanına gömülmeyi vasiyet etmişti, vasiyeti yerine getirilir. Onun başlattığı yazarlık ve sanatçı geleneğini ailede tek sağ kalan oğlu Ercüment Ekrem Talu’dan günümüzde torunları gazeteci Umur Talu, çevirmen Esin Talu Çelikkan, onun oğlu aktivist Murat Çelikkan, söz yazarı Çiğdem Talu, Zeynep Talu, mimar Eren Talu gibi soyundan gelenlere geçer.)
*
Vapur, Beyazıt’ın yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın dibinden geçip Beykoz’a doğru açılırken dilinden;
“Bir çetin kare sataştırdı bizi devru zaman
Oldu Beykozlu bir afet ile çeşmim giryan”
beyti dökülür. Kıyılar hınca hınç insan doludur, tekmili birden onu seyrediyor, vapur kendi kendine söylenir, yoluna çıkan Kanlıca’yı süzer, döne döne İbrahim Çelebi yalısı, Emin Paşa yalısı, Süleyman Efendi yalısı, Lonkazade’nin yalısının önünde “karşıda daha kırmızı ve daha büyük olarak batan güneşe” bakar ve aklına Beylerbeyi’ndeki Hasip Paşa yalısı gelir.
(Bu yalı Anadolu yakasındaki yalıların en eskisi ve en büyüğüdür. Tekerlemesi bile var:
“Dünyanın en güzel şehri neresidir?”
“İstanbul”
“İstanbul'un en güzel yeri neresidir?”
“Boğaziçi”
“Boğaziçi'nin en güzel yeri neresidir?”
“Beylerbeyi”
“Beylerbeyi'nin en güzel yeri neresidir?”
“Hasip Paşa Yalısı”
Daha inşaat halindeyken yanar yalı. Üzülen Hasip Paşa’ya Sultan İkinci Mahmut, “Elem çekmesin, yalısını yeniden yatıracağım” diye haber salar ve sözünü tutar. Yalının korusu Çamlıca tepesine kadar uzanan devasa bir arazidir. Padişahı bile misafir etmiş. Beş defa Evkaf Nazırı, iki defa Maliye Nazırlığı yapmış Hasip Paşa, 1870’te Şeyhülislam vazifesini sürdürürken bu yalıda vefat eder. Mustafa Fazıl Paşa yalıyı kiralar ve burası Jöntürkler’in “örgüt evi” olur çıkar. Milli Mücadele sırasında da Anadolu’ya gizlice götürülecek silahların saklandığı bir “depo” vazifesini görür. Hasip Paşa’nın varisleri 1970’lerin başında yalıyı yıktırıp yerine apartman dikmek isterler, Anıtlar Kurulu izin vermez ama yangın ne güne duruyor, bir gecede yakıp kül ederler. Kalan kalıntıları Özdemir Sabancı alır, o da ölünce mülkiyeti Demir Sabancı’ya geçer, 1995’te özgün haline sadık kalınarak yalı yeniden inşa edilir.)
Vapur buraya yazdıklarımı bize anlatmaz ama yalıdaki Hasip Paşa’nın kızını hatırlar. “Kızın başında hotozu, eteklerinde kalfaları Leman’la Suzidil olarak ve paşanın Rumeli’nde ucuza kapattığı 36 çiftliğin genel bakıcısı Cemal Efendi’nin kızı Halet Hanım ile birlikte yaşadığı günleri bir sinema şeridi gözlerinin önünden” geçirir. Cemal Efendi’nin karısının yirmi bin altın tutan gerdanlığını düşünür, o insanları 1854’ten beri tanıdığını hatırlar, Prens Halim’in yalısındaki kayıkhanede “üflesen kemikleri dökülüverecek olan son piyadeyi sevinçle” düşünür ve Prens Halim’e uzun uzun söver.
*
Vapurun Boğaz’daki cevelanı burada bitmez. Daha çok tarihle, paşalarla, surlarla, kasırlarla cebelleşir. Sözü dönüp dolaştırır, Birinci Harbe getirir. İttihatçıların memleketi sürükledikleri o felaketimiz olan savaşa… Burada da vapurun imdadına Semiha Ayverdi yetişir, der ki Semiha Hanım:
“Memleket için bu 1914 muharebesi, gerçekten büyük ve telafisiz bir musibet idi. Zira cepheler masum Anadolu köylüsünü tarla biçercesine erittiği gibi, gelecek günlerin idare ve mesuliyetini, eline alacak münevverler sınıfını da bu arada yok etmişti. Koca bir imparatorluğun yerle bir olmasından mühim olan, asıl bu elit zümrenin kıranı idi...”
Osmanlı mekteplerinden mezun askerlerin kurduğu cumhuriyet, “köylüyü milletin efendisi” yapmaya karar verdi. Bütün o muhteşem yalılar, köhne Osmanlı’nın zenginleştirdiği paşaların elinden çıktı, önemli bir bölümü onların müştemilatlarında oturan köylü aşçılara, arabacılara, bahçıvanlara, kayıkçılara kaldı. Yeni dönemin aristokratları hazıra konan işte bu “beleşçilerin” torunlarıdır.
Rahmetli Çetin Altan’dan duymuştum, derdi ki:
“Şehirli olmak, aynı evde doğup aynı evde ölmektir.”
*
Dünyada başka bir benzeri yoktur. Aynı kıyıya bakan iki göz, asla aynı manzarayı görmez burada. Boğaziçi, bakan göze göre manzara aksettiren bir aynadır. Susmasında bile bir mana, sükutunda bile bir şiir gizlidir.