Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Lan gardaş bu nasıl yara?"
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ahmet Kaya 25 sene önce bugün öldü.

        Siz bakmayın şairin, sürgünde kalbi duran Nazım Hikmet için “Haziran’da ölmek zor” demiş olmasına; sürgünde ölmek zordur amenna ama en zoru sürgündeyken Kasım’da ölmektir. Hele Paris’te…

        Zira Kasım ayında Paris’te, Montmartre’da bir ressam bırakır fırçasını, gökyüzü grinin bütün tonlarına çoktan boyanmıştır çünkü. Sis taş kaldırımlara rengini dökmüş, sabahları verilen her nefes buğuludur artık. Ağaçlar, son sarılarını da silkelemiş, rüzgâr o yaprakları da alıp bir sessizliğe sürüklemiştir çoktan. Ne kıştır ne sonbahar… Gökyüzü boz kurşuni, şehir kasvetli, kalpler daha hüzünlü, herkes bir an önce kar yağsın diye bekler. Yağmur ara ara bir kamçı gibi döver cafelerin camlarını, kahve fincanının dumanına çaresiz sürgünün soluğu karışır. Tren garlarında yankılanan her ayak sesi, memleketten bir şarkıyı hatırlatır ona.

        Kasım zamansız, boğucu, öldürücü bir hüzündür bir sürgün için bu şehirde. “Geçmiş tükenmiştir, yarınlar yok, hayat yenilemez onları, yolları hiçbir bozkırdan geçmez, hiçbir sokağın sonunda deniz yoktur”. Her şey kapı arkasına iliştirilmiş bir vestiyere asılmıştır; yaşanılan günler de biriken umutlar da sonu gelmeyen o kâbus dolu uzun geceler de… Bütün sesler susmuş, sadece iç sesini işitir sürgün. O ses ona daima memleketten bir ezgi, bir çocukluk hatırası getirir. O kahredici dipsiz gecelerde hoyrat yıldızlar düşer aklına memleket göğünde parlayan. Suyu paslı demir gibi ağırdır yabanın, ekmeği tuzlu… Emanet gibi duruyor ona arada bir gökyüzünde gördüğü asma fener, mehtaplı gecelerini özler o İstanbul’un. İçini ısıtacak tek bir sıcaklık varsa, sabahın erken bir saatinde memleket fırından alınmış buğusu tüten somundur.

        Ev uzakta değildir, bir uçağa binsen üç saat sonra aha sana memleket ama kar yağmadığı halde, rahmet kesmediği halde evin yolu sonsuza kadar ona kapalıdır.

        Rüzgâr olmadık fısıltılar getirir sürgünün kulağına. Her sonbahar biraz vedaysa, her Kasım biraz Paris’tir.

        *

        Hadi kırmayalım şairi, “Haziran’da sürgüne gitmek zordur” diyelim; 16 Haziran 1999’da “sürgüne” gitti Ahmet Kaya, 17 ay sonra, 16 Kasım 2000’de Paris’te sekteyi kalpten gitti. Sürgün onu kalbinden vurmuştu. Birçoğumuz için dün sanki ama aradan tam çeyrek asır geçmiş.

        Bir ömür gibi uzun, bir şarkı kadar kısa...

        *

        Sesiyle isyana kalkışmıştı. Kudretli şairlerin kelimeleriyle yara yoklamıştı huzursuz kalplerde. Kimsesizler mezarlığına defalarca Fatiha okumaya gitmiş, bir ezginin ucuna asmıştı umudu. Ve başını belaya sokmuştu. Bugün geriye dönüp baktığımızda aradan tam 25 yıl geçmiş, anlayacağınız çeyrek asır önceydi.

        Daha o şarkıyı söylememişti. “Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim” demişti sadece. Söylemediği bir şarkı için vahşi, azgın bir sürünün saldırısına uğramıştı. Ve o gece onun için “Uzun Bıçaklar Gecesi” olup çıkmıştı.

        1999 yılının 14 Şubat gecesi, onun şahsında bu memleketin kalbine saplanmış paslı bir hançer gibi duruyor hâlâ. Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkartılmıştı, İtalya bir ev vermişti ona bir süre önce. Biz İtalyanlara ait ne varsa yok etmeye kararlıydık. Makarna bile düşmanımız, sebze kasaları bile hasmımızdı. Gazeteciler, anlı şanlı köşe yazarları o “Dallama”ya (o zamanki İtalya Başbakanının bizdeki adı buydu) gününü göstermek için Roma yollarına düşmüştü. Onuncu Yıl Marşı en “hit” parçamızdı.

        İşte böyle bir atmosferde çıkmıştı onun ağzından o sözler. Kürtçe bir şarkı da onu söyleyecek sanatçı da düşmandı ve “ŞEREFSİZ” düşmanın bu topraklarda yaşamaya hakkı yoktu.

        *

        Ahmet Kaya o gece “Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim” demekle bir dilin gasp edilmiş hakkını talep ediyordu aslında. Ama o gece, “milli hislerin” göğe vurduğu o ortamda bu memleket o sese kulaklarını kapatmış, öfkesini kusmak için hançeresini açmıştı. Çatal bıçaklar, küfür hakaretler uçuştu havada, yuhalandı, üzerine bir hınç seli geldi. O gece bir ülke sadece bir sanatçıyı linç etmiyordu, o gece bir ülke kendi zavallı öfkesine yeniliyordu.

        Bir anda sahnede bulunan mikrofon, etrafa müziğin huzur verici nağmelerini yayan bir alet olmaktan çıkmış bir mahkeme kürsüsüne dönüşmüştü. Densize haddi bildirmek isteyen mikrofona gelsindi! Peş peşe gittiler mikrofona, bir anda tek sesli bir koro oluştu. O büyük icracıyı, memleketin o zamana kadar yetiştirdiği o en büyük ses sanatçılarından birisini marşlarla dövdüler, dövdüler, memleketi dar edinceye kadar dövdüler...

        Bir anda büyüyüp gazete sayfalarına sirayet eden o tek sesli mahşeri koro, ertesi günden itibaren marşları bırakıp hançeresini yırta yırta “DEFOL” diyen kesin bir emre dönüştü.

        *

        Sahiden, memleketten kovdukları Ahmet Kaya kimdi? Ölümünün on dördüncü yılında şöyle yazmıştım:

        O Kürtçe bilmeyen bir Kürt’tü. Kürt olduğunu öfkeyle haykıran bir Türk’tü. Polis gecesine çıkacak kadar polisle dost, “yasal mermisiyle yaklaşmakta olan bir komiserden” kaçacak kadar “başı belada” bir firariydi. Devleti sevmeyen bir ülkücüydü.

        *

        Hiç dağa çıkmamış bir dağ sevdalısıydı. Şarkıları ve sesiyle insanı dağlara çağıran bir isyankârdı, ama o isyanı durdurmak için göğsünü siper yapacak kadar da barışçıydı.

        *

        Devrim olsa, devrim yapılan yerde durmayacak kadar devrime inanmamış bir “lakayt” ama devrim olsun diye her şeyini feda edecek kadar Ortodoks bir Marksist’ti.

        *

        Şiir yazmayan bir şairdi. Yazılan şiirlerin ruhuna nüfuz etmesindeyse herkesten daha mahirdi. Sesi, şarkıları kadar şiir için de yaratılmıştı. En berbat şiir bile onun sesinde adamı galeyana getirecek kadar ajitatif bir bildiriydi. Şiirden ölümüne kaçan, ondan nefret eden bir şiir düşmanını bile şiir müptelası yapacak kadar güzel şiir okurdu. O yüzden büyük şairlerin (Ahmed Arif, Attila İlhan, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nevzat Çelik, Ülkü Tamer, Orhan Kotan, Yusuf Hayaloğlu) şiirlerinden yaptığı besteler, o şiirlerin gerisinde kalmazdı. Yaptığı besteler mi, o bestelerin icrası mı onun sanatını tanımlayan şeydi; bence bunu hiç önemsemezdi. Yaptığı her ölümsüz besteyi, taklidi zor bir icrayla en yüksek kata çıkarırdı.

        *

        Kapitalizme düşman bir küçük burjuvaydı; arabası lükstü, güzel bir yazlığı vardı, iyi bir hayat yaşıyordu. Sosyalist olmayı, bütün güzel şeyleri burjuvalara bırakmak olarak gören bir “ahmak” değildi yani. Ama yine de zengin mahallesinde oturan bir fakirdi.

        *

        Bir omuzu düşük, Diyarbekir işi yumurta topuk iskarpinin topuklarına basmış, elinde tespih, dudağının kenarında sigara, “dünyaya gururla bakan” bir dayıydı. Ama ilginç olan o dayıyı sıradan bir mahalle kabadayısından ayıran nevi şahsına münhasır bir “devrimci tavır” sahibi yapmasıydı.

        *

        Bu “devrimci tavır” bazen üzerinde o kadar sakil dururdu ki; o muzip, yakışıklı gülümsemesiyle örtemeye çalışır ve o gülümseme de bütün açmazlarını örterdi. Gürültüyle gülerdi. Tek rol modeli Kadir İnanır’dı. Kadir İnanır “Kadir Abi”yse, o da “Ahmet Abi”ydi. Sert gibi görünen ama sert olmayan bir romantikti.

        *

        Bütün İslamcıları “gerici” gören bir laik değildi. Her ahval ve şerait altında haykırmaktan özel bir zevk aldığı devrimciliğiyse, gençliğinde beyaz gömleğinin yakasına yapışmış, bir daha silinmeyecek güzel bir leke gibiydi. Gençliğinde edindiği bu “devrimci tavrı”, orta yaşlarında da takındı. Ama yaşadığı hayatla bu tavır çatıştığında, yaşadığı hayattan yana tavır alırdı.

        *

        Annesinin başörtüsünü, “Avusturya İşçi Marşı” kadar severdi. O yüzden “Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla ve tarihle yargıla” derdi.

        *

        Hep Malatya’da yaşamış bir Malatyalı, hiç İstanbul’da yaşamamış bir İstanbulluydu. İstanbul’da Malatya’yı arar bulur, gittiği her yerde ise İstanbul’u yaşardı. O yüzden son demlerini geçirdiği Paris’i İstanbul’un yerine koyamadığından, biraz da bu şehrin hasretinden öldü.

        *

        Doğdu, 30 yıl aç kaldı. 30’lu yaşlarda ekmeği buldu. Bu kez “yeme” dediler, “şişmanlarsın.” Yedi, şişmanladı, bedenine çok kötü davrandı, onu hor kullandı. “Yaşasın sigara” sloganını, “Kahrolsun faşizm” sloganı kadar severdi.

        *

        Katık yapmak için cebinde acı biber taşıyacak kadar kebaba düşkün, uğruna muhteşem bir besteden vazgeçecek kadar yemeğe meraklıydı. Yaptığı bütün besteleri oturduğu mükellef bir sofrada notalara dökmüş gibi, doymak bilmez bir iştah ve ağız tadıyla okurdu.

        *

        Ona göre yaptığı müzik “muhalif, başkaldıran, toplumcu” bir müzikti. Kültür-sanat dünyasının su başını tutmuş, kendine “solcu” diyen kibirli entelektüellere göre ise yaptığı müzik, “Eylülist, popülist, devrimci arabeskti.” Bu solculara, “Ölürken değil, yaşarken beni anlayın” diye yalvardığı halde, hiçbiri sesine kulak vermedi, onu hiç kendilerinden saymadılar. Hep “lümpen” olarak gördüler ama ölünce de hepsi hayranı kesildi.

        *

        Kürtlerin yanında Kürtleri, Türklerin yanında Türkleri, devrimcilerin yanında devrimcileri, milliyetçilerin yanında milliyetçileri kızdırırdı. Türklerin yanında Kürtçü, Kürtlerin yanında Türkçü, devrimcilerin yanında ülkücü, ülkücülerin yanında devrimci olurdu.

        *

        Sadece ama sadece yaptığı bestelerde kendisiydi. Kendisini ele veren tek şeyi, muhteşem icracılığıydı. O yüzden hiçbir kalıbın adamı değildi. Belki de şarkılarını her görüşten, her meşrepten insanın sevmesinin sırrı buydu.

        *

        Devlete kızdığında, devletin nefret ettiği şey neyse onu yapacak, devlete karşı olanlara kızdığında ise devletin ne kadar iyi bir devlet olduğuna onları inandırmaya çalışacak kadar çizgi dışıydı. Nasıl hissettiyse öyle davranırdı. Kendini mazbatasını Yüksek Seçim Kurulu’ndan değil halktan almış bir milletvekili olarak görürdü.

        *

        En büyük korkusu vatanından ayrı kalmaktı. Kelle paçadan, Adana kebabından, Bodrum’dan, İstanbul’dan, büyük kalabalıklardan, düşmanlarının öfkesinden, hayranlarının sevgisinden, rakıdan, balıktan, kebaptan, evinden, kızları Çiğdem ve Melis’ten, Türkçe’nin muhteşem tınısından, şiirden, dostlarından ayrı kalmayı felaketi olarak görürdü. Hepsine çok zor ulaşmıştı, kolayca elinden çıksın istemezdi.

        *

        Günün birinde kendisinin de başına geleceğini hiç tahmin etmeden, oturup sürgün olmanın felsefesini bile yaptı. 15 yıl sonra sürgünden dönen Kürt romancı Mehmed Uzun’a, “İnsan hayatında üç kez çocuk olur Mehmed Abi. İlki çocukken. İkincisi sürgüne giderken, üçüncüsü de sürgünden dönerken” dedi. Mehmed sürgünden döndü, bir gece Mehmed’i sabaha kadar Beyoğlu’nda gezdirdi, onu çocuklar gibi sevindirdi. Yıllar sonra korktuğu onun başına geldi, bir gece “ceketini yağmurlara asıp” kendisi sürgüne gitti. Bu kez Mehmed Uzun Paris’e gitti, bir gece sabaha kadar onu Paris’te gezdirdi, çocuklar gibi sevindirdi.

        *

        Dünyaya sataştı. Doğru bir sözü, yanlış bir zamanda, yanlış bir yerde söyledi. Arkasında şahane bir külliyat bırakarak sürgüne gitti.

        Orada şu şiiri yazdı:

        “Üzmeyin beni

        Zaten çok yalnızım

        Üzmeyin beni

        Çabuk yaşlanırım

        Vay benim köpek yalnızlığım

        Ben memleket arsızıyım”

        Ve ekledi:

        “Yaz da olsa kış da olsa fark etmez. Ben geceleri çok üşüyorum. Sorun kalorifer sorunu değil. Beni üşüten tek şey var: Vatansızlık!”

        *

        Memleketinden kaçmamış, kovulmuştu. Kendini vatansız hissediyordu. Sık sık Paris’e giderek ona arkadaşlık yapan, arada bir de onu Stockholm’e davet edip eğlendiren Mehmed Uzun anlatmıştı ruh halini, ondan dinlemiştim:

        Paris’e alışamadı. Fransızca bilmiyordu. Avrupa’nın her şeyi tuhaf geliyordu ona. Milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki bir gezegene fırlatılmış gibi hissediyordu kendini. İsyan ediyordu her şeye, gavurun yemeklerine, ritüellerine, soğukluklarına, ilişkilerine. İstanbul’daki curcunalı hayatını özlüyordu. Dostları tütüyordu burnundan. Havasını, Haliç’in pis kokusuna bile hasret duyuyordu. Burada yaşayan siyasi sürgünlerin sabah akşam siyaset konuşmaları, siyasi çekişmeleri, birbirlerine karşı besledikleri düşmanlıkları, birbirinin kuyusunu kazmaları, hayatı siyasetten ibaret saymaları canını sıkıyordu. O daha çok mavra yapmak istiyordu, şarkı söyleyip eğlenmeyi, dostlarıyla şakalaşmayı… Memleketi kurtarmaktan çok müzik yapmak istiyordu, sanki sanatı elinden kaçıp gidiyordu… Avrupa’nın güç ilişkileri ondan fersah fersah uzaktı. Çünkü zaman geçtikçe sürgüne alışmaktan korkuyordu.

        Oysa o başka bir hayat düşlememişti. Onun tek bir yurdu vardı, o da memleketiydi, buradan “kaçmayı” tek bir gün bile olsun aklından geçirmemişti, bu yüzden buradan kovulmak o kadar koyuyordu ona. Eğer insan sadece yaşadığı yeri biliyor, onu tanıyorsa, oradan kopartıldığında tükenişi de o an başlar; bunun farkına varmıştı. Ve her an “kuşun yuvaya”, “kuzunun ağıla dönüşü” gibi vatanına dönmeyi düşlüyordu.

        Biliyordu; sürgün, sadece insanın bedenini değil, ruhunun köklerini de yurdundan koparıyordu, en korkunç olanı da buydu. Bir anda dört şeyden mahrum kaldığını artık yavaş yavaş idrak ediyordu:

        Toprağından, dilinden, alışkın olduğu seslerden ve tanıdık kokulardan… Her geçen gün onlardan gıdım gıdım uzaklaşıyordu.

        Dördü de sanki aynı anda onu terk ediyordu. Düşündükçe dağarcığında sadece hatıraların dayanılmaz keskin, kekremsi acısı kalıyordu. Sürgünde ölürse eğer, sanki hatıraları da burada kalacaktı. Memleketi Rusya’dan tıpkı onun gibi kovulmuş, 1987 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almış olan Joseph Brosdsky’nin, “Vatanından uzak ölmek, dilinden uzak ölmekten de ağırdır. Çünkü sessizlik bile seni anlamaz,” sözü beyninde yankılanıyordu. Sürgün ona sadece memleketini değil, yavaş yavaş kelimelerini de kaybettiriyordu. Etrafındaki seslerin tümü yabancı, hiçbir koku artık ona tanıdık gelmiyordu. Biliyordu, anadilinin yankısı susarsa insanın içinde, iç sesi bile yabancı gelirdi artık.

        Sürgün; bir sürgüne sadece memleketini değil, kelimelerini de unutturur. Sessizliğe gömer. Sürgünde ölürse eğer, sessizce ölmekten korkuyordu. Zaman tuz buz olmuştu, kırık bir ayna gibi dağılmıştı Paris sokaklarına. Her kırık parçaya bakıp “hani benim gençliğim nerde” diye soruyor ve bütün hayatının tek bir mevsime, kışa hapsedildiğini anlıyordu. Dört mevsimini de görmüştü bu şehrin ama dördü de kıştı, kış yaşadığı her şeyi kendi içine hapsetmişti. Karadeniz’de sürgüne gönderilmiş Roma dönemi şairi Ovidius’un “Ne dost var burada ne dilimden anlayan biri/ Kelimelerim bile üşüyor bu yabancı iklimde” diye başlayan şiiri bestelenmeyi bekliyordu. Bu yüzden “kış ruhu” demişti sürgünlerin halet-i ruhiyesine Edward Sait. Soğuktu, üşüyordu, her şey donmuştu, sesler bile…

        İnsanın tek yurdu olan “çocukluğunun kokusunu” o günlerde daha çok hissetmiş olmalıydı. Sürgünde ölmekten korkuyordu. Sürgünde ölmek, son nefesinde o kokudan da mahrum kalmaktı çünkü.

        25 sene evvel, çocukluğunun kokusundan mahrum bir şekilde, Paris’te bir apartman dairesinde öldü Ahmet Kaya, daha 43 yaşındaydı.

        *

        25 seneden beri Paris'te Pére Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor. Yılmaz Güney’le komşu… Yolunuz düşerse eğer oraya, mezar taşına dayayın kulağınızı, derinlerden gelen, Enver Gökçe’nin şiirinden bestelediği “Gayri Gider Oldum” şarkısını duyacağınıza emin olun:

        Gayrı gider oldum gardaşlar

        Ve de kızkardaşlar

        Gayrı haram bu can bana

        Bu sevda bana bu insanlar bana

        Bu toprak damlar bu caddeler haram bana

        Bu ağaçlar bu yollar haram bana

        Lan gardaş bu nasıl yara

        Lan gardaş bu nasıl yara

        Kanar her yerimden

        Dövülmüşüm sövülmüşüm kovulmuşum ben

        S….r çekilmişim yani kendi öz yurdumdan

        Çeker giderim

        *

        Çekip gitti.

        “Cinayeti kör bir kayıkçı gördü” sadece.

        En günahsızımız oydu çünkü.