Trende geçen 10 aksiyon filmi
"Geber"in (Kill) gösterimde olduğu şu günlerde trende geçen aksiyon filmlerini hatırladık. Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'ın yazısı.
SUİKAST TRENİ (2022)
(Bullet Train)
Japon yazar Kotaro Isaka’nın romanından uyarlanan ‘Suikast Treni’, daha ilk sahnelerinden itibaren 1990’ların suç filmlerini akla getiren bir güzergahtan ilerlemeye başlıyor. Yönetmen David Leitch, tuvalet sahnelerinde dahi klostrofobiyle ilgisi olmayan, dar mekân duygusu vermeyen, çoğunlukla stüdyoda çekilen ferah bir tren filmine imza atıyor. Uzmanı olduğu yakın dövüş koreografisini ise film boyunca hiç ihmal etmiyor. Her karakterin birbirine dolandığı karmaşık hikâyeye baktığımızda ise herkesin kendi hedefine odaklandığı, kalabalık kadrolu kara komedi tarzında, kargaşa dolu suç filmi formatı çıkıyor karşımıza. Sonuçta, gizli hedefleri olan intikamcılar ile o trende sadece profesyonel olarak bulunanların arasında geçen bir hikâye seyrediyoruz. Belirli bir noktadan sonra gerçekçilikle bağını iyiden iyiye koparan ‘Suikast Treni’ni absürt suç komedisinin bir örneği olarak görmek mümkün.
ZOMBİ EKSPRESİ (2016)
(Train to Busan – Busanhaeng)
Şehirlerarası bir tren yolculuğu sırasında hem zombilere hem de zamana karşı mücadele veren insanların gerilim dolu hikâyesi... Amerikan korku – gerilim filmlerinde olduğu gibi ahlaki mesajı öne çıkaran “Zombi Ekspresi”nin öyküsü, fon yöneticiliği yapan finansçı Seok-woo’nun geçirdiği değişim üzerinden ilerliyor. Seok-woo sadece kendi çıkarlarına odaklanmış işkolik biri. Kızını annesine götürmek için bindiği trende, zombilere karşı mücadele verirken bencilliğiyle yüzleşiyor. Sang-ho Yeon’un yönettiği Güney Kore yapımı filmin asıl meselesi, ölüm korkusu karşısındaki insanlık halleri... İnsanlar sadece zombilere karşı değil, henüz enfekte olmamış kişilerin bencilliğine karşı da savaşıyor. Bir yanda sadece kendi canını düşünen korkaklar, diğer yanda ise zombilere karşı savaşırken temel insani değerlerini kaybetmeyenler var.
SNOWPIERCER (2014)
Bir Fransız çizgi romanından yönetmen Joon-ho Bong ve Kelly Masterson tarafından sinemaya uyarlanan “Snowpiercer”, küresel ısınmaya karşı verilen mücadelenin ardından buz çağını yaşamaya başlayan bir dünyada geçiyor. Yenilenebilir enerjiyle hiç durmadan ilerleyen ve dünyayı baştan sona dolaşan bir trende yaşayanlar dışında, gezegendeki hayat sona ermiştir. Hikâye, trenin kuyruk bölümünde çok kötü şartlarda yaşamını sürdüren en alttakilerin isyanı üzerinden şekilleniyor. Asilerin son vagondan başlayıp lokomotife kadar uzanan sürprizlerle dolu yolculuğu, dar mekânda geçen bir dövüş ve aksiyon filmi formatında sunuluyor. Tren, geleceğin karanlığından ziyade içinde yaşadığımız dünyayı ya da düzeni yansıtan bir metafor. Final dünya için kurtuluşun nerede olduğunu da sorguluyor. Güney Kore – Çek Cumhuriyeti ortak yapımı filmde Chris Evans, Tilda Swinton gibi yıldız isimlerden oluşan uluslararası bir kadro görev alıyor.
YAŞAM ŞİFRESİ (2011)
(Source Code)
Afganistan’da savaşan Amerikan askeri Colter Stevens (Jake Gyllenhaal), Chicago’ya giden banliyö treninde uyanır. Neler olduğunu anlamaya çalışırken, tanımadığı birinin bedeninde olduğunu keşfeder. Sonra bir bomba patlar ve Yaşam Şifresi adlı bir makinenin içinde tekrar uyanır. Ekrandaki üniformalı kadın (Vera Farmiga), yeni görevinin, trendeki bombayı ve bombacıyı bulmak olduğunu bildirir. Üstelik, Stevens’ın bunu gerçekleştirmek için her seferinde sadece 8 dakikası vardır. “Nörolojide yeni keşifler”, “zaman yolculuğu”, “paralel evrenler” gibi bilimkurgu motiflerini kullanan “Yaşam Şifresi”, ölümden sonra hayat, ruhani olgunlaşma gibi metafizik temalara da sürüklemeye çalışıyor seyircisini ama öncelikli hedefi gerilim dolu bir aksiyon… Yönetmen Duncan Jones, dar mekânlarda geçen filmi sinemasal olarak çekici kılmayı başarıyor.
DURDURULAMAZ (2010)
(Unstoppable)
Film, patlayıcı yüklü vagonlarıyla kontrolden çıkarak hızla ilerleyen, son derece tehlikeli başıboş bir trende zamana karşı verilen savaşı anlatıyor. Chris Pine işe yeni alınan genç kondüktör Will’i, Denzel Washington ise şirketin kurtulmak istediği eski elemanlardan tecrübeli teknisyen Frank’i canlandırıyor. Kâr hırsıyla yönetilen şirketin peş peşe yaptığı hataların ardından Will ve Frank, yönetimin onaylamadığı bir çözümü hayata geçirmeye çalışıyorlar. Usta yönetmen Tony Scott, ölmeden önce çektiği son filminde her zaman olduğu gibi kurguyu çok etkin bir biçimde kullanıyor ve gerilimi sürekli üst noktada tutuyor. Treni de adeta sessiz bir ana karakter haline getiriyor. İyi bir yönetmenin elinden çıkma sağlam bir aksiyon gerilim...
KUŞATMA ALTINDA 2 (1995)
(Under Siege 2: Dark Territory)
1990’ların kendi hayran kitlesine sahip mütevazı aksiyon starlarından biri olan Steven Seagal’ın, ‘Kuşatma Altında’dan (Under Siege) sonra oynadığı devam filmi, Denver’dan Los Angeles’a giden bir trende geçer. Eski donanma subayı Casey Ryback (Seagal), yeğeniyle birlikte yıllardır görmediği erkek kardeşinin cenazesine gitmektedir. Tren, Rocky dağlarına geldiğinde bir grup terörist iki görevliyi öldürerek kontrolü ele geçirir; trenin dünyayla iletişimini keserler. O noktadan sonra yakın dövüş ustası Casey Ryback devreye girer ve aksiyon başlar. Geoff Murphy’nin yönettiği filmde Seagal’a Eric Bogosian ve Katherine Heigl gibi oyuncular eşlik eder.
RUNAWAY TRAIN (1985)
Usta Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın, 1960’lı yıllarda ABD’de çekmek istediği bir filmdi. Finansal sorunlar nedeniyle proje, 1967 yılında iptal edildi. Yıllar sonra, 1980’li yıllarda Amerikalılar tarafından yeniden ele alındı ve bu kez Rus yönetmen Andrey Konchalovsky’ye emanet edildi. Konchalovsky, bir söyleşisinde yeniden yazılsa dahi senaryonun Kurosawa’nın çıkış noktalarına sadık kaldığını belirtmişti. Başrollerinde Jon Voight, Eric Roberts ve Rebecca De Mornay’in oynadığı film, gösterime girdiğinde seyirci ve eleştirmenlerden olumlu tepkiler aldı. Gerilim türündeki film, cezaevinden kaçan iki mahkûm ile lokomotif sürücüsünün asistanı genç kadının Alaska’ya doğru giden ve kontrolden çıkan bir trende sıkışıp kalmasını anlatıyordu. Film, en iyi erkek oyuncu (Jon Voight) en iyi yardımcı erkek oyuncu (Eric Roberts) ve en iyi kurgu dallarında Oscar’a adayı olmayı başarmıştı.
KORKUNÇ SOYGUN (1974)
(The Taking Of Pelham One Two Three)
Dört silahlı suçlu New York metrosunda çalışan trenlerden birini kaçırır ve yolcuları rehin alırlar. Böyle bir olayla ilk kez karşılaşan polis teşkilatı, sorunu nasıl çözeceğini kestiremez. İstedikleri parayı aldıklarında suçluların nasıl kaçacağı sorusu da belirsizdir. 1973’de yayımlanmış bir romandan sinemaya uyarlanan film, içerdiği gerilim duygusuyla çok beğenilir, gişelerde başarılı olmasının yanı sıra eleştirmenlerden yüksek notlar alır. Joseph Sargent’ın yönettiği filmde başrolleri Walter Matthau, Robert Shaw, Martin Balsam ve Héctor Elizondo üstlenir. Filmin David Shire imzalı müziği, 1970’lerin en ilham verici ‘soundtrack’lerinden biri olarak kabul edilir. ‘The Taking Of Pelham One Two Three’, yıllar sonra iki kez daha çevrilir. İlk 1998 yapımı bir televizyon filmi; ikincisi ise Tony Scott’un yönettiği Denzel Washington ve John Travolta’nın oynadığı 2009 yapımı sinema filmidir. Her ikisi de ilkinin başarısına ulaşamaz.
THE GENERAL (1926)
Sessiz sinema döneminin unutulmaz klasiklerinden biri. Amerikan İç Savaşı’nda yaşanmış gerçek olaylardan esinlenen film, tren makinisti Johnnie’nin (Buster Keaton) hikâyesini anlatır. İç Savaş sırasında Güneyliler adına çalışan casuslar Johnnie’nin çok sevdiği ve General adını verdiği lokomotifini kaçırırlar. Johnnie için kabul edilebilir bir şey değildir bu… Üstelik âşık olduğu Annabelle de trendedir. Aksiyon ağırlıklı bir komedi olan ‘General’, Buster Keaton’un kendine özgü mizah anlayışının en iyi örneği olarak kabul edilir. Keaton’un Clyde Bruckman ile yönettiği film, ilk gösterime girdiğinde beğenilmemiş ve gişelerde pek başarılı olamamıştı. 1954’te telif hakkının ortadan kalkmasıyla birlikte yeniden keşfedildi ve Keaton’un başyapıtı olarak kabul edildi.
BÜYÜK TREN SOYGUNU (1903)
(The Great Train Robbery)
İşte trende geçen ilk aksiyon filmi… Bazı kaynaklara göre ilk western ve ilk aksiyon olarak da kabul ediliyor. Edwin S. Porter’ın Edison şirketi için çektiği 12 dakikalık film, bir çete tarafından kaçırılan buharlı trende geçiyor. Porter’ın gişelerde büyük başarı gösteren filmi, gelişim aşamasındaki Amerikan film sektörüne hem ilham vermiş hem yol göstermişti. Daha sonra birçok yönetmen Porter’ın bu filmde kullandığı anlatım tekniklerine yer vermiş, yapımcılar hareket, şiddet, gerilim içeren filmlere daha çok yatırım yapmaya başlamıştı.