Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar The Brutalist: Bir mimarın 'Amerikan rüyası'
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        10 dalda Oscar’a aday olan ve en iyi film ödülünün favorisi kabul edilen “The Brutalist”, Türkiye’de bugün vizyona giriyor.

        “The Brutalist”, Macaristan’dan gelen bir mimarın savaş sonrasında göç ettiği ABD’de yaşadıkları üzerine kurulu... Mesleğinde çok başarılı bir Yahudi’nin ırkçı, ayrımcı Hıristiyan Amerikalılar tarafından istismar edilmesi fikrine odaklanıyor film. İdealist hayallerle hükmetme duygusu karşı karşıya geliyor ve “Amerikan rüyası”nın nasıl bir kabusa döndüğü anlatılıyor.

        Nazilerin yaptığı Yahudi soykırımı, Hıristiyan Avrupa’da kökleri yüzlerce yıl öncesine giden Yahudi düşmanlığının sonucudur. ABD de aynı düşmanlığın sürüp gittiği ülkelerden biridir. “The Brutalist”, ABD’deki ırkçılığı, ikiyüzlülük ve sömürü üzerinden anlatıyor.

        İsrail devletinin kurulması ve dünya üzerindeki Yahudilere kapısını açması, filmin kritik noktalarından biri. İsrail’e gitmek veya gitmemek, karakterlerin karşı karşıya kaldığı bir ikileme dönüşüyor. İsrail, Yahudiler için ABD’deki ayrımcı Katolik ve Protestanlardan kurtulmanın yolu olarak gösteriliyor filmde. “Alt metinlerde var” diyenler çıkar mı, bilmiyorum ama İsrail ile ABD’nin, Filistin ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği ideolojik ittifakın yarattığı trajik sonuçlara dair hiçbir şey yok filmde.

        Sözü şuraya getirmeye çalışıyorum: İçinde yaşadığımız çağda ırkçı Hıristiyanların Yahudi düşmanlığı kadar Hıristiyan Batı’nın İsrail devletinin politikalarına verdiği desteğin sonuçları da bence çok önemli bir konu. Çünkü söz konusu destek olmasa, İsrail devletinin Gazze’deki katliamları gerçekleştiremeyeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz.

        “The Brutalist”in tüm bunlarla ne ilgisi var, diyenler çıkacaktır eminim. Filme, kendi tarihsel çerçevesinde İsrail’in Filistin politikalarından bağımsız olarak bakılması gerektiğine inanabilirsiniz. “Önemli olan ırkçılığın ayrımcılığın her türlüsüne karşı çıkmak” diyebilirsiniz. İtiraz edemem. Ama ikiyüzlü ırkçılığın sonuçlarını anlatan bir film üzerine yazarken Batı dünyasındaki ikiyüzlülükten söz etmemek imkânsız geliyor bana.

        Özetle, Hıristiyanların Yahudi düşmanlığını anlatan bir filmin Oscar’a yürümesi, yeni bir şey değil. Buna karşılık, aynı Hollywood’un İsrail devletinin Filistin’de yaptıklarına karşı üç maymunu oynaması ve emperyalizmin Ortadoğu politikalarını pek umursamaması da hiç yeni değil.

        “The Brutalist”e dönersek, filmin yönetmeni Brady Corbet’in Mona Fastvold ile birlikte yazdığı senaryo, son derece keskin bir ırkçılık ve ayrımcılık eleştirisi üzerine kurulu. László Tóth (Adrien Brody), yeni bir hayat kurmak üzere ABD’ye geliyor ve Philadelphia’da yaşayan kuzeni Attila’nın (Alessandro Nivola) mobilya mağazasındaki depoda kalmaya başlıyor. İlk hedefi, Avrupa’da kalan eşi Erzsébet Tóth (Felicity Jones) ile yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) yanına getirmek ama maddi ve yasal nedenlerden ötürü bu, hiç kolay değil. Film ilerledikçe Tóth’un savaş öncesinde kariyer yapmış, Almanya’daki Bauhaus’da eğitim almış bir mimar olduğunu, ABD’nin onun için bir fırsatlar ülkesine dönüşebileceğini anlıyoruz. Bu arada, seyrettiğimiz haber filmleri sırasında Amerikalıların bölgeyi bulunmaz fırsatlar diyarı olarak pazarladıklarını öğreniyoruz. Ama kuzeni Attila’nın Katolik eşi (Emma Laird) ve zengin Protestan müşterisi Van Buren ailesinden gördüğü düşmanca tavırlar nedeniyle kendini sokakta, günübirlik işlerde çalışan bir emekçi olarak buluyor kısa sürede. Sonra evinden kovduğu adamın kim olduğu anlayan Harrison Lee Van Buren’in (Guy Pearce) desteğiyle Amerikan rüyasını gerçekleştirmek için eline önemli bir fırsat geçiyor. Nihayet Beyaz Anglo Sakson Protestanlar tarafından “Avrupa’dan gelen saygın mimar” olarak kabul görüyor ve büyük bir projenin başına getiriliyor.

        Onu çalışırken gördüğümüzde László Tóth için mimarlığın meslekten öte büyük bir tutku olduğunu, gerçek bir sanatçı ruhu taşıdığını keşfediyoruz. Sadece savaş travmasından kurtulmak, eşi ve yeğeniyle bir aile kurmak değil; geriye büyük, kalıcı bir eser bırakmak istiyor. Çünkü o, mimarinin dünyayı değiştirebileceğine inanan gerçek bir idealist. Ne var ki, kalbini ve her şeyini koyduğu eserini gerçekleştirmek isterken karşısına birçok engel çıkıyor. Kendi içinde bazı sorunlar olsa da nihai engel, ırkçı Beyaz Anglo Sakson Protestanlardaki Yahudi düşmanlığı olarak çıkıyor karşısına.

        Filmin en sevdiğim yanı, Tóth’un mimariye olan tutkusu ve mimarinin hikâyedeki yeri... Eminim, Bauhaus gibi mimarlık referansları üzerinden giderek uzun “The Brutalist” analizleri yapmak mümkün. Modernist akımdan başlayıp mimari ve tasarımın hayatımız üzerindeki etkilerine kadar uzanan bir alt metin var filmde. “The Brutalist”in gelecekte en çok bu yönüyle anılıp konuşulacağını düşünüyorum.

        Tóth’un eşiyle olan ilişkisi ve travmalarına karşı verdiği psikolojik savaş da kuşkusuz önemli. Ölümden, esaretten kurtulup özgür ve mutlu olmak için geldikleri ülkede dolaylı bir baskı ortamıyla karşılaşmaları, filmin belki de en güçlü dramatik aksı… Avrupa’dan aldıkları kültürel birikimin ABD’de çok işe yaramaması da ayrı bir konu.

        Tóth ile eşi Erzsébet, iyi yazılmış karakterler. Daha önceki filmlerinde de gördüğümüz gibi Brady Corbet ve Mona Fastvold, derinlikli yazılmış karakterler konusunda övgüleri bir kez daha hak ediyorlar. Öte yandan, Guy Pearce’in etkileyici ve seyre değer oyunculuğuna karşın, Harrison Lee Van Buren’in aynı şekilde iyi yazılmış bir karakter olduğunu düşünmüyorum. Hikâye örgüsü ne gerektiriyorsa öyle davranan bir kişilik Van Buren. Zaten hikâyeyi ana karakterden ziyade o şekillendiriyor. Davranışları, tutarsızlıklar ve çelişkilerle dolu… Ne zaman ne yapacağını kestiremiyorsunuz. Olumsuz yanları bizi hiç şaşırtmıyor; çünkü daha ilk gördüğümüz anda ırkçı olduğunu anlıyoruz. Olumlu yanları ise bir türlü sahici durmuyor, hep sahte geliyor. O yüzden filmin kötü adamı olduğu düşüncesinden hiç kurtulamıyoruz. Bu, bence hikâye örgüsü için eksi bir puan.

        Van Buren, filmin eleştirdiği her şeyi temsil eden sembolik bir karakter ve açıkçası psikolojik portresiyle beni çok ikna ettiğini söyleyemem. Oğlu Harry Lee Van Buren (Joe Alwyn) de Yahudi düşmanlığını simgeleyen klişe bir karakter olmanın ötesine geçemiyor. Özellikle temel atma töreninden sonra Tóth’un tahammül sınırlarını zorlayan konuşması, bence çok demode bir kötü adam sahnesi…

        Filmin Venedik’te geçen final sahnesinden de çok etkilenmedim açıkçası. Aslında mimari eserlerin kalıcılığını, şehirler, insanlar ve dünya üzerindeki etkisini herhalde Venedik’ten daha iyi hiçbir şey anlatamaz. O yüzden Venedik final için kuşkusuz doğru seçim. Ama Brady Corbet’in tüm final sekansını sanki gerçek bir karakterin yaşanmış hayat hikâyesini anlatıyormuş havasında kurması, “sahte belgesel ve arşiv görüntüleri”ni kullanması, çok parlak bir fikir gibi gelmedi bana. Yeri gelmişken, László Tóth’un, László Moholy-Nagy, Ludwig Mies van der Rohe, Paul Rudolph ve Ernő Goldfinger gibi isimlerden esinlenen bir karakter olduğunu; tasarımını yaptığı mobilyaların ise Marcel Breuer’in işlerini akla getirdiğini belirtelim.

        Yine finale dönersem, Venedik’te yapılan konuşmada Philadelphia’da yıllarca üzerinde çalıştığı projenin kendi hayatıyla olan bağları üzerinden okunmasını da sevmedim. Daha önceki sahnelerde bu okumayı kendi başına yapması için seyirciye daha çok ipucu verilmesi, bence daha iyi olurdu.

        Öte yandan, filmin yönetmenliğini, anlatımını ve birçok sahneyi çok beğendim. Detaylarına girmek istemediğim açılış sahnesi, herhalde uzun süre aklımdan çıkmayacak. Toplama kampları ve soykırım gerçeğini yaşayan Avrupa’dan kalkıp ABD’ye gelen bir insanın duygusunu bundan daha iyi anlatan bir sahne görmedim daha önce. Gelecekte de benzerleri arasında en çok adı anılan sahnelerden biri olacağını düşünüyorum. İkinci yarının başındaki tren istasyonu sahnesi de akılda kalıcı. Brady Corbet, filmin kritik anlarında mobil kamerayla çektiği uzun planları tercih ediyor. Birçok yerde karakterlerin öznel bakış açısına göre kuruyor sahneyi ve kamerayı o şekilde kullanıyor. İkili veya daha kalabalık sahnelerde montaja çok başvurmadığı uzun çekimler çıkıyor karşımıza. Dar ölçekli mobil kamera çekimlerine sıklıkla başvurmasına rağmen “The Brutalist”, resimsel yanı ağır basan sabit genel planlarıyla da dikkat çekiyor. Birçok sahnede kamerasını oyuncuların çok uzağına koyuyor ve mekânı, kompozisyonu öne çıkaran resimsel kadrajlarla çıkıyor karşımıza.

        Brady Corbet, karakterlerin duyguları, içlerinden geçen düşünceler konusunda seyircinin kafasını karıştırmayı seven bir yönetmen. Birçok sahnede kasten belirsizlik oluşturarak tansiyonu yükseltiyor; sahneyi uzatıyor. 3 saat 34 dakikalık süreden sıkıldığımı söylemem doğru olmaz; çünkü filmin güçlü bir ritim duygusu var. Daniel Blumberg imzalı müzik çalışması da şahane. Ayrıca Corbet filmin sekans düzenlemesini gerçekten iyi yapıyor. Ama yine de bazı sahneleri gereksizce uzattığını düşünüyorum. Bu arada, önceki filmi “Vox Lux” (2018) gibi açılış ve final dahil 4 bölüm üzerinden anlatıyor hikâyesini.

        Brady Corbet ve görüntü yönetmeni Lol Crawley, 1950’li yıllar duygusunu verebilmek için VistaVision tekniğini kullanıyorlar. VistaVision, 1954’de Paramount Stüdyosu’nun geliştirdiği bir geniş perde tekniği… Paramount, 35mm negatif filmin yatay kullanımına dayanan tekniği 7 yıl içinde bırakıyor ama yıllar sonra başta George Lucas olmak üzere bazı sinemacılar, özel efekt sahnelerinde daha yüksek görüntü kalitesi elde etmek için VistaVision tekniğine ara sıra dönüyorlar. 2000’li yıllarda ise IMAX 70mm formatının kadraj ölçüsüne uyumu nedeniyle bazı sahnelerin çekiminde Christopher Nolan gibi yönetmenlerin tercihi oluyor. Corbet ise “The Brutalist”i baştan sona VistaVision’la çekiyor. Kadraj ölçüsü olarak 1.66:1’in seçilmesi nedeniyle filmin geniş perde duygusu verdiğini söylemek zor. Ama 1.66:1, filmin görsel atmosferi için doğru bir karar.

        Bana sorarsanız, VistaVision tercihi, aydınlatma ve renk paleti dışında estetik olarak retro duygusuna özel bir katkı sağlamıyor. Çünkü “The Brutalist” anlatım ve estetik olarak her şeyiyle bir 21. Yüzyıl filmi. Özellikle de mobil kamera kullanımıyla… 1950’lerde çekilmiş bir film hissi vermiyor belki ama görüntü çalışması baştan sona çok iyi. Judy Becker’ın prodüksiyon tasarımını da pas geçmeyelim.

        “The Brutalist”, başta Adrien Brody olmak üzere oyunculuklarıyla da seyredilmesi gereken filmlerden biri. Özellikle Felicity Jones ve Guy Pearce, etkileyici performanslar çıkarıyorlar.

        7/10