İş güvenliği uzmanı, afet planlama sorumlusu, yangın denetimi koordinatörü, risk kontrolörü ve saire…
İsmini birçoğumuzun yeni öğrendiği bu ihtisas alanlarının profesyonellerini dinliyoruz birkaç gündür TV yayınlarında. Gazetelerde fikir sorulanlar arasında önde koşuyorlar keza…
Hepimiz kulak kesilmiş, gözümüzü dört açmış ağızlarından çıkacak kelimelere odaklanmış durumdayız hatta. Bu iyi de…
Yaşadığımız Kartalkaya felaketinden çok daha önce da vardı onlar. Hep bir gün sıranın kendilerine gelmesini beklediler…
Deprem oldu, afetler yaşandı, felaketler kabusumuz oldu, küçük kıyametler patladı ve o anlarda ışık hızıyla girdikleri hayatımızdan aynı hızla çıkartılıp kondular bir kenara…
Biz unuttuk. En iyi becerdiğimiz şeyde çıtayı hep bir yukarı taşıdık. Ve giderek ağırlaşan acılarımızın önüne geçmemiz için ömrünü vakfeden bu insanları “gözümüz bir yerlerden ısırıyor” duygusuyla geçmişe gömdük…
Oysa hepsi “işte o an” için hazırlanmış, ihtisas sahibi olmuş, ömrünü hayatta kalmaya vakfetmiş meleklerdi. Olsa olsa şeytan kadar görünür olmamaktı zafiyetleri. O da “aman sendeci” popülizmin yok saymasından…
Şimdi kimilerinin “tabela STK” ya da “kariyer israfı mesleki oluşumlar” olarak tanımladığı bu saygın kitlenin toplumsal hafıza kanamasın diye “çığlık çığlığa” verdiği seslerini duyurma savaşının değerini anlayabiliyor muyuz?
Yoksa yarın yine kaldığımız yerden devam mı edeceğiz ucuzlatılmış hayatlarımızın seyrine?
***
Rıza göstermeden önce…
Uçakta yolculuktan önce mutlaka güvenlik tanımları yapılır. Kemer, oksijen maskesi, çıkış kapıları ve saire…
Misal, deniz turizminde mutlaka seyahat öncesi acil durum bilgisi, teknenin büyüklüğüne göre gerekirse tatbikatla verilir…
Keza uzun demiryolu seyahatleri ya da hızlı tren yolculukları öncesinde de tıpkı olmasa bile benzer prosedürler esastır. Sekmez, sektirtilmez!
Ha, büyük ya da butik olsun tüm otellerde mutlaka acil durum, kaçış bilgileri hatta kat planlaması, görünür şekilde belli aralıklarla duvarda yer alır. Olur ya, otel restore edilmişse bilgiler güncellenir…
Peki, tüm bunların, hayatımızdan çaldığı küçücük zamanın ne anlama geldiğini biliyor muyuz? En değerli sermayemiz olan yaşama hakkını koruyabilmek elbette…
Peki, sıfatı “Özel Turizm Bölgesi” olan, hayata uzanan mesafenin görece daha uzak olduğu ticarethanelerde “adı gibi özel” güvenlik hatırlatmalarına ihtiyaç yok mudur?
Yanıtınız “Var ve ben bu bilgilendirme için hayatımın belli bir süresini üşenmeden ayırırım” ise…
Oluşabilecek her türlü afet ya da felakette sizi o bilgiden yoksun bırakan ya da prosedürü dayatmayan suçludur…
Öğrenilmiş çaresizliğe, öğretilmiş suskunluğa kurban vermeyelim artık. Soralım, sorgulayalım, zorlayalım, dayatalım, hizaya getirelim. Bilmem anlatabiliyor muyum?
***
Flamaları gömme zamanı!
Memleketimde siyaset üretme mekanizmasıyla uzak yakın ilgisi olmayan her şeyde, misal her büyük felakette siyasi tribünler kurarak kamplaşmayı kabul etmiyorum…
Hem kaba, hem cahil, hem acımasız, hem vicdandan uzak, hem rahmani değil hem de giderek şeytanileşiyor bu kamplar…
Aynı acıyı “senden ya da benden” diye yabancılaştıranların günü geldiğinde “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” diye başladıkları sözün samimiyetine nasıl inanabileceğiz?
Asla. Bayrakları yarıya indirdiğimizde, flamaları da toprağa gömmeliydik. Yasımızda bile ayrışarak “bütünün” ne anlama geldiğini unutacağız çünkü...
Son çıkış için son acımız fırsat, adalet de pusulamız olsun!
***
Bu kez çok fena!
Aslında her defasında çok fena bu yaşadıklarımız. Felaketlerimiz, acılarımız, yasımız, izah arayan mantığımız…
Ama sanırım bu kez daha da fena oldu benim için. Son 40 yılı bir şekilde bu saydıklarımı meslek gereği aktarmaya ve içselleştirdiğimi de çaktırmamaya çalıştım…
Ha, karşıdan bakınca (rahatsızlığım nedeniyle evdeyim üç gündür) insan kontrolünü daha hızlı yitiriyor…
Normalin ne olduğunu çoktan unuttum. Her türlü haber travmasını, toplumsal hafızayı zedelemeden izah etmeye çalışmak nasırlaştırdı belki de hepimiz gibi beni de…
Öyle değilmiş. Ateş sadece düştüğü yeri değil, onu en çok telaffuz edeni de yakıyormuş. Sahadaki meslektaşlara, ekrandaki yüzlere, orada hemen arkada; her şeyi resmetmeye çalışan emekçilere odaklanınca gerçeğin fotoğrafı tüm çıplaklığıyla düşüyor önüme…
“Gazeteciler” tüm dünyada değil ama benim ülkemde en yorgun meslek grubu artık. Her vukuatı göğüslemekten; montajsız gerçeğin yumruğunu hep ilk göğsüne yiyen olmaktan yılgın belki de…
Siz saygıdeğer kamuoyundan son derece insani iki isteğim var. Biliyorum ki doğru farklı ama hakikat bir…
Dünyadaki meslektaşlarının 24 saat olarak yaşadığı günü 24 saniyeye sığdıran bu insanların “saklamaya çalıştığı” travmalarını da düşünün lütfen; bu bir…
Kimi zaman haklı olarak küfrettiğiniz ve susmak bilmeyen ekran tiplerinin hepsini “gazeteci” olarak değerlendirmeyin; bu da iki…
Asıl bunu yapamazsak çok ama çok fena!
***
Gönlüm el vermiyor!
Gözden kaçmasın. Fay üstünde yaşayan bir ülkeyiz. Ve yaşadığımız son felaket aklıma mıh gibi saplanmış bu gerçekliğe ciddi bir baskı yapıyor…
“Depreme ne kadar hazırlıklıyız?” hepimiz için yanıtı hala bulunamamış bir fizik problemi gibi askıda duran ilk soru…
Asıl düşünülmesi gereken depremde değil, sonrasında ne yapacağımıza ilişkin deli sorular. Bugünlerde çok takip edilen bir sosyal medya tartışma platformunda, olası Marmara depremi sonrasında yağmalanacak yerlerin bile listesi çıkarılıyor…
Tüm felaket senaryolarında olduğu gibi ağır bir insanlıktan çıkma halinin simülasyonları filan yapılıyor. Hayal dünyası desem gönlüm el vermiyor…
Damıtılmış kötülüğün birden fazla ihtimalle karşımıza geldiği son tahlilde sadece “Kartalkaya” felaketi üzerinden giriş sorusunu tekrar sormakta fayda var…
“Depreme ne kadar hazırlıklıyız?”. Biz değilsek eğer, sonrasına ciddi hazırlıklar yapan saf kötüler var. Bilginize…