İnsanlık tarihinin en büyük trajedilerine imzasını atmıştır ateş. Bir yandan medeniyetin kırılma noktası, öte yandan da aynı medeniyetin utanç fayı olmuştur…
Başta siyaset olmak üzere suç ve savaş tarihinin alfabesi arasında alevden harflere rastlarsınız. Doğanın hoyrat olduğunu söyleyenler insanın ateşle oyun tarihiyle yüzleşince lal olur kalırlar…
İnsan doğadan daha acımasız, ateşten daha kavurucudur. 76 vatandaşın yitip gittiği Kartalkaya yangını da benim için budur…
Yanına ihmal denen başıboşluğu da alarak kendini harlayan ateşe verdiğimiz kurbanları düşününce ve insanlık da ateş genleriyle yaşadıkça, bunun ilk ya da son olmayacağının farkındayım. Yine de bir son olursa, dilerim o yangın insanı ya da toplum vicdanını değil, “cezasızlık” algısını küle çevirir.
Tüm iyi niyetimle, bir çocuğun sobaya ilk dokunuşunda hissettiği o acıyı bir daha kimsenin yaşamamasını istiyorum. Bu temenniye açılan tek bir kapı var; hesabı peşin sorulmuş boş vermişliği oksijensiz bırakmak. Belki bir miktar içimiz soğur, ne dersiniz?
Kaybettiklerimizin mekânı cennet, yaralılarımızın yarını şifa, sevenlerinin sabrı bol, milletimizin de başı sağ olsun…
***
Değneği saklama çağına girdik!
20 Ocak itibarıyla dünyanın ekseni yerinden oynadı. Biraz dikkatli bakan gözler ABD’nin yeni başkanı Trump’ın dünyayı kendi elindeki bir topaç gibi algıladığını da görmüştür…
İlk icraatları ülkesini Dünya Sağlık Örgütü’nden çıkarmak, Paris İklim Anlaşmasının tarafı olmaktan çekilmek ve Meksika’nın sınır kapısını kilitlemek olan Trump’ın da adı konulmamış bir “Amerika Yüzyılı Projesi” olduğunu söyleyebiliriz sanırım…
Ve projenin baktığı tek ufuk para gibi görünüyor ilk elden. Adamımız bir tüccar ve bu da ikinci icraat dönemi…
Fayda- maliyet hesabı bireysel anayasasının ilk maddesi olacak ki bu doğal. Öyle ya, Demokratların ABD maliyesinde açtığı ciddi bir yara var bir yandan da…
Dünyaya şirin görünmek için vitrinde aktarılan tonlarca fonun arkasında dönen milyar dolarlık silah ve enerji anlaşmaları, gelen/giden dengesini sağlayamamış…
Biden döneminde üç ABD vatandaşından ikisinin gelecek kaygısıyla akli melekelerini yitirdiğini söyleyen araştırma / tespitlerin yuvarlandığı uçurumun kenarında Trump sırıtıyor bu yüzden…
Daha koltuğa oturmadan manipüle ettiği kripto para piyasalarına bakacak olursak, sadece kendi ülkesinin değil dünya nüfusunun da önemli bir bölümünün (cüzdanlarıyla birlikte) bu adamın iki dudağında oyuncak olma ihtimali çok büyük…
Peki, ne yapacağız? Vallahi eskiler güzel söylemiş; “deli deliyi görünce değneğini saklarmış” diye. Belli ki biz de deliliğe vuracağız işi…
Neredeyse yüz yıldır savaş görmemiş nüfusların sağlıklı bir dünya teamülü içinde kalma ihtimali sıfır çünkü. Deliliğin çağı başlamıştır kısacası…
Elon Musk’ın da yeni patronunun yemin töreninde yaptığı o selam işareti Nazi’lere değil, bildiğin (deli deli istilalarla) çağının dünya coğrafyasına çökmüş Romalı lejyonerlere ait olduğuna göre; herkesin gazası mübarek olsun!
***
Karizmatik hastalıklar çağı!
Sanırım en çok duyduğumuz serzeniş şu sıralarda; “Çok acayip bir salgın var”. Bir süredir salgınlar üzerinden saatini kuruyor insanoğlu…
Teslim edersiniz ki “pandemi” denen felaket sadece vücut değil, zihin iklimimizi de yerle yeksan etti…
Travma boyutunda korkularımız, tanımadığımız hastalık eğilimleri ve günün sonunda yaşadığımız her şeyi bir illete ihale etmemiz gerçekliğiyle tanıştık…
Birçok kadim hastalığı yeni isimlerle anmak da bu sürecin bir getirisi oldu. Grip yerine influenza, damar tıkanıklığı yerine emboli, zatürre yerine pnömoni gibi afili isimlerle betimliyoruz bireysel felaketlerimizi…
Neyse, mevsim hastalıkları içinde ilk sırada gelen grip beni de esaslı bir tokatla iki seksen devirince, durumu merak edenlere nasıl anlatacağımı kestiremedim…
“İnfluenzar” oldum dedim bir arkadaşıma. Gülüştük ilkin ama tanımdan çok gelinen kabus noktasına…
Her şeyin afilisini arayan insanın büyük çaresizliğidir; gerçek çaresizliğin önünde lafı çevirerek eğilmek…
Hastayım ve inanın ciddi bir salgın var. Sevdiklerinizi ve kendinizi koruyun lütfen. İnfluenzar (!) olmak çok da menem bir şey değil!
***
Bu şefin ismini vereceğim…
Bir turistik deniz seyrinde tanışmıştık. Seyahat ettiğimiz geminin mutfak şefiydi. O dönemde şeflik sıfatı böyle bol keseden ve çalakalem verilmiyordu…
Bir akşam zarif bir davet verdi üç kişilik. Ben, eşim ve şefimdik. Uzun uzadıya bir sohbet oldu, atalık tohumdan başlayıp, Anadolu mutfak tarihine uzanan. Elbette davetin her yerinden farklı bir lezzet el ediyordu üçlümüze…
Aradan bir zaman geçti. Sonra eşimle profesyonel olarak kesişti yolları. Sonrası da işini iyi yapan bir takım kaptanının devler ligine geçmesiydi…
Başka bir zaman; şimdi bir yıldız gibi parlayan bu şefin kim olduğunu not düşerim. Aile dostum, kadim kardeşim olarak görürüm kendisini. Kat ettiği mesafe benim diyen ustanın alabileceğinden daha hızlı ve uzundur son 15 yılda…
Geçende sevgili kardeşim Bülent Bilgiç’in organize ettiği Türkiye Turizm Tedarik Buluşmasına konuşmacı olarak katıldığım Antalya’da bir başka şef ile tanıştım…
Gazeteci kardeşlerim Semih Köken ve Aşkın Koç elimden tuttuğu gibi götürdü beni Şef Tuncay Gülcü’nün mutfağına. Sitayişle bahsedince kıramadım ikisini de…
“Chayote”, Antalya’nın ünlü “Nirvana Cosmopolitan” otelinin kampusunda bulunan bir şef lokantasıydı. Tuncay şefi ilk gördüğümde yıllar öncesinde bahsettiğim o üç kişilik davete gittim…
Lezzetleri bir araya getiren kökün ve otun peşinde yolculuğa çıkmış bir genç adamdı karşımdaki…
Bildiğimizi sandığımız birçok tabağın öyküsünü yeni baştan notaya döküp senfonikleştiren bir maestroydu…
Kimi zaman yemek seçtiği için aç kalan bir misafirini basit bir atom mezesinden girdiği kapıdan, lokma kokoreç holünü izleyip keşkekli oğlak tandır çıkışına teslim eden bir kılavuzdu…
Uzun uzadıya konuştuk. Kaş’ta üç yıl mekân işlettikten sonra kendini yaylalarda lezzet peşinde bulduğunu, aslında şef masasında olması gereken bir ölümsüzlüğün izini sürdüğünü öğrendim. Ve inandım, bulacak bir gün…
Tuncay Gülcü, yazının girişinde bahsettiğim şefin hakları saklı olarak, ismini verebileceğim ilk şef. Sebat hissini masasına bir gümüş kaşık gibi koyuyor…
Ve inanın vaktinden önce değil, yeterince sonra parlıyor. Şaşkınlığı unuttuğumuz bir çağda şaşırma deneyimine ihtiyacınız olursa, orada işte; gözlüğünün üstünden size bakıyor!
***
Ne abart ne de taşla!
Çok popüler bir konuyu, Pagan inancını konuştuk önceki gece Habertürk ekranında yayınlanan “Başka Meseleler” isimli programda…
Özellikle son zamanlarda tutunabilecek alternatif felsefeler arayan ciddi bir kalabalığın ilgilendiği bir inanç sistemi oldu Paganizm…
Kimi tutkuyla bağlanıyor, kimi de “kötülüğün kıblesi” diye taşlıyor. Herkesin ne düşündüğünden tam olarak emin olmadığının işaretleri bunlar. İfratla tefritin ortasında kalmayı çok sevmem. Neyse…
Ha, tarihçi tarafıma göre dünyanın ilk inanç sistemi olarak tanımlamak gerekse de gerçekte neyi resmettiğini araştırmacı-yazar Erhan Altunay anlattı…
“Pagan inancı, ‘aç kalmadan yaşamak’ fikrini temel alır”. Şaşırdım. Yani ‘bir nevi diyet midir?’ diye düşünmeden edemedim ilk duyduğumda. Değilmiş!
“Dünyanın yaşam döngüsüne ayak uydurmak ve kendinle birlikte onun da devamlılığını sağlamaktır. Bu yüzden doğanın, eşyanın, yaşayan her türün ve insanın hayatına saygı duyar. Bildiğimiz anlamda bir dinden çok, doğurganlığa inanan ve dişiliği yücelten bir felsefedir”…
“Felsefe yapma” denilen coğrafyada doğması ve son bin beş yüz yıldır taşlanmasına rağmen ölmeyen bir fikrin özet tanımıdır bu. Abartmaya da taşlamaya da gerek yok bu haliyle. Ne dersiniz?