Karıncanın ateşi söndürmek için su taşıdığı söylenceyi bilirsiniz. İçinden çıkarılması gereken dersleri saymakla bitmez…
Mesele şu ki son orman yangınlarına kurban verdiğimiz kentlerimiz, ilçelerimiz, köylerimiz ve tarlalarımızda artık bu türden ibret hikâyeleri olmayacak…
Çünkü yangına su taşıyacak karınca da yangının kavurduğu yaşamlar da aramıza dönmemek üzere kavrulup gidiyor…
Dün, üç günlüğüne gittiğim Çanakkale’den ayrıldığımın üstüne birkaç saat geçmeden, muazzam bir yangının kentin farklı noktalarından hayatın tamamına sirayet ettiğini öğrendiğimde İstanbul’a gelmiştim…
Çeşitli sosyal medya kaynaklarından yayınlanan görüntüleri izlediğimde deyim yerindeyse gözümün yaşıyla söndürebileceğim bir otluk bile kalmamıştı…
Yetkililerin açıklaması daha çok kent merkeziyle ilgili olsa da Bayramiç ve farklı ilçelerin köylerinde yaşanan büyük trajedi metrelerce yükselen alevlerin arasında kor oluvermişti…
Çanakkale’de tarım ve arıcılık yapan bir kardeşimden dinlediklerim hakikaten yürek yangınıydı. Yüzlerce insanın onlarca yıllık emeği ve sermayesi ateşe teslim olup, küle dönmüştü…
Yanan arı kovanları, kavrulan kümesler, büyük ve küçükbaş hayvanlar; daha bir sürü kayıp. Ormanın yaşam coğrafyasında bulunan canlıları saymıyorum bile…
Bunları yerine koymanın imkânsızlığını artık hepimiz biliyoruz. Çünkü toprağın bir hafızası var. Kendini yenilemesinin de bir süresi. Ancak ağacın hafızası kökünden söküldüğünde yitip gidiyor. Köylülerin bakıp geçtiğimiz haberlere konu olmanın ötesine geçemeyen eylemlerindeki “ağaçlarımızı sökmeyin, katletmeyin” meselesi de bizzat bu mesele aslında…
Yangınların nasıl çıktığı ya da çıkarıldığı bir şekilde aydınlanacak. Ama bu yangınlardan kimin, nasıl fayda sağladığını takip etmek çok daha önemli bir boyun borcu…
Gideni yerine koyamayacağımızı anladığımızda bizden misliyle mağdur olacak torunlarımızın ahından çıkacak asıl çağ yangını…
Çanakkale yangınına şiddetli rüzgârla yayılan bir afet olarak değil, tüm çağların en kadim topraklarına düşen kıyamet ateşi olarak bakmak lazım…
Kimsenin ders çıkaracağını filan zannetmiyorum ama ateşe el birliğiyle su taşıyan iyi insanlarla, yanan hayvanları sitesinin kapısından sokmayan saf kötülerin bir araya geldiği bir kıyametin fotoğrafı da asılmıştır artık hafıza duvarımıza…
Ülkeyle vatan arasındaki farkı hala ayırt edemeyenimiz varsa Çanakkale’den yükselen büyük ateşe elini yaklaştırsın hele…
Geçmiş olsun. Belli ki olmayacak ama bu son olsun!
***
İbretlik bir araştırma!
Araştırmayı TÜİK yaptı diyorlar ama fark etmez. 90’lı yılların başından bu yana Türkiye’de eşek sayısı yüzde 92 oranında azalmış…
“Bundan bana ne?” diyenler olacaktır ama bir veri olarak arz talep ilişkisini özetleyen önemli bir ipucudur bu araştırma…
Birinci kısmına iyi niyetle bakalım sonuçların. Gelişen teknolojiyle birlikte bu hayvanların sıklıkla kullanıldığı taşıma, ulaştırma, tarım ve çiftçilik gibi alanlarda işlevi neredeyse sıfırlanmış durumda…
Zor zamanların ve satıhların dostu olan eşeklerimizin yerini dört tekerli traktörler, patpatlar ve saire almış…
Hastalıkların vurduğu, barınma ve beslenme gereksiniminin biraz daha zor olduğu zamanlarda başa çıkılması gereken zorluklar, konfor arttıkça vazgeçilir meseleler haline gelmiş. Yani sosyolojik olarak insan talebiyle eşek arzı arasında zamanın ruhunun evrimini gerçekleşmiş…
Yakında zor bulunan bir türe dönüşecek eşekler. Tabi dört ayaklı olanları; affedersiniz…
İkinci ve kötü niyetli kısımda ise tahminler ve iddialar almış başını gidiyor. İnsanın en eski dostlarından sayılan bu hayvanların gıda sektöründe kullanıldığı, özellikle de sakatatlarıyla çok da iş gördüğünü söyleyenler var. Midemiz kalkmadan noktalayalım burada…
Öyle ya da böyle zamanın karesinde sıklıkla görülen bir türü daha doğaya teslim ediyoruz. Üstelik bir hayli eksilterek!
Bir de ağır not; Doksanlı yılların sosyolojik olarak olay yaratan Nokta dergisi kapağındaki adıyla “Eşo Gelin” çeyizini de alıp aramızdan ayrılalı çok olmuş. Utanarak okuduğumuz o haber dosyasından bugüne sapkın yoksunluk da evrim geçirmiş yani…
Her anlamda üzülüp, kaygılanmak gerek bence; haksız mıyım?
***
Fiyat etiketlerine yansır mı?
Pazar tezgahlarında Pos yani kredi kartı tahsil makinesi bulundurma zorunluluğu geliyor…
Peki, bunun fayda maliyet analizi bize ne anlatmaya çalışıyor? Belli ki devlet daha çok sokak perakendesinde gerçekleşen vergi kaçağını sonlandırmanın peşinde…
Bu bir niyettir ve anlaşılabilir. Ama aynı pazar yerlerinde sadece tezgah parası ödeyip, bahçesinden malını pazara taşıyanlar ne yapacak?
Hepimizin bildiği şey sır olamaz. Limon satan öğretmen yalnız değil ki artık. Yanında salatalık soyan mühendis ya da kadro bulamadığı için tezgah tekstiline girişmiş veteriner de var Pazar coğrafyasında…
Hayata tutunabilmek için ek gelir arayan bir sürü vatandaş da ekmeğini arıyor o tezgahlarda ve ekseri çoğunluğu mükellef bile değil…
Hadi diyelim onlar toptan çıktı. Kalan pazarcıların kredi kartı komisyonu ya da farkı almayacağının altını kalın kalemle çizmiş devlet. O komisyonu kim ödeyecek, orası da sır değil…
20 liralık bir ürünü 25 liradan almak durumunda kalacak tüketici. Tamam, vergi kaçağı olmayacak ama verebilen sayısı da azalacak…
Önce Tekel bayi, kuaförler, terziler gibi küçük esnafa getirilen komisyonsuz kredi kartı tahsilatı zorunluluğu, İBAN ödemesi ya da fiyat etiketi farkıyla tüketiciye ihale edilmişti. Bunu hala yaşıyoruz, “Berbere ödeme yapmak için ATM arkeoloğu olduk” diye yakınanlar var sosyal medyada…
Şimdi sıra Pazar tezgahlarında. Elbette fahiş etiketlerle fiş bile vermeden vatandaşın canını yakan ifşa olmalı ama kurunun yanında yanmadan nasıl yaşanacak; o da artık izah meselesidir…
İzahın olmadığı yerde mizah da anlatamıyor artık olup biteni; cümleten yorgunuz vallahi…
***
Not eder misiniz?
Pazartesi sabahı itibarıyla “Gün Başlıyor” Habertürk TV ekranında kaldığı yerden yeni sezona merhaba diyecek. Verdiğim ekran arasında gördüklerimi ajandama not aldım…
Bir özet geçmek gerek ve bunu elbette programda ayrıntılarıyla anlatacağım ama fragmanı da buraya bırakayım; her günümüz bir ötekiyle aynı!
Neyse. Temennim de değişmedi. Umut bu ya; “Gülüşmek üzere”…