12 Dev Adam, muhteşemlikleriyle bir dönem dilimize pelesenk olarak “şerefimizle yenildik” tesellisini güncellemiş oldu. “Ezerek yenilmek” benim için hakikate daha yakın bir durum…
Filede Sultanların, geçtiğimiz hafta İtalya Voleybol Milli Takımına yaşattığı korkunun tamamına yakınını gördüm Alman Milli Basketbol Takımı’nın gözlerinde…
Ve bu manzarayı sevdim. Biliyorum birinci olabilmek için oraya giden basamakların hepsinde bir kez durmak ve durumu özümsemek gerekiyor. Sonrasında gelen şampiyonluk kadar hak edilmiş başka bir şey yok. Şimdilik sondan ikinci basamaktayız ama biliyorum ki, ilke kavuşmamız uzun zaman almayacak…
#resim#1293633#
O değil de Milli Takımın anlı şanlı sponsorları birçok misafiri Riga’daki final maçına götürmek için keseyi de can evini de açtı. Değerli bir jest ve itirazım yok. Fakat millilerimizi taşıyan otobüsün bir Türk bayrağıyla giydirilmesi tüm bu harcamalardan daha mı pahalıya geliyordu…
Dünya tarihine “kırmızı beyaz mürekkebimizle” imzamızı atacakken, sporcularımızın otobüsünün sıradan bir tur otobüsünden farklı olmaması, “haydi be” dedirtti…
Dilerim ben yanılmışımdır. Dilerim gördüğüm fotoğraftaki otobüs sporcularımızı değil, misafirleri taşıyan bir araçtır…
Yoksa spor lobiciliğinde de çıkmamız gereken basamaklar olduğuna inanırım, hem de en aşağıdan başlayarak!
***
Yeşil Vatan için farklı bir öneri…
Yazı geride bıraktık sanıyorum. Travmalarını da öyle olsun umarım. Çünkü yeterince kaygı yaşadık. Yangın, susuzluk, tarımda verim kaybı derken…
Hayırla anılacak takvimler mi azalıyor, ben mi giderek sinameki bir ihtiyar oldum bilmiyorum. Ama geçmişteki yanlışları temize çekmek için “geçmişin gerçekten geçip gitmiş olması” gerekiyor…
Hafta sonu zücaciye fuarındayım. Bir şeylerin gelişimini izlemek gibi takıntım var. Şu sıralarda en büyük hobim de mutfak gereçleri…
Teknolojinin hangi noktaya geldiğini ve hakikaten ciddi bir rekabet pazarının kritik oyuncularından biri olduğumuzu söylememe gerek yok. Her gün yeni bir pişirme tekniğiyle tanıştırıyor bizi ekran şefleri. O değil de…
Ciddi bir ahşap eğilim gördüm teknolojide. Bambu ağacıyla kaplanmış bir tost makinesi de dikkatimi çekti. Dekoratif unsur olarak çekiciydi de, ağacın ya da tahtanın mutfakta kullanımı pratik miydi sahi?
Eski dostlarımdan olan Selman Yar’a bunu soracakken o çok daha başka bir kanaldan girdi lafa. 100 bin fidan bağışlamış Türkiye’min yanan ormanlarının yerine konabilmesi için. Önce tebrik ettim…
Ama mevzuun devamı şaşırtıcı oldu. Yeniden “yeşil vatan” diyorsak artık çam familyasını ya da meyve ağaçlarını bekleyecek süremiz yok. En hızlı yetişen ağaç cinsi Bambu…
Üstelik tek başına yeşillendirmiyor, teknolojide de efektif kullanım pratikleri sağlıyor. Bıçaktan, tabağa, kahve makinesinden dekoratif ayrıntılara her şekilde uyum sağlayabiliyor. Bir yandan da hijyen meselesindeki kullanım kolaylığı da dikkat çekici…
Yine de hepsinden önemlisi “ağaçlandırma” meselesiydi. Orman mühendisi değilim. Ama Selman, farklı; takip ediyor. Ve alternatif olarak sunduğu ağaçlandırma modeli yeşile kavuşmamız için en hızlı yöntemlerden biri olarak geldi bana…
Kadim ağaçları koruyup, yeni nesil ormanları kelleşmiş orman arazilerimizle derhal tanıştırmamız lazım. Betondan önce, iyiden iyiye griye çalmadan hayat!
***
Adaletin tokmağının sesini duyalım!
Sanıyorum yakayı yeniden ele veren bir hırsızdı. Ve eminim ki ilk icraatı falan da değildi. Ama böylesi bir rahatlığı izliyor olmak bile utandırdı beni…
Adam ekip arabasına konmadan önce gazetecilere öpücük gönderdi. Merhum Zeki Müren’e selam söyledi ve son olarak da “yakında görüşmek üzere” diye vedalaştı dışardaki kalabalıkla…
Bir suçluyu, üstelik belli ki rahatlığını tecrübesinden alan bir suçluyu böyle konforlu bir vedayla kodese göndermek de, ne bileyim yani?
Şu “ne yapsam yanıma kar kalır!” rahatlığına daha ne kadar şahitlik edeceğiz? Sokağa çıkacak cesaretimiz tükendiğinde bitecek belki de. Ama bizdeki hukuka sonsuz güven duygusu da tarih olmayacak mı?
Adaletin tokmağının sesini sadece siyasette değil de katalog ya da farklı suç türlerinde de duymayacak mıyız Allah aşkına? Hayata sağır olmadan önce, en azından…
***
Toprağın ses verdiği…
Hafta sonu “Festibağ” organizasyonunun konuşmacıları arasında yer aldım. Amaç, içinde yaşadığımız toprakların ürünleriyle genetik bağlarımızı gözden geçirip, geriye değil ileriye taşımak bu girişimde…
Şimdilik sponsorları ağırlıklı olarak üzüm üzerine çalıştığı için bu kadim meyveyle ilgili bağcılık ve üretim tarihini gündeme taşıyorlar…
Bunu yaparken de misal, üzümün yaprağından koruğuna yaygın olarak kullanıldığı Tokat ilini kerteriz alıyorlar. Amaç yurt sathında bilinen bir marka organizasyonuna imza atıp, “ Start-up” denilen girişimciliğe kaynak sağlayabilmek…
Sohbeti yöneten Levon Bağış iyi bir içecek uzmanı. Aynı zamanda meraklı bir tarihçi de. Haklı olarak soruyor; “1500 yıl Roma imparatorluğunu yönetmiş bir başkentin yerlileri olmayı telaffuz etmekten ve bu kültürün bize verdiği nimetlerden neden bu kadar uzak durmayı tercih ediyoruz?”…
Yanıtı ansiklopedi dolduracak kadar geniş bir hacimde bu sorunun. Kendi tarihiyle barışan her toplum bunu başardı ya da başaracak. Bizim de biraz daha zamana ihtiyacımız var…
Ama bu zamanı eskiyle ve bizim olanla kucaklaşarak geçirirsek, dünya yiyecek- içecek tarihinin başat topraklarından birinde yaşadığımızı anlayacak ve anlatacağız…
İşte o gün güzel ülkem, kendini ifade eden en güzel fotoğrafı koyacak dünyalılar albümüne. “Festibağ” gibi girişimlerin çoğalması dileğiyle…