Öyle bir zaman gelir ki kalemin yazamadığını tarihin kendisi yazar. Bu yüzden küçük molalarla tarihin sıklıkla meydana getirdiği ironileri doğru okumak ya da sözü ona bırakmak gerekiyor…
Teslim edersiniz ki zaten içeriği gereği çoğunlukla “matem ayı” olarak tanımlanan Kasım’ın en zor haftasını geride bıraktık…
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kaybının 72’inci yılına denk gelen anmaların kederli ruhunun hemen akabinde 20 Kahraman Şehidimizin elim bir uçak kazasıyla kaybına kahrolduk milletçe…
İşte o an kalem susar kalp konuşur. Klavye çalışmaz vicdan düşer tarihe notunu. Geleneklerimizdeki yas anlayışı da duygularımızı suskunluğun derin alfabesine teslim edip küçük harflerle dertleşmektir…
***
Geride bıraktığımız haftayı tam da bu haleti ruhiye içinde tamamlarken, hafta sonu yaşanan bir zehirlenme faciası ne tat ne de yaşama lezzeti bıraktı havsalamızda. Hal böyleyken çok farklı mecralarda cümle kurmak yerine bir parça tarihin penceresinden görünen manzaraya teslim ettik kendimizi…
Türkiye coğrafyasında yaşayan her insanın kimi zaman kendine sakladığı bir keder ve romantizmi olduğunu düşünürüm. Yüzlerce medeniyetin toprağa bıraktığı genetik izlerimizden gelen mirastır bu…
Bizde bayram hakkıyla kutlanır, yas hakkıyla tutulur. Tüm bunları yaparken yaşamın sürdürebilirliğine de rengimizi iyiden iyiye bozmadan devam etmek zorunda kalırız…
O devamlılık içinde yer alan birkaç notu, haddimizi aşmadan bu sayfaya düşerek; yorumları ortak fikrimizin zenginliğine bırakmak istiyorum…
***
Siyasetin ülkedeki hızından azade olarak sıradan bir memlekette on yılları alacak gelişmelerin 24 saat içine sığdırılmış haliyle bir kopuş yaşasak, nerede kaldığımızı unutacağımızı iddia ederim hep…
Son iki haftadır yeşil sahalara “yasadışı gelir organizasyonu” öznesinde düşen kara lekeyi, lisanssız oynanan kaçak maçı, şike de diyebileceğimiz bahis ofsaydını unutmak olmaz…
Bu konuda başta hukuk olmak üzere devletin tüm birimlerinin oyuna girip 90 dakikayı uzatmalarla da olsa en sağlıklı şekilde noktalaması gerekiyor…
İşin deplasmanı, yani dünya sahalarını da içeren boyutları ortaya çıkarıldığında, kirlenmenin sadece sahalarımızda yaşanmadığı anlaşılacak ama biz kendi çimlerimizi budamak durumundayız…
Bu işin “dokunulmazları” filan yok, olmamalı da. Hükmen mağlubiyet algısının üstünü çizerek bu meselenin tek kazananı Türk sporu ve futbolu olmalı…
Tabelası temiz bir futbol oyununu, ayak oyunsuz ve “futbolun sadece futbol olarak” idraki sonunda tüm tribünlerin ayakta alkışlayacağını biliyoruz. Bize bunun gururu yeter; çünkü şerefli mağlubiyetlerin ülkesi değiliz artık...
***
Devletin halkını ve genel toplumu koruyucu politikalarını güncellediğini ve bunun için çok ciddi bir gayret sarf ettiğini bilenlerdenim…
Misal, halk sağlığı akıncı konulardan biri bana göre. Buradan hareketle kadim ve kıdemli geleneklerimizden olan “sokak lezzetleri” artık uluslararası tüm gastronomi otoritelerinin kabulü içinde yer alıyor. Bu noktaya kolay gelinmedi ama…
Öncelikle dünya tarihinin önemli bir diliminde mutfak kültürüne yön vermiş lezzetlerimiz coğrafik ürün işaretlerinden başlayarak, pişirme tekniklerine kadar tescillenmiş durumda…
Bugün şef ve aşçı arasındaki anlam ayrılığını kaldıran her gelişme ortak bir ufka bakmanın sonucu. Ne bu topraklarının cağ kebabından ayağa dikilmiş döner lezzetini, ne ilk mayasını bu topraklarda almış tandır ekmeğini, ne gelişimine yüz yıllar harcanmış baklavamızı ne de göçerlerin at üstünde yolculuk ederken sürtünerek pişen pastırmasını kimseye teslim edemeyiz…
Bu kadar iddialı bir noktada ülkemize ağzını tatlandırmaya gelen misafirlere ekmek içiyle ölümü tattırmak ne ola ki?
Biri neredeyse bebek iki çocuğun ve annelerinin vefatıyla biten sokak lezzeti trajedisini gel de önce kendine izah et…
Oburluk ruha işlediği andan ölümcül günahlar arasına girer. Sosyal medyadan başlayıp hayatımızın ortasına çöreklenen “mutfak kaosuna” bir de fırsatçılık semirmesini eklersek, unut gitsin. Ne tadı kalır ağzın, ne de tuzu denizin…
Mutfağımızı temizlemenin vaktidir. Ağır bir trajedinin buna neden olması da çok manidar bir derstir…
***
2026’ya ismini veren “Aile Yılı” önümüzdeki ay son buluyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının üzerine dikkatle eğildiği nüfus ve evlilik sorunu bu yıl bir nebze de olsa teşviklerle yükü hafiflemiş bir kamyon olabildi…
Hakkını teslim edelim, bürokratlardan teknokratlara kadar hemen her yetkili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da telkinlerini dikkate alarak “evlilik kurumunu” çekim alanının içine sokmaya çalıştı. Çeyiz yardımlarından tutun da teşvik ödeneklerine kadar. Ancak sonucun tatminkâr olduğu dile getirilemedi bir türlü…
Önceki gün “SADE’CE” isimli programımızda Habertürk ekranına taşıdığımız bu konu üzerinde vardığımız ortak karar “Evlilik” müessesesi ile “Çocuk yapma” motivasyonunu ayrı alanlarda değerlendirmek oldu…
Çünkü istatistiklere göre geç de olsa evliliği düşünen yüzde 80’lık bir kesim konu çocuk yapmak meselesine gelince yarı yarıya referans kaybına uğruyor…
Evlilik, toplumun ananeleri içinde yer alırken doğum meselesi bir parça geleneklerden ayrışmış durumda. Araştırmalara göre bunun en büyük nedeni de ekonomik görünüyor…
Eğer yeni yıla bir sıfat takmadıysak, geleceği garanti altına alınacak yeni bir kuşak için “Doğum Yılı” önerisini açıyorum münazara masasına…
İkna olmaya hazır anne- baba adaylarına ufku aydınlık bir fragman göstererek başlarız uzun metrajı yaşatmaya. Yoksa hakikaten yaşlanmakla kalmayıp, azalıyoruz da. Hadi bir yıl ve bir şans daha!
***
The Economist dergisinin tartışmalı kapağı yayınlandı. 2026 için kehanetlere bakacak olursak o alıştığımız kürenin içinde çok ciddi bir iç içe geçme halinin olduğunu görüyoruz…
Üç ayrı aydının çözümlemeye çalıştığı kehanetlerin üstünde buluştuğu birkaç gerçek var. Yine fazla rüzgârlı bir Trump yılı olacak, dünyanın iki yakasından tutan iki ayrı savaş söz konusu (ki biri ticari) ve son olarak da kürede uçuşan altı kırmızı balon, altı ayrı kritik gelişmenin habercisi…
#resim#1313412#
Balonları severim ama şunu da kabul edelim ki önümüzü görmek için ille de bir kriptoloji ya da sembol uzmanı olmak gerekmiyor…
Benim gördüğüm kadarıyla insan nüfusunun giderek azaldığı kapakta anlatılmak istenen öngörülemez bir gelecekte karma bir kıyameti ellerimizle dizayn ettiğimiz. Gerisi sadece illüstrasyon, kalanı sadece illüzyon…