Ötekileştirdiğimiz gündemin vicdanla ilgili bir sınavdan geçtiği düşüncesindeyim. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyip, neden ve niçin sorularını birkaç kelam öteye erteleyerek anlatmaya çalışayım, iyisi mi?
Minguzzi davası ya da misal, geçtiğimiz günlerde Edremit’te gerçekleşen firari kıyımı ve yahut da minik Narin’in katledilmesi; kendini kötüden ve vicdansızdan azade tutmak isteyen iyilerin namus meselesi olurken, bu duruşa karşı delil geliştiren bir başka kesim de yaşananları farklı bir teraziden geçirerek, konunun abartıldığını dile getiriyor...
Mattia Ahmet Minguzzizzzz
“Böyle bir şey olabilir mi?” sorusundan ziyade, insanın günahla olan ilişkisi üzerine fikri bir kazı yapmak gerekiyor kanımca…
Aslında hepimizin gözü önünde cereyan eden bu karşıt “haklılık” duygusu insanın varoluş anından bu yana değişmeyen paradoksun güncellenmiş hali sadece…
Ve sahi; herkesin haklı, herkesin iyi, herkesin doğru olduğu bir dünya “hakikatin” neresinde durur sizce?
Narin GüranYanıt, ruhumuza rehber edineceğimiz saf erdemin kendini nerede gizlediğini bulabilmektedir. Kutsal kelamlarda mı, hukukun can evinde mi, bilgelerin mesellerinde mi yoksa kalbin süveydasında mı?
Bu saydıklarımın hepsini birer kutu olarak düşünürsek; top yekûnun içinde iyi ile kötü savaşının asri ajandası durur. Okuyabilen için tabii…
“Oku” işte bu yüzden kılavuz telkindir.
***
Topluma mal olan tüm trajedilerin kökenine inerseniz, tarihte çok fazla benzeşe denk gelirsiniz. İnsanlık tarihi sanıldığı kadar kusurlu ya da kusursuz değildir…
Bugün mevcut yasaların ve yasakların inşasında kullanılan ilk mürekkebin kan olması da tesadüf olamaz değil mi?
Teoloji ve mitolojiyle ilgisi olanlar için ilk günahkârın kim olduğunu, ilk cinayeti kimin işlediğini hatırlatmak kâfidir sanırım. Neredeyse günümüze aktarılan bütün mitlerin/ söylencelerin/ efsanelerin insan eksenindeki ana öyküsü birbirine benzer çünkü. Ve konu insan olunca günah da sevap da kimi zaman el ele yürüdükleri bir patikanın üstünde bırakır ayak izlerini…
Bugün “kardeş kardeşi öldürür mü?” sorusundaki şaşkınlığı giderecek en kadim örnek, insan fıtratının tarihsel hikâyesinin içinde öylece durur. Evlatlarını canlı yiyen titanların gerekçeleri ve hakkı olmayana fütursuzca girenlerin oburluğu da öyle…
İşte bu türden iklimlerde ve “Yaradan dilinin” kullanıldığı tüm metinlerde neden-sonuç ilişkisi olması gereken erdeme bağlandığı için insan inanca sıkı sıkıya tutunur…
Varılacak hakikatte iyiliğin nefesini hissedeceğine inanır. Neslin devamlılığını iyilik sağlamıştır ki, ne mutlu; o da tarihte yazar…
***
Bu arada toplumsal “güvende değilim” histerisinin geldiği noktayı “dün başlamış gibi” tanımlamak kimi rahatlatır bilemem?
Ama bu mesele tarihe sınır bilgilerini bırakmış her medeniyette en acımasız şekilleriyle kendini tekrar eder durur…
Fark ediyorsunuzdur; iyi ile kötünün savaşında vardığımız son nokta, iletişimin kolaylaşması eliyle bize giderek en vahşi yüzünü gösteriyor her gün…
Oysa okuduklarımız, izlediklerimiz, duyduklarımız ve hatta şahit olduklarımız bundan binlerce yıl önce yaşamış insanın ata genlerinde de var…
Çok uzağa değil, bir inanç merkezi olarak dünden yarına ismini yazdıran “Göbeklitepe” kültünün taban toprağına giderseniz rastlarsınız kanın izine. Neyse…
***
Bakın, “Biz ne zaman bu kadar canavarlaştık?” sorusunun şimdiki insandan önce milyonlarca ağızdan çıktığını rahatlıkla söyleyebilirim bir tarihçi olarak. Ve “yaratılmışların en şereflisi” sıfatıyla gönendirilen insanın, kendi içinden çıkardığı kendi celladını “tanımıyormuş gibi” yapmasının da bu sıfatla çelişmek olduğuna yemin edebilirim…
Medeniyetlerin intiharını önce bireyler, giderek toplum ve sonrasında resmi tarih kolaylaştırmıştır. Oysa bugün toprak dile gelip konuşsa, sıklıkla gömlek değiştiren zalimliğimizin üstünü, biz evlatları adına daha fazla utanmamak için örterek gizlediğini itiraf eder…
İnsan bu yüzden Gayyayı “Toprak Ana” diye tarif eder tarih boyu. Evlatlarının ahlaki sapmalarını görüp, analık içgüdüsüyle bunu gizleyen delil karartıcı bir kuyudur çünkü Gayyanınki.
Ve yaratılmışlara verdiği her hasat aslında yeni bir başlangıç için bir şanstır öte yandan. Ama gel gör ki her hasadın ömrü son lokma kursaktan geçene kadardır…
***
Nihayetinde sanırım “nasıl bir döneme denk geldim?” sorusunu sormadan önce, mümkünse “döneme rağmen kendimi nasıl temiz tutabilirim?” merakının üstüne gitmek daha samimi olacaktır…
Metaforla anlatmaya çabalarsak; dönemler değişirmiş gibi görünen aynalardır aslında. İç bükey ya da tam tersi; odağında sadece olup biten vardır. Şekli değişse de kendisi değişmez tarihin. Aynanın gümüş sırrı dökülünce, kalan camın ardında da insan yaşadığı âlemi görecektir. İçinde olmadığını iddia edip, içine doğduğunu inkâr ettiği kendi dünyasını yani…
Felsefenin sokaklarından çıkıp kentin, ülkenin ya da dünyanın sokaklarına girdiğimiz an bizi şaşırtan modern(!) manzara, aslında gen hafızamıza kazınmış dünümüzle yüzleşmenin fotoğrafıdır...
Ona derinlemesine baktığımızda bu şaşkınlık duygusu tanışıklık duygusuna bırakır yerini ve anlarız ki, “değiştirmeye çalışanlardan başka” değişen bir şey yoktur, ilk andan bu lahzaya…
***
Biz saati herkesin iyiliği için kuran tarafta yerimizi almalıyız. Çünkü saf iyiliği düşünen bir yüce aklın varlığını da inkâr etmez, edemez tarih…
Sonradan edinilse bile hakikatli bir vicdan, heybemizde bizimle yol alacak yegâne mücevherdir!