Turizm Restoran Yatırımcıları ve Gastronomi İşletmecileri Derneği Başkanı Sayın Kaya Demirer sanırım bugüne kadar gerçekleşen en talihsiz demeçlerden birini vermiş…
Restoran fiyatlarından şikayet eden tüketiciye “Marketten yüksek fiyatla alırken sesi çıkmıyor ama restoranda hesap öderken itiraz ediyor”…
Sözün manşeti bu ama Ekonomi gazetesinin manşete çıkardığı başlık çok daha manidar; “Hesaba İtiraza ‘İtiraz’ Var”…
Bir doğruyu yanlış kelime dilimiyle yerle yeksan edebilirsiniz. Demirer’in yaptığı da tam böyle bir şey…
Kendisi de yüksek maliyetten şikâyetçi olan (ve kimi esnafça bu mazeretle normalin rayından çıkan adisyonlara imza atan) sektör hakikatin rayından ayrılmış durumda…
Bu orta kısa vadede toplumun kısmen dışarıda para harcayan kesimini de küstürebilecek bir gerçeklik…
“Biz bu erozyon sürecini müşterilerimizle atlatacağız, acıyı eşit ağırlıklı olarak üstleneceğiz” önermesinin önüne bu beyanı koymak dedim ya, hakikaten talihsizlik olmuş…
Misal, sayın başkan “durumun farkında olduklarından başlayarak, sektör içi kontrollerle işi özdenetim mekanizmasıyla tatlıya bağlayacaklarını” söyleyebilirdi…
Ama sanırım kendisi de diğer sektör temsilcileri gibi kulağının üstüne yatmayı tercih etmiş. E, bu durumda tek taraflı bir özveri beklemek mümkün değil…
Bir de “hangi ürünü nereden ucuza temin edebilirim konusunda ihtisas yapmış market müşterisinin” varlığından bihaber olma durumu var ki, orası hepten sorunlu…
Hazır sektörün geleceğini masaya yatıracak bir organizasyona imza atmak üzereyken, meselenin bu kısmının da tekrar gözden geçirilmesi fırsatı kaçırılmaz umarım…
Yoksa hesap- müşteri ilişkisi kimsenin hesap edemeyeceği oranda tarihe karışacak. Ve bir süre sonra tümden kepenk indiren bir sektörün geleceğinden bahsetmek de öyle…
***
Serpmeyin gitsin yahu!
Konu yemek meselesinden açılmışken sanırım yatırımcıların üzerinde düşünmesi gereken kalemler de netleşecektir…
Misal; şu serpme kahvaltı, açık büfe menü, her şey dahil sistem ve saire gibi modası da performansı da geçmiş akımlar sayabildiklerimden bir kaçı…
Gıdada temel ihtiyaç maddelerine ve kaliteye erişim güçleştikçe ve dünya “sıfır atık” politikasında uzlaşma sağlamışken fırsat bu fırsattır…
Fayda-maliyet analizinden maliyet-performans noktasına sürüklenen bir iktisadi gerçeklik içinde herkes için kaybın minimize edilmesi gerekiyor…
Belki böylece sıklıkla şikayet edilen ve artık üstü kapalı lanet gören bu ağırlıklardan da kurtulmuş olur sektör…
Azımsanmayacak bir kesime göre ne turizme, ne gastronomi gelişimine ne de mutfak trafiğine milim faydası olmayan bu akımlardan kurtulmak, ayakları bağlayan prangalardan da kurtulmak anlamına gelir…
Bence Gastronomi öznesindeki tüm sivil toplum kuruluşlarının orijinalliği bizzat kendi coğrafik ürünleri üzerine inşa etmesi, bunu yaparken de tasarruf modellemelerini geliştirmesi kaçınılmaz artık…
Çıkan sonuç, orta vadede sadece “bilmem ne listesinin ilk 100 sırasında kendine birkaç maddeyle yer bulan” kadim lezzetlerimizi artık hak ettiği “taşa kök salmış dünya lezzetleri” statüsüne taşımak olacaktır…
Birileri başlasın yeter. Dünya yeni tatlar ararken, nelere geç kaldığını bir hayli hızlı idrak ediyor modern zamanda. Nokta!
***
Önce ehlileşmek ve evcilleşmek lazım…
Devlet giderek zayıflayan aile kurma isteği ve aile birliğini yeniden inşa edebilmek için evlilik öncesi çiftleri “psikososyal” testten geçirerek, buna göre bir ehliyet oluşturma kararı verdi…
Özet geçersek; araba kullanmak için nasıl ki ehliyet gerekiyorsa, evlenebilmek için de benzer bir vesikanın sahibi olmak durumunda kalacaksınız…
Peki, “ehil” kavramını tam olarak belirleyecek hakem ya da öğretmen kim olacak? Asıl sorun da bu…
Birkaç seçenek var. İşi sadece psikolojik- sosyolojik boyutla irdeleyeceksek ehliyeti de psikolog ya da sosyologlardan alacağız. İyi de onların yetkin olup olmadığına kim karar verecek?
Boşanma istatistiklerinden hareketle kendi söküğünü dikemeyen terziler arasında sayabiliriz bu sektörün çok ciddi bir kalabalığını…
Bir diğer seçenek, mutlu evlilikte birkaç on yılı tamamlamış yaşam koçları devreye girmesi olabilir ama mutluluk tanımı da anayasal kesinlik taşıyan bir prensipler bütünü değil ki. Seni mutlu eden bir diğerini mutsuz edebiliyor sonuçta…
Diğer seçenekleri sayıp da akılları iyiden iyiye karıştırmaya gerek yok. Elbette evlilik öncesi nasıl kan testlerinden geçmiyorsa psikolojik testlerden geçer not almanın da büyük yararı var. Ama sorunun çözümünün bu yararla ilgisi yok…
Bana göre öncelikle insanları bu kurumdan uzaklaştıran gerçekleri mercek altına almak lazım. Sürdürülemez ekonomik istikrar, çürümeye yüz tutmuş geleneksel yapı, genetik izlerin gelecek izleriyle örtüşmemesi ve artık alışıldık hale gelen “yüzyıllık yalnızlıklar”…
Bu paradoksun içinde hepsini pas geçerek veren ehliyetin sahibini kaza yapmaktan koruması mümkün değil…
Kimse kusura bakmasın yola çıkarken önce ehlileşme sonra da evcilleşme gerekiyor. Ve bu iki unsuru da sağlayacak motivasyon…
Bunlar yoksa “mutlu evlilik” filan da yok; kendimizi kandırmayalım!
***
Yerine koyacak kimse yok ki…
İçinde bulunduğum kuşak romantizmi fotoroman ya da Yeşilçam klasiklerinden, macera ruhu ve cesareti de çizgi roman ve mürekkepten kahramanlardan öğrendi. Bu yüzden duygusallıkta hiçbir kuşağa benzemeyiz…
Neyse. Ben çizgi roman meselesinde ağırlıklı olarak “Alaska” serisini takip ederdim. Gerçeğe ve ehlileşmemiş felsefeye daha yakın durur, hikâyelerinde de fanteziye filan kaçmazdı. Vurulan ölür, hayatta kalan yürümeye devam ederdi…
Alaska’nın kahramanı Ken Parker’dı. Hatları keskin, saçları sarı bir kovboy diyelim hadi. Yakışıklıydı ve benzeri de yoktu sanki…
Yıllar sonra biraz daha dikkatli bakınca Parker’ın genel hatlarını aktör Robert Redford’dan esinlendiğine aydım…
Sonrası da sıkı bir Redford takipçiliği oldu. Dünya bağımsız sinemasına “Sundance Film Festivali” gibi çok önemli bir alternatif kazandıran bu büyük aktör yönettiği ve oynadığı hiçbir eserde boş yapmadı…
“Sıradan İnsanlar” olarak dilimize çevrilen filmiyle 1980 senesinde almadık ödül bırakmayan Robert Redford, daha sonraki filmografisiyle hayatımıza girdiği Western filmlerinden iyiden iyiye sıyrıldı…
Alaska bir süre sonra amel defterini kapatırken, Redford her adımıyla ölümsüzlüğe yol alıyordu…
Fiziki ölümü dün gerçekleşti Robert Redford’un. Kendisiyle özdeşleşen Utah Dağlarındaki evinde ve huzur içinde. Bu gidişle sevenlerinin de bir yanının öldüğünden eminim…
Yerine koyacak bir başkasını bulamayacağımız bir ismi kaybetti dünya. Yerinden oynamayacak bir kaya parçasını da kazandı tarih. Artık hangisi ruhunu daha aziz kılar bu tanımların, bilemiyorum?
Ama uzun süre sonra gidişiyle ağlatan belki de son kovboya el sallıyorum; Ken Parker’la birlikte, gençliğimin herhangi bir tepesinden…