Haberi okuduğumda tatlı bir tebessüm belirdi yüzümde. Avrupa’nın önemli başkentlerinden Helsinki’de trafik kaynaklı ölüm oranı sıfırlanmıştı…
Özet geçersek; kentin değiştirilen yol ve peyzaj yapısıyla ölümlü kazalara neden olan hız sınırı ciddi oranda düşürülmüş, sürücü ve yayalara kısmen karmaşık gelen bu yapıda maksimum dikkat etme zorunluluğu doğmuştu…
Hız sınırı ve radar cezaları memleketin en çok konuştuğumuz konularından biri oldu geçtiğimiz birkaç aydır. Bu konuda İçişleri Bakanlığı’nın ağır cezalarla ıslah çalışması eleştiri de aldı kısmen haklı olarak…
Neredeyse her yıl bir kasaba nüfusunu kaybettiğimiz trafik belasından korku motivasyonuyla kurtulmak en azından geçer bir yöntem olmuştu ama kurunun yanında yanan yaşları da saymazsak…
İşi “Yeni Bacasız Sanayimiz” olarak niteleyen şakacıları bir kenara bırakırsak, trafikte can kayıplarını engellemek sadece makbuz eliyle mümkün olabilir mi sizce?
Bence hayır. Çünkü her ne kadar hız kaynaklı kazalar azalsa da farklı kaynaklı cezalar astronomik ölçüde patladı. Üstelik istatistiklerde cezai işlem uygulanan kişi sayısında elle tutulur bir azalma görünmüyor. Peki, ne yapacağız?
Belli ki bu sadece bir bakanlığın himayesinde yoluna giremeyecek kadar komplike bir iş. Bir devlet politikası üretmek ve bunu şehir planlamacılarına kadar uzanan liyakatli bir konsorsiyuma teslim etmek gerekiyor…
Böylece sıkışıklığıyla ömrümüzü yiyen trafiğin kazayla ömrümüzü sonlandırmasının önüne bir ihtimal geçilebilir...
Eğitimle başlayıp şehircilikle devam eden, içişlerinin öncülüğünde içine adaleti de yerleştiren, ulaştırma ve alt yapı kaynaklarını kullanıp belediyelere de salahiyet veren “toplu bir ıslah politikası” mutlu sona en yakın mesafede yerini alır…
Belki bir Helsinki olamayız ama yaya yolundaki insana korna çalan motosiklet sürücüsüne, ya da engelli rampasına park eden bir canlı türüne de saydırıp günaha girmeyiz. Muktedirlik dayanışma ve bu kolektife inançla başlar ve öyle de devam eder. Nokta!
***
Biberi onlar yedi acısı bize kaldı!
Hatırlıyorum. Yıllar önce bir Hatay belgeseli çekerken keşfettiğim Samandağ biberi ile ciddi bir kilo vermişliğim oldu…
Sonra durumu fırsata çevirenler fotoğraflarımı filan kopyalayarak, “Mesut Yar bu biberle falanca kilo verdi” diye işin ticaretini yapmışlardı…
Onlarca dava açmama rağmen o zaman merdiven altı olarak nitelediğimiz sektörün biberin tatlısını yedi acısı bize kaldı…
Milyonlarca lira kazandılar ama dönemin kanunlarında tüm boşlukları bildikleri için kaybeden ben ve sahtekârların mağdurları oldu…
Neden sonra, Samandağ Biberi pazarlara kadar düştü. Özelliği ve mucizesi yetiştiği sahilin suyu ve rüzgârından kaynaklanan bu güzelim biber memleketin her tarafında üretilince niteliklerini kaybetti…
Büyük şubat depreminden sonra Samandağlı üretici bırakın eski hacmini onda biri kadar bile üretemedi biberi. Ama hangi tezgâha sorsak, biber Samandağ kökenliydi…
Yıllar içinde tüketmeyi bıraktığım biber geçenlerde bir et lokantasının tabağında çıktı karşıma. Acısı hariç kendisine ait hiçbir orijinal rayihası kalmamıştı…
Bir de tezgâhta zaten pahalı olan diğer biberlerin üç misli fiyatına satılıyordu. Diyeceğim o ki popüler kıldığımız her şeyi fırsatçıların eliyle olmadık değere çıkarmak sonra değerinin tamamını yok etmek meselesinde ustalaşmıştık…
Bir efsane daha tarihe karıştı. Hayatımı değiştiren biberin o güzelim rayihası da hafızalarda kaldı sadece…
Kim bilir Samandağ Biberi gibi ne çok değerimizi tarihe uğurlamak ellerimizle yok etmeyi başardık?
Şimdi diyoruz ya “hiçbir şeyin eski tadı kalmadı” diye; eh işte bunu tam olarak biz yaptık. Popülizmin arsızlığına kurban verdiğimiz “unutulup gidenlere” saygıyla…
***
Memlekette yer mi yok?
Ekranda seyredecek bir şey bulamayınca ister istemez magazin programlarına sarıyor insan. Çok hazzettiğim söylenemez ama şöhretli hayatların nasıl yaşandığına olan ilgi hiç bitmiyor insan türünde…
Fakat farkında olduğum bir detay sizin de ilginizi çekti mi bilmem? Malum Bodrum, Alaçatı ve Göcek üçgeninde devam eden ünlülerin yaz maceraları hep aynı mekânlarla mı sınırlı?
Aynı iskeleden denize atlayan farklı şöhretler, aynı koya demirleyen teknelerdeki değişik ünlüler, aynı restoranlardan fabrika bandından çıkar gibi çıkıp demeç veren envaı çeşitte oyuncular…
Bildiğim kadarıyla bu yıl Antalya turist rekoru kırdı. Yazı Kapadokya ve Doğu turlarıyla geçirmeyi tercih eden çok sayıda ünlü var. Kimileri Karadeniz yaylalarında ev kiralayıp tarım hobisine bile girmiş…
Biraz da oralara göz atıp memleketin magazin coğrafyasını Ege’ye sıkıştırmasak mı artık? Malumunuz bu kısırlıktan doğan astronomik fiyatlarla bırakın sıradan insanı ünlünün bile baş etmesi mümkün değil. O yüzden gördüğümüz karakterlerin hepsinin bir sponsoru olmak durumunda. E, nerede kaldı samimiyet?
Magazini bu fasit daire içinden çıkaran arkadaşlar hem izleyiciye hem de memlekete büyük bir jest yapıp, farklı zenginliklerimizin de kapısını aralayacaklar. “Kim kiminle?” sorusu baydı artık vallahi, en azından “nerede?” ye bir el atsak diyorum…
***
Bilgi serinliktir…
Sıcak yaz günlerinde fikriyatımızı serinletecek enfes bir kitap okuruyla buluştu. Bu eseri sadece bir kitap olarak değil, bir kimlik sağlaması olarak da görüyorum aslında ben…
Yaşayıp yaşamadığı hala tartışılan, kör oluşundan, İzmirli oluşuna kadar bir çok bilineni aslında bilinmeyen olan Antik çağların en büyük anlatıcısı Homeros, tarihin heybesindeki bütün soru işaretleriyle kendini tanımaya ve tanıtmaya adımını attı…
İlyada ve Odysseia destanlarının anlatıcısı Homeros’u, uzun yıllardan bu yana iki eserde de adı geçen Troya Antik Kentinin kazı başkanlığını yapan Arkeolog ve yazar Prof. Dr. Rüstem Aslan kaleme aldı…
“Yeni Başlayanlar İçin Homeros” isimli kitap çok da hoş bir fragmanla okuruyla buluştu. Teknik bir dilden ziyade Homeros gibi ebedi bir dille Kör Ozan’ı anlatan bu kitap mevcut yazımızın en serin rüzgârını estirecek bana göre…
Bilgi serinliktir, hep yaşa Homeros!