Zirvedeki yürüyüş rotası Türkiye'den
İngiltere merkezli ünlü dergi Time Out, dünyanın en etkileyici yürüyüş rotalarını sıraladığı listenin zirvesine Türkiye'den bir yer koydu.
Time Out dünyanın en muhteşem yürüyüş rotalarının bir listesini hazırladı.Bu tip manzaraları genelde bilgisayarların ekran koruyucularında ya da bazı doğa aşığı arkadaşlarınızın sosyal medya hesaplarını gezerken görürsünüz. Time Out'un hazırladığı listedeki yürüyüş rotalarının her biri, mutlaka yapılması gerekenler listenize girmesi gereken türden bir deneyim.
Listenin ilk sırası Fethiye'den
Time Out, Fethiye’den başlayıp Antalya’nın Konyaaltı ilçesine kadar uzanan, sarp yamaçlarıyla ünlü 540 kilometrelik Likya Yolu'nu listenin bir numarasına yerleştirmiş.Antik kalıntılara lagünlerin eşlik ettiği dünyanın en muhteşem manzaralı yürüyüş parkuru olarak tanımlanan Likya Yolu; UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Xanthos ve Letoon antik şehirleri de dahil olmak üzere 25 farklı tarihi bölgeden geçiyor ve tamamlanması yaklaşık bir ay sürüyor.
Likya Yolu nerede?
Likya Yolu Tekke yarımadası boyunca, Fethiye ile Antalya arasında bulunuyor. Son derece yüksek bir kültür düzeyine sahip olan Likyalılar, Geç Tunç Çağından Roma İmparatorluğunun sonlarına kadar bölgede yaşamışlar. Perslerin ve Büyük İskender’in hükmü altında yaşamış, Yunan kültüründen etkilenmiş ve bir süre Roma şehri olarak var olmuşlar. Likyalılar, Bizans Hristiyanları gelene dek bölgede derin izler bırakmışlar.
Likya Yolu'nu yürümek 1 ay sürüyor
Yaklaşık 550 kilometre süren yolu tek seferde yürümek ortalama olarak 29 gün sürüyor. Çok kolay bir yol değil. Kulağa yorucu geliyor, değil mi? Bu yüzden de tek seferde yürümek pek tercih edilmiyor.Neyse ki yol boyunca kalaylıkla erişim sağlayabileceğiniz sayısız plaj ve bolca güneş ışığı ve deniz var. İster tüm gün güneşin koynunda yatmanın peşinde bir sahilci olun, isterseniz doğanın bağrından kopup gelmiş bir maceracı; burada herkes için bir şeyler var.
Likya Yolu'nu ilk kim yürüdü?
Fethiye’den başlayıp Antalya’nın Beldibi beldesine kadar uzanan bu yol, antik zamanda bölgede yaşamış Likya Uygarlığı sebebiyle bu ismi almış. Teke Yarımadası’nda konumlanan yolun kuzeyinde Burdur’un Gölhisar ilçesi, güneyinde pırıl pırıl Akdeniz, batısında Muğla’nın Köyceğiz ilçesi ve doğusunda Antalya’nın merkezi yer alıyor. Likya Yolu ilk olarak 1999’da, İngiliz bir turist olan Kate Clow tarafından yürünmüş. Günümüze de hala taşınan, işaretlediği noktalar sayesinde kaybolma olasılığımız azalıyor.
Likya Yolu nereden başlayıp nerede bitiyor?
Dünyanın en uzun yürüyüş parkurlarından biri olan Likya Yolu'nda yürümek için çok sayıda rotadan birini seçebilirsiniz. Fethiye’den başlayarak verilen rota, tersten de başlanabiliyor, şu şekilde oluşuyor: Ovacık, Faralya, Kabak, Alınca, Bel, Gavurdağı, Xanthos, Kınık, Akbel, Patara, Kalkan, Sarıbelen, Gökçeören, Çukurbağ, Kaş, Liman Ağızı, Boğazıcık, Üçağız, Çayağız, Myra, Finike, Karaöz, Adrasan, Çıralı, Tekirova, Roman Bridge, Göynük Yayla, Göynük, Hisarçandır, Çitdibi, Geyikbayırı
Bu noktalardan oluşturulacak en keyifli parkurlardan biri Karaöz – Adrasan – Çıralı rotası. Yolun en turistik noktalarını içeren rotanın en keyif verici ise yanı nefes kesici manzaraları. Toplamda 47 km süren yolu, tek günde yürümek zor olacağı için Adrasan otellerinde konaklayabilir veya uygun gördüğünüz ilk yerde kamp kurabilirsiniz.
Göynük Yayla – Çitdibi ise en zorlu parkurlardan biri olarak görülür. Yaklaşık 45 km süren bu rotanın zorlu yanı, çok dik tırmanışlar içermesi. Göynük Milli Parkı’nda çadır kurulmasına izin verilmediği için Göynük pansiyonlarında ve otellerinde konaklamak mümkün.
Rotanın önde gelen noktalarını şu şekilde sıralayabiliriz
Ölüdeniz
Rotanın batı kısmında kalan Ölüdeniz, adının namını pek de yaşatmıyor. Lagünün masmavi, kristal suları Akdeniz’i besliyor; su, en zorlu hava şartlarında bile turkuaz ve zümrüt renklerini kaybetmiyor.
Ölüdeniz, Likyalılar zamanında “ışığın ve güneşin yurdu” olarak bilinirdi; sıcacık bir yaz gününde, körfezin hemen ucundaki Kumburnu kıyılarında yansıyan ışığı gördüğünüzde, neden böyle söylediklerini anlayabilirsiniz.
Lagün, ulusal bir park bünyesinde bulunuyor; dolayısıyla sahile ulaşmak makul bir giriş ücreti karşılığında mümkün. Lagüne ulaştıktan sonra ise yapacağınız şey belli: mavinin tonlarını karşınıza alıp güneşin tadını doyasıya çıkarmak.
Alternatif olarak, maceracı ruhunuza teslim olduğunuz bir günde, Babadağ’dan aşağıya 1900 metrelik bir paraşüt atlayışı yapabilir, baş döndüren manzaranın tadını çıkarabilirsiniz.
Kelebekler Vadisi
Kelebekler Vadisi, Ölüdeniz’den yaklaşık 5 km uzaklıkta bulunuyor. Neredeyse tamamen dik taştan duvarlar, 350 metreden, zeytin, meyve ve yemiş ağaçlarıyla dolu yemyeşil bir vadi zeminine düşüyor.
Kaynağı yamaçların tepesindeki Faralya köyünde olan güçlü bir şelale, kanyonun arkasından çağlayarak dökülüyor. Su, vadinin ortasından geçen bir dereye dönüşüyor, cam göbeği ve gök mavisi renklerinin muhteşem oyunuyla denize dökülüyor.
105 kelebek türüne ev sahipliği yapan vadide, civardaki sahillere kıyasla çok az işletme bulunuyor; kasıtlı olarak alınmış bir karar bu.
Vadiye erişmenin en kolay yolu deniz. Tur tekneleri her gün birkaç saatliğine kıyıya demir atıyorlar; geceyi orada geçirmek isteyen ziyaretçiler ise Ölüdeniz’den kalkan taksi botları kullanabiliyorlar.
Bölgede kalıcı yapılara izin verilmiyor; dolayısıyla vadide barınmak, ancak çadırlarla, basit kulübelerle ya da bungalovlarla mümkün.
Patara
Rotanın bir sonraki durağı, antik Patara şehri. Patara MÖ 13.yy’da kurulmuş; 3. Yy’da ise, denize erişimin rahatlığı sebebiyle Ptolemy’nin hükmü altında Likya’nın önde gelen şehirlerinden biri haline gelmiş.
Şehrin tarihi önemli isimlerle dolu. Aziz Nicholas’ın (Santa’nın) doğum yeri olduğu biliniyor, Apollo’nun kahinlerinden birinin burada yaşadığına inanılıyor ve Aziz Paul’un Roma’ya giden gemiye buradan bindiği söyleniyor.
Günümüzde ise Hristiyanlığın önemli merkezlerinden olan bu görkemli şehrin kalıntıları, 19 km boyunca uzanan yumuşacık kumlarıyla Patara sahilinin gölgesinde kalıyor biraz. Kumsal boyunca yayılmış küçücük kuvartz tanelerini billur gibi suyun içerisinde bile görmek mümkün.
Bölgenin yabancı ziyaretçilerin akınına uğramasının en büyük sebeplerinden bir diğeri ise nesli tükenme riskiyle karşı karşıya olan karetta karetta kaplumbağaları. Patara, bu türün Akdeniz’deki son üreme alanlarından birisi. Kaplumbağalar, her yıl mayıs ve ekim ayları arasında buraya gelip yaklaşık 100’er yumurta bırakıyorlar. Yumurtaları kumla örttükten sonra denize geri dönüp bir sonraki nesli kendi kaderlerine bırakıyorlar. Yumurtalardan çıkan minik kaplumbağalar yengeçlere, köpeklere, tilkilere ve kuşlara yem olma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarından çok azı yetişkinliğe ulaşabiliyor.
Patara, 1990 yılında özel koruma alanı olarak atandığından, an itibariyle bölge kuş yaşamı, bitkiler, sulak alanlar ve elbette ki büyülü kumları bakımından son derece zengin bir floraya sahip.
Kaputaş
Yukarıdan bakıldığında Kaputaş sahili, yamaçlardan üçgen şeklinde bir parça kesilip alınmış gibi görünüyor – tıpkı bir dilim kek gibi. Daracık bir asfalt yol kayalıkların çevresinden keskin bir dönüş yapıyor; sahile inmekse imkansız görünüyor. 187 basamaklı merdiven, ancak yolun kenarında durup aşağı baktığınızda gözle görülür bir hale geliyor.
Aşağı inmek, kavurucu sıcakta gözünüzde büyüyebilir; ama emin olun, aşağısı tüm o çabaya değer. Yeraltından gelen soğuk dağ suyu akıntısının Akdeniz’in ılık sularıyla birleşiği noktada derin bir dalış yapmanın keyfine paha biçilemez. Sıcak yaz günlerinin ideal ilacı.
Büyükçakıl
Büyükçakıl, dalgalı ve hareketli sularıyla daha aktif bir sahil deneyimi yaşamak isteyenler için harika bir seçenek. Temiz yeraltı suları denizin tuzlu suyuyla birleşerek yuvarlak taşlar üzerinde kırılıyor ve böylelikle sahili ismini veren çakıllar etrafınızı sarıyor. Deniz ayakkabısı kullanmak olmazsa olmaz; çocuklu ziyaretçilerin ise denizdeki taşlara dikkat etmelerinde fayda var.
Sezon ortasında, sahil rengarenk şemsiyelerle ve güneş severlerle doluyor. Yüzmeyle geçen uzun bir günün sonunda, Kaş’a geçmeden hemen önce gün batımını izleyebileceğiniz en güzel noktalardan biri burası.
Büyükçakıl, ülkemizdeki sahil kasabalarının en tipik örneklerinden biri ayrıca. Burada, sokak köşelerinde Likya mezarları bulunuyor; anakaya üzerine oyulmuş 7 sütunlu bir yeraltı su sarnıcına – Helenistik ve Roma dönemlerinden kalan iki sarnıçtan biri bu – giriş ise bir barın içerisinde bulunuyor.
Olimpos ve Çıralı
Likya Yolu’nun doğu ucu da tarihi kalıntılarla çevrelenmiş kum alanlarından oluşuyor. Kuzeyde Olimpos Dağı var; Olimpos Antik Kenti güneyde kalıyor, Yanartaş ise tam ortalarında. Olimpos Dağı’nın bir zamanlar tanrıların evi olduğuna inanılıyor.
Homer’e göre, denizlerin asabi tanrısı Poseidon’un bir fırtına çağırıp Truva Savaşı’ndan evine dönmeye çalışan Odysseus’un gemisini harap ettiği yer, burası. Şimdilerle turistik bir bölge olarak ziyaretçi akınına uğrayan Olimpos şehri, Helenistik dönemde Likya’nın önemli şehirlerinden birisiymiş.
Şehirdeki duvar yazıları ve gün yüzüne çıkarılan bir lahit, şehir tarihinin MÖ 4.yy’a dayandığını gösteriyor; Cicero, burayı sanat ve kültürle bezenmiş zengin bir şehir olarak tarif ediyor.
Yanartaş ise adını kayalardaki küçük çatlaklardan hızla çıkan alevlerden alıyor. Bunları izleyebileceğiniz en ideal zaman, akşam saatleri; çünkü en yüksek alev 60 cm uzunluğunda, alev toplarıyla karşılaşma beklentisine girmemenizde fayda var.
Asıl etkileyici olan, bu alevlerin 2500 yıldır durmaksızın yandığına dair var olan söylenceler. Denizciler, bu yanan gazların ışığını yön bulmakta kullanırlarmış; hatta kimilerine göre Homer’in İlyada’sında bahsi geçen ateş-püsküren Kimeraların esin kaynağı Yanartaş.
Sahilin bu kısmı iki kumsala ayrılıyor. Çıralı kumsalının kuzey ucu, palmiye ve zeytin ağaçlarıyla dolu bereketli yeşil alanlarla çevreleniyor; güneydeki Olimpos kumsalı ise ağaç evleri ve ateş etrafında yapılan akşam partileriyle biliniyor.