Yaşadığımız çağa ve ilişkilerine ismini verecek sosyologlar sanırım özet geçemeyecek kadar önemli vakalara şahitlik ediyor…
Toplumsal psikolojinin bir hayli bozuk olduğunu kestirenler, sosyal yapının da çivisi çıkmış raylar üzerinde seyir halinde olduğunu biliyorlardır…
Misal, en kutsalımız olarak kabul edilen Aile kavramı, tam da 2025 yılına sıfat olarak eklenmişken müthiş bir erozyona kapılmış durumda…
Sadece derin bir nefes alıp, son bir ay içinde yaşanan aile içi şiddet (vahşet) meselesi üzerine odaklanmak zorundayız…
Bir salgın gibi büyüyen, ailesini katlettikten sonra intihar etme hastalığı bir geleneğe dönüşmeden neden ve sonuçlarıyla masaya yatırılmalı derhal!
Geride bıraktığımız gün içinde bir anne önce iki kızını sonra kendini, genç bir adam ebeveynlerini ve kendini, bağımlı olduğu ileri sürülen bir çocuk babaanne ve dedesini katlederken kafamızı nereye çevirmemiz gerekiyor?
Birkaç zaman önceki yazılarımdan birinde ivedilikle bir “Huzur Bakanlığı” kurulması yönünde ısrar etmiştim.
Şimdi mecburen el arttırıyorum; “Ruh ve Sinir Rahatsızlıkları Bakanlığı" derhal kurulmalı ve icraata girişmelidir…
Yoksa toplumun en küçük çekirdeğini buhranın çelikten mengenesinde kırılıp gidecek. Doğal olarak toplum da öyle…
***
Aynı küfeye koyamayız…
Kartalkaya felaketi üzerine artık sadece saf adaletin konuşması gerektiğine inanıyorum. Ve elbette olabilecek en hakikatli bedeli ödetmesini de bekliyorum…
Bunun dışında özellikle turizmci arkadaşlarımın altını çizdiği bir tehlikenin varlığı da söz konusu…
Yenidoğan Çetesi vakasıyla neredeyse tüm hastanelere “öcü” gözüyle bakmaya başlayan toplum vicdanında, turizmcilere gösterilen istikamet de farklı bir menzile çıkacak gibi durmuyor…
Ortak yasımızın ağırlığıyla ruhumuza yüklenen büyük travma gerçek suçlu ortaya çıkana, bedel ödeyene kadar kurunun yanında yaşı da yakıp geçecek…
Biliyorum ki bahsi geçen vakalardaki çürümüşlüğün bedelini koca sektörlere ihale etmek sadece anlık bir rahatlama getirecek bendimize…
Gerisi hep bildik şeyler. Sistem kendi çürüklerini tezgâh arkasına iterek yoluna devam edecek. Böyle olmamalı…
Son felaket yaşanmadan önce şöyle bir düşündüm. Pandemide, deprem sonrasında ve genel felaketlerde halka kapısını açan onlarca otel sahibi ve turizmci karşılık beklemeden koştu insanın imdadına…
Birçok vicdani örneklerle de dolu sektör. Gözünü para ve kar hırsı bürüyenlerle, kurumsal duruşuyla insanın yaşama ve dinlenme hakkı karşısında eğilenleri aynı küfeden çıkarmalıyız. Herkes damıtılmış kötü değil çünkü…
Bunu yapamazsak, kaybettiğimiz canların yanına kırılan kalpleri de koymak zorunda kalacağız.
Bu yüzden toplumsal vicdana güvendiğim kadar adaletin de terazisini güvenmek istiyorum. Başka da acil çıkışımız yok!
***
Kendi adıma teşekkürler…
“Türkiye’de dizilerin yarattığı ölümsüz karakterlerden birkaçını say” deseniz, haklı olarak sonsuz seçeneğim olduğunu filan düşünürsünüz. Oysaki pek de öyle değil…
Dolaşımdaki dizi miktarı ya da dizilerin önemli bir ihraç kalemimiz olması değildir mesele…
Yıllar sonra gömleğini giydiği karakterle anılacak oyuncunun “kurgu kahramanını nasıl olup da ölümsüzleştirebildiği” üzerinden kurmak gerekir matematiği…
Bir Perihan ablayı, Fiko’yu, Polat Alemdar’ı, Süleyman Çakır’ı, Dayı’yı, Cevahir’i, Burhan’ı, Rıza Baba’yı, Kerpeten Ali’yi, Kanuni’yi başka bir albümde değerlendirmek gerekir…
Keza Reşo Ağa karakteri de öyledir. Gurbet Kadını gibi kendi çağının “kirlenmemiş” töre dizisinde, plastik bir karakterden ziyade gerçeklik duygusunu iliklerimize kadar işleten toplumsal bir aynadır Reşo Ağa…
Yıllar sonra gerçek abimden ayırmadığım Mahmut Cevher’in, karaktere kendi adıyla girdiği Uzak Şehir dizisinde yeniden karşıma çıkması bu yazının nedeni oldu işte…
Pandemi zamanında oyunculuk hayatı üzerine belgesel çekilen Cevher, bütün birikimin yatırdığı uzun metrajlı filmiyle bir festivalden diğerine koşarken uzaktan uzağa duyduğum heyecan, artık onu her hafta karşımda görüyor olmanın mutluluğuna bıraktı yerini…
Değerleri yaşarken ayakta tutmak, unutmuş gibi yapmamak, sanatını talep eden izleyiciyi görmezden gelmemek değerlidir…
Mahmut Cevher, Yeşilçam’dan başlayarak bu ülkede kendi dalından başkasına tutunmayan bir ağaçtır. Ve ağaçlar bu dünyanın hürmet edecek canlılarıdır…
O yüzden uzak ya da yakın şehir fark etmeden teşekkür ediyorum, her kimin aklına geldiyse; bir ölümsüzden başka bir ölümsüz karakter yaratabilme çabası. Ve başarılar diliyorum Mahmut AĞAbeyime…
***
Papa niçin İznik’e geliyor?
Yüzyıllar boyu dünyanın kaderini/ parasını elinde tutan Vatikan son zamanlarda çok ciddi bir buhran yaşıyor…
Başlangıçta finansal bir kırılma gibi görünse de fotoğrafın büyüğünü görünce merkezi bir inanç kırılmasıyla karşı karşıya…
Son birkaç yıldır uğraştığı taciz davalarının yarattığı erozyonun yanı sıra son zamanlarda kaybettiği nüfus ve nüfuzu yeniden kazanabilmek için Papa elinde asası orta ve Uzakdoğu seferine hazırlanıyor…
Dünya nüfusunun giderek yığıldığı bu coğrafyalarda kendine yeni kaynaklar ve sempatizanlar bulmak zorunda. Yoksa Katolik dünyası tarihinde çok ender yaşadığı bir kaosun içinde savrulup gidecek…
Mayıs ayı gibi İznik’i ziyaret edecek olan Papa Franciscus’un bu gezisi diplomatik bir anlamdan çok politik bir hattın yol üstü ziyareti gibi algılanmalı…
Anladığım kadarıyla Aziz Malaki kehanetlerinde adı geçen “Son Papa” olmamak için Katolik dünyasını yeniden motive etmesi gerekiyor. Bunu da öncelikle “yara almış toplumların” üzerinde başarabileceğini düşünüyor…
Bu yüzden Suriye, Lübnan, Irak’ın henüz yaralı olduğu Ortadoğu coğrafyasındaki Hristiyan gruplar kendisi için altın değerinde…
Ha o toplumlar için papalık aynı değerde mi; görmesi çok uzun zaman almayacaktır. En azından Teopolitik tarihi yakından takip edenler için!