Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Türkiye’nin yaşadığı en önemli ıstakoz vakası tarihin unutacağı bir iktidar milletvekilinin Monte Carlo’da pahalılıkla özdeş bu deniz ürünün fotoğrafını paylaşması değil. 2001 yılında Türkiye’nin en zengin iş adamlarından birinin oğlunun düğünü için Parkorman’a giden sermayenin o akşamı gıda zehirlenmesinden dolayı hastaneden geçirmesi. Ne kadar pahalı olursa olsun, açık havada uygun şartlarda saklanmayan deniz ürünü mide bozar.

        O düğündeki zehirlenmeler biraz daha ciddi olsaydı Türk ekonomisi toparlanamayacak şekilde çökerdi. Galiba Türk zenginlerine de ders oldu, o günden sonra ıstakoz sanki gözden düştü. Çok uzun zamandır eski paranın davetlerinde, düğünlerinde, buluşmalarında, teknelerinde görmüyorum. Yazın Yunanistan’da işi bilen tekne sahiplerine özel olarak dikkat ediyorum, o meşhur balıkçılarda hiçbiri ıstakoz sipariş vermiyor.

        Taze olsa bilen hiç kimsenin ıstakozu özel olarak canının çektiğini zannetmiyorum. Arada iyi gidiyor, yazın plajda bol domatesli bir makarnanın üzerinde güzel duruyor. Daha da önemlisi zengin görünüyor ve insan her çatal darbesini zenginler gibi yaşadığını varsayarak saplıyor. Istakoz artık lezzeti için değil, başkalarına göstermek, fotoğrafını çekip paylaşmak için yenen bir deniz ürünü. Rafine, şık, kazanılmış bir tat değil. Sadece bir simge.

        ASIL LEZZET KRAL YENGEÇ

        Birkaç sene önce adım başı ıstakoz satılan ve dünyanın pek çok yerine—Türkiye de dahil—ıstakoz temin eden Maine’e seyahat yaptım. Istakoz, tıpkı kakao ve vanilya gibi, iklim şartlarına göre fiyatı değişen bir ürün. O yaz en pahalı sezonuna denk gelmiştim, ama yerinde yediğimiz için yine de servet ödemedim. Maine’de ıstakoz Bursa’da İskender yemek gibi; gelmişken içimiz bayılana kadar yedik. Sandviçi, salatasını, bütününü, mayonezlisini, soğuğunu, tereyağlısını… Hemen hiçbiri de hayatımızı değiştirmedi. Bir daha hiç yemesem aklıma gelmez.

        İşin ironik tarafı bugün zengin yiyeceği olarak bilinen ıstakoz özellikle Maine’de eskiden alt sınıflarla özdeşti. Hapishanelerde ikram edildiğinde mahkumlar itiraz ederdi, evdeki çalışanların haftada iki günden fazla ıstakoz yemek istemediğine dair tevatürler var. 20. yüzyılın ortalarına kadar balıkçılar da ıstakozu balık yemi olarak kullanır. Düpedüz fakir yemeğiydi.

        Medyadan Meclis’e giden milletvekili iyi gazeteci olsa en azından Wikipedia’dan ıstakozun tarihçesine bakar, bu bilgileri öğrenip “Ben fakir yemeği yedim,” diye savunurdu kendisini. Zenginlerin yaşamına özenmeyip gerçekten ağzının tadı, gustosu olan biri olsa zaten ıstakoz yemezdi.

        Ben çok geç fark ettim, ama iyi şefler ve ağzının tadını bilen herkes bu dediğime katılacaktır: Yengeç ıstakozdan çok daha lezzetli. Türkiye’de “Kral yengeç” olarak bilinen Alaska’da avlanan “King crab”i öyle canım çekiyor ki… Maalesef yıllardır yiyemiyorum.

        Okyanusların ısınmasından dolayı bu yengeç türünün üremesi yavaşladı, Alaska da iki yıldır üst üste avlanma yasağı getirdi. Dev bacağını çok uzun zamandır lokantalarda bulmak mümkün değil. New York’taki Balthazar’ın çok bilinmeyen ama belki de en iyi yemeği olabilir. Orada yediğim son kral yengeç bacağı belleğimde bütün ıstakozlardan daha fazla iz bıraktı.

        Alaska’dan çıkan kral yengeç daha pahalı, daha lezzetli, daha rafine bir tat. Ama ıstakoz kadar popüler değil, bir simge hiç değil. Pençesi, kuyruğu ve turuncu rengiyle sofraya gelince kendini belli eden ıstakoz gibi çarpıcı durmuyor. İnce uzun bir bacak, o kadar.

        Bunun bir nedeni mevsimsel: yengeç kışın çıkıyor, ıstakoz ise yazın sıcak suları seviyor. Yazın denizden çıkan ıstakozu haşlayıp bol domatesli bir makarnanın üzerine koymanın tadı başka. Daha doğrusu görüntüsü ve algısı lezzetinden daha ön planda. Istakozlu makarna işini yaygınlaştıran Yunanlılar olsa gerek, çünkü en ücra adanın en salaş balıkçısında bile mönülerde var. Öyle servet fiyatlara değil, ama hemen her yerde dondurulmuş ıstakozla yapılıyor ve hemen her seferinde altındaki makarna üstündeki deniz ürününden daha etkileyici. Boşuna demiyorum, işini bilen tekne sahipleri sipariş vermiyor diye…

        MONACO’NUN ZENGİNLERİ

        Istakoz çok uzun zamandır yeni parayla özdeş. Yeni paranın en önemli özelliği her zaman geriden gelmesidir: 2001’den beri Türkiye’nin gerçek zenginleri ıstakozla vedalaşırken, 2024’te yeni paranın kendince ulaştığı mertebenin gurur madalyası. Önceki gün eski paradan gelen bir arkadaşımla yemeğe çıktık ve ne yedik dersiniz? Pırasa. İkimiz bir tabak pırasayı paylaştık. Hala tadını unutamıyorum.

        Para kazanmakla parayı harcamayı bilmek farklı elbette, ikincisi her zaman daha önemlidir. Yeni paranın trajedisi hiçbir zaman nasıl harcayacağını bilmeyecek olmasıdır.

        Geçenlerde, bütün bu tartışmaların öncesinde, önüme tesadüfen bir video düştü. Dev cüssesiyle orantısız, dizinin epey üzerinde biten şortu ve göbeğini gizleyemeyen bir polo t-shirt’üyle kumarhanenin valet’sine otomobilini bırakıp elini kolunu sallayarak içeriye giren bir adam vardı. Objektif herhangi bir estetik kriterine uymayan bu tipe normal şartlarda dünyanın hiçbir yerinde kapı açılmaz, ama Monte Carlo’da krallar gibi ağırlanıyordu. Sürdüğü otomobil Bugatti gibi bir şeydi ve buram buram para kokuyordu. O virajlı sokaklarda böyle o kadar çok benzeri var ki… Hepsine kapılar açılıyor.

        Monaco’da itibar sadece parayla ölçülüyor. Gelir vergisinin ödenmediği bu küçük krallığın tek varlık nedeni kimi şaibeli de olan ultra zenginlerin paralarını park etmelerine imkân tanıması.

        Bankada en az 500 bin doları olan ve Monaco’da ikameti bulunan herkese oturum veriyor krallık. Tabii emlak piyasasında 15 metrekare bir milyon dolara gidiyor. (Ama kira getirisi iyiymiş.) Zaten krallıkta sadece altı bin kişi gerçek Monaco’lu, geri kalanlar 125 ülkeden “bir sebepten” Monaco’da yaşamayı tercih edenler. Bayramda Monte Carlo’da ıstakoz yemek kişisine göre gayet uygun işte.