Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Black Mirror' yedinci sezon üzerine…
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İleri teknoloji her zaman hayatımızı kolaylaştırıp güzelleştirmez. Bazen de bizi ekonomik durumumuza göre ayrıştırıp sınıflandırır. Sunulan teknoloji hizmetinin bedeli ile gelir seviyemiz arasındaki orantısızlık, içinde yaşadığımız kapitalist sistemin acımasız ruhunun yansıması haline dönüşebilir.

        “Black Mirror” dizisinin yedinci sezonu işte tam da bu durumu anlatan bir bölümle başlıyor. “Common People” çocuk sahibi olmaktan başka bir şey istemeyen kendi halinde mutlu ve mütevazı bir çifti tanıtıyor bize. Öğretmenlik yapan Amanda’nın (Rashida Jones) aniden hastalanmasıyla mutlulukları kesintiye uğruyor. Doktorlar Amanda’nın beynindeki tümörü geleneksel yöntemlerle iyileştirmenin imkânsız olduğunu belirtip, yeni bir tedaviden söz ediyorlar. İnşaatlarda kaynakçı ustası olarak çalışan Mike (Chris O’Dowd), eşinin hayata dönmesi için Rivermind adlı şirketin geliştirdiği alternatif tedavi yöntemini çok fazla sorgulamadan kabul ediyor. Kaldı ki, şirket ameliyat için ayrı bir ücret dahi istemiyor. Ameliyat sonrası Amanda sağlığına kavuştuğunda, Mike her ay vereceği 300 dolarlık abone ücretinin çok büyük bir bedel olmadığını düşünüyor haliyle. Hesaplayamadığı şey ise hiç kuşkusuz Rivermind’ın kâr odaklı bir şirket olması; Amanda’ya hasta değil müşteri olarak bakması… Mike ile Amanda’nın Rivermind ile yaşadığı deneyim, aslında hiçbirimize yabancı değil. Olaylar geliştikçe, abonesi olduğumuz bütün teknoloji şirketleriyle yaşadığımız kötü deneyimleri hatırlıyoruz. Amanda ile Mike’dan tek farkımız, onların çok daha zor ve hayatî bir durumun içine düşmeleri…

        Common People
        Common People

        “Common People”, birçok “Black Mirror” bölümünde olduğu gibi içinde yaşadığımız çağ ile yakın geleceğin karanlığının birbirine karıştığı bir dünya tasvir ediyor. Belirli bir noktadan sonra Mike’ın para bulmak için neler yapacağını, olayların nereye varacağını tahmin etmek açıkçası zor değil. Hikâyenin öngörülebilirliği, dramatik tansiyonu düşürüyor ama “Common People” kolay kolay unutulmayacak bir açılış bölümü olmayı başarıyor. Mike’ın mutlu bir evlilik hayatı sürdürmek için yaptıkları, sosyal medya üzerinden gelişen teşhircilik ve röntgencilik olgusunun nerelere kadar uzanabileceğini de gösteriyor bize. İleri teknolojinin dijital temelli mutluluk vaadine ulaşmak için Mike’ın etiyle, kanıyla bedeniyle para kazanmaya çalışması, sert ve gerçekçi bir neoliberalizm eleştirisine götürüyor diziyi.

        İkinci epizot "Bête Noire", yine orta halli genç bir çiftin hikâyesi gibi başlıyor. Ama hikâye ilerledikçe lise yıllarında yaşanan akran zorbalığının yön verdiği gerilimli bir ilişki içinde buluyoruz kendimizi. Maria (Siena Kelly), çalıştığı gıda şirketinde işe giren lise arkadaşı Verity’nin (Rosy McEwen) intikam peşinde olduğunu düşünerek ona başından itibaren hiç güvenmiyor. Hikâyeyi, zorbalığı bizzat yapan ve kendine hak vermeyi sürdüren Maria’nın gözünden seyretmek, bölümün artı puanlarından biri. Sonuçta, ona ve tepkilerine kuşkuyla yaklaşıyoruz. Suçluluk duygusunun paranoyaya ve nefrete dönüşmesini izliyoruz. Üstelik, finale kadar Verity’nin cephesine hiç geçmiyoruz. O yüzden, ilk bölümün aksine merak öğesinin sonuna kadar ayakta durduğu bir hikâyenin içindeyiz.

        Bête Noire
        Bête Noire

        Başlığı itibaıyla “istenmeyen veya sevilmeyen kişi” anlamına gelen "Bête Noire"ı bir “Black Mirror” epizodu haline getiren “numarası” finale kadar tam anlamıyla netleşmiyor. Tahmin etmek de pek kolay değil açıkçası; ama kendi adıma, entrikanın bağlandığı yeri çok sevdiğimi söyleyemem. Sadece Verity’nin ortaya çıkan sırrından söz etmiyorum. Maria ve Verity’nin karakter gelişimlerinin vardığı noktalardan da çok hoşlanmadım. Özetle, finalde olup biten her şeye makul bir açıklama getiren ama psikolojik derinliğini kaybeden bir bölüm bence. Ne var ki, finale kadar olup bitenlere hiç itirazım yok. Maria’nın, bildiği ve tanıdığı dünyanın nesnel gerçeklerinin sürekli değişmesi karşısında içine düştüğü yalnızlık gerçekten çarpıcı. Başlangıçta yaşadığı bazı olayları hafızanın hepimize oynadığı oyunlara benzetiyor, hatta onunla özdeşleşiyoruz. Ama internetten gelen verilerin, bilgilerin sürekli değişmesi karşısında yaşadığı çaresizlik, giderek büyüyor. Çevrimiçi dijital bilgilere olan bağlılığımız ve onların güvenilmezliği, bizi bir kez daha korkutuyor ki "Bête Noire"ın en etkileyici yanı da galiba bu...

        Yedinci sezonun son dört bölümü, yapay zekâ (YZ) temelli yeni teknolojileri konu alan hikâyeleriyle aynı ipe yan yana diziliyorlar. Dört epizodun ortak özelliği, Hollywood’un fazlasıyla işlediği YZ temelli paranoyaları bir yana bırakıp dikkatleri tümüyle “insan – YZ etkileşimi”ne çekmesi… Diğer bir deyişle, YZ uygulamalarının insanı ve insanın YZ’yı nasıl değiştireceğine bakması…

        Üçüncü epizot "Hotel Reverie", YZ temelli yeni teknolojilerin sinema sanatını taşıyabileceği yerleri hayal eden ilham verici bir hikâyeye sahip. Kariyerinin gidişinden sıkılan, erkek karakterler ve onların amaçlarının her şeyin önüne geçtiği filmlerde oynamaktan sıkılan Brandy Friday (Issa Rae), ReDream adlı küçük ve yeni bir şirketin önerisini kabul eder. 1940’lı yılların unutulmaz siyah beyaz klasiği “Hotel Reverie”nin “bir çeşit yeniden çevrimi”nde, bir zamanların star oyuncusu Dorothy Chambers’ın karşısında, başroldeki erkek karakterin yerine geçecektir. Rolüne hazırlanır ama sete gittiğinde tam olarak nasıl bir deneyim yaşayacağından habersizdir. Alışageldiği set ortamı değil, interaktif bir sanal gerçeklik tecrübesi beklemektedir onu. Plan, 1940’lardan gelen filmin kendi gerçekliği içinde ilerlemesi, onun da akışa dahil olmasıdır. “Hotel Reverie”nin içinde aşamayacağı sınırlar vardır ama öyle bir deneyim yaşar ki film onu, o filmi değiştirir. Özellikle de film içindeki karakteri canlandıran Dorothy Chambers (Emma Corin) ile yaşadığı deneyim dikkat çekicidir.

        “Hotel Reverie”, ilk bakışta sinema nostaljisiyle dolu, duygusal bir hikâye anlatıyor gibi görünüyor. Yeni bilgisayar yazılımlarının gelecekte hikâye anlatma formatlarını ve eğlence endüstrisini değiştirebileceğini düşündüren yanı önemli elbette ama “Hotel Reverie”yi sevmemin asıl nedeni, dikkatimizi YZ – insan arasındaki etkileşim sürecine çekmesi… Sistemin içinde olup bitenleri dışardan seyreden yapımcı Kimmy (Awkwafina) ve teknik ekibin filmin akışına müdahale edemeyip çaresiz kaldığı anlarda kurmaca karakter Dorothy’nin düşünmeye başlaması ve kendi varlığının / kimliğinin farkına varması, YZ devriminin beraberinde irili ufaklı birçok sürprize gebe olduğunun örneklerinden biri.

        Dördüncü epizot “Plaything” aynı minval üzere ilerleyen başka bir hikâye getiriyor karşımıza. İlk bakışta çok farklı bir yapısı var. Hatta bir YZ öyküsü gibi bile görünmüyor. Çünkü bizi video oyunlarının günümüze göre daha basit olduğu geçmiş dönemlere götürüyor. Bölümün ana karakteri, PC Zone dergisi için çalışan video oyun eleştirmeni Cameron Walker (Lewis Gribben / Peter Capaldi)… Asosyal ve yalnız biri. Sosyal hayatta utangaç, çekingen ve içedönükken klavyesinin başında acımasızlaşabiliyor. 2018’de interaktif bir “Black Mirror” filmi olarak seyircilerle buluşan “Bandersnatch”de tanıdığımız karizmatik yazılımcı Colin Ritman (Will Poulter), ona yeni hazırladığı simülasyon oyunundan söz ediyor. Benzeri olmayan bir oyun bu… Öldürerek puan kazanacağın, gizem çözeceğin, macera yaşayacağın, rekabete gireceğin, şehir veya medeniyet kuracağın bir oyun değil. Son derece basit ve iddiasız bir grafiği var. Ritman, ona oyunun içindeki küçük, şirin varlıkların dijital anlamda yaşadığını ve düşündüğünü söylüyor sadece. Bir amaçtan, hedeften söz etmiyor. Walker, eleştiri yazmak için başına oturduğu oyunla ne yapacağını dahi bilmiyor önce. Ama ısrarla Thronglet’lerin kendisine bakmaları ve bir şeyler anlatmak ister gibi sesler çıkarmaları, dikkatini çekiyor. Sonra aralarında uç noktalara giden iletişim ve etkileşim süreci başlıyor. Bu arada, Thronglet’lerin oyun olarak da Netflix içeriğine dahil olduğunu belirtelim.

        Plaything
        Plaything

        “Plaything”, tıpkı “Hotel Reverie”de olduğu gibi YZ temelli sanal gerçeklik ortamında işlerin artık eskisi gibi yürümeyebileceğinin altını çiziyor. Eski usul video oyunları, sana binlerce can alabildiğin, uygarlık kurup savaşlara girebildiğin sanal döngüler sunarken, YZ seni kendinle yüzleştiren açık uçlu kurgulara doğru sürüklüyor. “Hotel Reverie”deki sanal gerçekliğin kapatılıp sıfırlanarak açılması nasıl mümkün değilse, buradaki oyun da geri dönüşsüz bir sürece dönüşüyor. Dolayısıyla, YZ temelli sanal gerçeklik ortamları bizi daha çok sorumluluk hissedeceğimiz dijital yaşam alanlarına çekiyor. O yüzden her iki epizotta da karakterler etik sorularla karşılaşıyor. Her iki epizotta da dönüşüm noktası, insanın YZ ile göz göze gelmesi ve iletişime geçmesi… Çünkü iletişimle birlikte yazılım “birler ve sıfırlardan oluşan sanal döngü” olmaktan çıkıyor.

        Altıncı ve son bölüm “USS Callister: Into Infinity”, video oyununun içindeki dijital klonların yaşam hakkına sahip olup olmaması sorusu üzerinden gelişiyor. Dördüncü sezondaki “USS Callister” bölümünde tanıdığımız dijital klonlar, gerçek dünyadaki kanlı canlı insan modellerinden uzakta bir hayat sürdürüyorlar oyunun içinde. Var olabilmek için gerçek oyuncuların avatarlarını tuzağa düşürüp kredi çalıyorlar. Infinity aleminde dolaştıkları uzay gemileriyle birlikte korsanlardan farksızlar. Oyunculardan gelen şikayetler üzerine şirket CEO’larının dijital klonlarının da dahil olduğu, uzay operalarını aratmayan bir macera başlıyor Infinity oyununun içinde. “Hotel Reverie” ve “Plaything”de olduğu gibi burada da sanal gerçekliğin ruhsuz bir döngü olmanın ötesine geçtiğini görüyoruz. Kendi bilinçlerinin farkında olan dijital klonlar, fiziksel dünyadan oyuna avatarlar aracılığıyla giren gerçek kullanıcılarla eşit hissediyorlar kendilerini.

        USS Callister: Into Infinity
        USS Callister: Into Infinity

        “USS Callister: Into Infinity”, sürükleyici ve başarılı bir devam bölümü… İlki marazi yazılımcı ve yönetici James Walton’ın hem fiziksel hem sanal gerçeklik içinde yaptığı etik dışı uygulamalar üzerineydi. Devam filminde de etik sorunlar gündemde. Sanal gerçeklik içinde var olanların canını savunmak veya savunmamak sorusu burada da karşımıza çıkıyor.

        Son yıllarda “spekülatif kurgu” olarak da adlandırılan “Black Mirror”, bilimkurgu janrı temelinde başka alt türlerle paslaşır. O yüzden, öncelikle hikâye ağırlıklı bir tür dizisidir. Ama diziyi tasarlayan ve ilk sezondan bu yana artistik kontrolü hiç kimseye bırakmayan Charlie Brooker, en başından itibaren karakterleri de sağlam tutmaya çalışıyor. Çünkü dramatik derinliğin ancak iyi yazılmış karakterlerle geleceğini biliyor. Yedinci sezonun bölümlerinde de yine etkileyici karakterler çıkıyor karşımıza ama beşinci epizot “Eulogy”de, Paul Giamatti’nin canlandırdığı Phillip, kuşkusuz hepsinden ayrı bir yerde duruyor.

        “Eulogy”, kırık bir gençlik aşkını, “kaçıp giden ve bir daha asla yakalanamayan hayat treninin” hüznünü taşıyan, duygusal bir bölüm. Her şey Eulogy adlı şirketin Phillip’i aramasıyla başlıyor. Yıllardır görmediği eski kız arkadaşı Carol’ın öldüğünü söylüyor ve ondan cenaze töreninde kullanılmak üzere görsel olarak canlandırılabilecek bir anısını istiyorlar. Phillip başlangıçta çekimser davransa da hayır demiyor ve Eulogy’nin postayla evine gönderdiği The Guide adlı bilgisayar programıyla birlikte hatıralarının keşfine çıkıyor. Phillip, geçmişin acıları arasında kaybolup gittiği için fark etmekte gecikiyor ama biz, The Guide’ın sadece eski fotoğrafları işleyen ve onları üç boyutlu hale getiren sıradan bir program olmadığını fark ediyoruz. Sorduğu sorularla, istediği bilgilerle sadece Phillip’in hafızasını canlandırmıyor, geçmişe ve Carol’a bakışını da değiştirmeye başlıyor. “Hotel Reverie” ve “Plaything”de olduğu gibi burada da fiziksel dünyada irtibata geçtiği karakteri değiştiren bir YZ var. Hatta burada “hedefe yönelik” bir operasyon yönettiği dahi söylenebilir. Phillip’in kurduğu müzik grubunda Carol’ı çalmayı çok sevdiği çellodan başka bir enstrümana yönlendirdiğini öğrendiği sahnede The Guide’ın tepkisi, seyirci için kırılma anı… Tam da orada The Guide’ın insan elinden çıkma bir program olduğunu anlıyoruz. Temelinde bir insanın bakış açısı ve ahlaki değerleri var ve bu, her şeyi değiştirebiliyor. Phillip ile YZ olarak değil, YZ’yı yazan insan olarak iletişim kuruyor ve tam da sahip olduğu insani nitelikler nedeniyle hedefine ulaşıyor.

        “Black Mirror” gibi her bölümde farklı hikâyelere odaklanan antoloji dizilerinin yeni sezonlarda beklentileri karşılaması kolay değil. Ama kendi adıma yedinci sezonun tüm bölümlerini ilgiyle seyrettiğimi söyleyebilirim. (Netflix)