Mucidi Amerikalı bir dişçidir. Ketenhelva diyordu eskiler, sonra İngilizcedeki “cotton candy”den direkt çevirdik, “pamuk şeker” demeye başladık, hani bitki olan, bildiğimiz tekstil mamullerinde kullanılan pamuk… Bu yeni isimli haliyle ilk defa tanışan çocuklar, yumuşaklığından dolayı böyle bir isim verildiğini sanırlar. Sahiden de pamuğa benzer. Rengarenktir. Rengini gıda boyasından alır. Pamuktan yapılmadığını öğrenince, şaşıran çok çocuk olmuştur.
Her işte olduğu gibi onun yapımında da şaşırtıcı bir simya var. Yapımına şahit olmuşsa eğer bir çocuk bir daha da iflah olmaz. Çünkü bir efsaneden, bir masaldan mahrum kalır.
*
Şekeri ısıtıp sıvı hale getiriyorlar. Bir mucizeye imza atıyorlar.
Pamuk şekeri makinası var şimdi. Makinanın tam ortasına oyulmuş bir plakanın içine bir kaşık şeker koyarlar. Bir kaşık şekerden bir sürü pamuk şeker yaparlar… Makine çalışır, alttan ısınmaya başlamış olan plaka dönmeye başlar, plakanın içinde eriyen şeker, hızlı dönmenin etkisiyle yavaş yavaş yukarı doğru çıkar. Plakanın yukarısında, oda sıcaklığındaki havayla temas ettiği anda şeker donar, plakanın içine örümcek ağı gibi yayılır. Yayılan şekere boya serpilir, döndürülen çubuklar yardımıyla toplanır.
Bütün o kocaman hayal, bütün o sınırsız çocukluk alemi sadece beş dakikada, bir kaşık şekerle elle tutulur bir hal alır.
Elinizde çocukluğun o muhteşem şiiri vardır artık. Pembesi, mavisi, kırmızısı, yeşiliyle rengarenk bir masumiyet çağına gideriz. Hiç kimse suç işlememiştir. Hiç kimse günaha girmemiş, bütün günahkârlar affa uğramış, bütün suçlular cezalarını çekmiştir. Çocukların dudaklarında pembe bir iz bırakır. O iz hayatı boyunca o çocukta kalır. Masumiyet çağını aşıp hilebazların, düzenbazların, ikiyüzlülerin, kalpsizlerin, merhametsizlerin hükümran olduğu günahkârlar çağına ayak bastığında, dudağının kenarında kalan o pembe izi Allah’ın emaneti olarak taşıdığını görür. Huzura çıktığında onu; başta bu kadar günahkâr değildim, beni bu hale getirenlerden olmadığımın kanıtı aha dudağımın kenarındaki bu pembeliktir ya Rabbim diye şahit gösterir.
*
İkinci Cihan Harbi bütün cephelerde insanlığa kan kustururken, kara tayın karneyle dağıtılırken memlekette, 9 Ocak 1943’te “Yürüyüş” dergisinde Sait Faik’in “Ketenhelvacı” adında bir hikayesi yayınlandı.
Anlatıcının yaşadığı köye, 1942 senesinde, ta İstanbullardan kalkarak gelmiş bir ketenhelvacının hikayesi…
İstanbul denilen o şehir, ne menem bir şehirdir? Merak eder hikayeci. Nerede o eski İstanbul? Sapa semtlerinde, bazı küçücük dükkanlarda beş kuruşluk zeytinyağı, yüz paralık sirke, yedi kuruşluk gazyağı satıp haline şükreden esnaf yaşardı bu şehirde. Şimdi öyle mi? Şimdi herkes “ihtikâr”, yani vurgun peşinde.
Sahi, harp mı bu hale getirdi şehri?
O şehrin sokaklarında bir ketenhelvacıyı anlatmaya başlar.
Kutusu bir kayışla boynuna asıldır. Yükü çok hafif, hepi topu bir kilo ağırlığında. Dışarıda harp var, içeride ihtikâr… Dışarıda harp, içeride vurgun var. Bedbaht seneler… O harap haldeki İstanbul’un sokaklarında duyulan bir ketenhelvacının sesi şehrin tekmil ahalisini, daha çok da çocukları alıp nerelere nerelere, harbin, vurgunculuğun olmadığı zamanlara götürüyor.
Niye böyle peki? Çünkü hikâyenin anlatıcısına göre “ketenhelvacı bir masal mahlukudur. O da göçüp gittikten sonra belki ketenhelvacıların nesli tükenecek.” Ama bugünlük onunla yaşayacağız. Ah neler olmuş şehirde… Çocuklar eski çocuklar değil artık. Hele kadınlar, hiç eski kadınlar değil. “Sayfiyenin Fransızca konuşan mavi gözlü çocukları öğlen uykusuna yatmışlar. Onların eline çikolata geçmiş, ketenhelvayı ne yapacaklar? Onlar için ketenhelvacı bir masal insanı bile değildir.” O sadece o yoksul, şehrin eski zamanlarını bilen anlatıcı için; “masalları süsleyen, şehzadeler, sultanlar, kahveci güzelleri, hallaçlar gibidir.” Şimdiki çocuklar onun şeker satarken bağırdığı lisanından bile anlamazlar:
“Fakirin halinden anlar fakir
Benden ketenhelvası alan hanım, çakır.
Kapıdan bir tane daha çıkarsa
Kara gözlüm
Kutum kalacak tamtakır.”
Hikâyeyi bize anlatan adam, bahçesinde oturmuş onu düşünüyor. Sahiden, kimdir bu ketenhelva satan adam? Ketenhelva satarak geçinebilir mi bir insan? “Yoksa ketenhelvacıların -bir masalda olduğu gibi- bir beytine bir kese altın verecek sultanlar mı vardır hâlâ İstanbul’da? Yoksa bu işi zevk için mi yapıyor? Bir yerlerde çalışıyor da tatil günlerinde ketenhelva satarak gününü mutlu geçirmek isteyen birisi midir? Nasıl bir adamdır? Kaç yaşındadır? Üstü başı nasıldır?” Sonra, kutusunun şeklini düşünür. Hikâyenin girişinde, kutusu için bir kayışla boynuna asılı demişti, gerçekten de öyle mi? “Yoksa dondurmacılarınki gibi iki omza bir sırıkla tutturulmuş iki kutulu mudur?”
“Kimseler bilmedi.
Gözüm yaşım silmedi.
Oğlum sekiz, torunum yedi.
Ben kazandım o yedi.
Vay ne güzel ketenhelvam!”
Bu adam olsa olsa bir şairdir. Ama bu yaşta torun sahibi olabilir mi? Peki nerde oturuyor? Muhakkak Kasımpaşa’da. O ses, bütün mahalleye yayılan o “bıçkın ses” ancak bir Kasımpaşalıdan çıkar!
Anlatıcı, düşüncesini daha da derinleştirir.
“1942 senesinde 12,5’luk kundura yaldızı kutusunu 125 kuruşa satan Ermeni Kevork Efendi’nin yanı başında bir ketenhelvacının yaşaması ne garip şey!” O yıllarda harp birçok insanı bu şehirde zenginleştirmiş ama o zenginlerin hiçbirisi doymamış, her şeyin üçkâğıdını bulmuş, vurgun vurmanın yollarını keşfetmiş mesela “bir lamba şişesinden yüz kâr, bir makaradan 50 lira kâr yapmak usulünü öğrenmişlerdir.” Fiyatları belirleyen onlar, canları kaça istiyorsa ona satıyorlar her şeyi. Mesela yedi liralık ayakkabıyı otuz yedi liraya veriyorlar. Şehrin bu korkunç günlerinde, bir adamın sokaklarda “ketenhelva satarak geçindiğini görmek, daha doğrusu işitmek… Neredesiniz masallar?”
Anlatıcı merak eder, ne yapıp edecek, adamı görecek.
Köyün çarşısına iner, kestaneci mangalın önünde oturmuş, ona ketenhelvacıyı sorar, kestaneci “çocukluğun aklına geldi galiba beyim” deyince, kestaneci Ali’ye “Öyle oldu… Hayır, şaşırıyorum, bu adam ne kazanır diye?” cevap verir.
Kestaneci, “Kazanır beyim… Değil ekmek parasını çıkarmak, rakı parasını da çıkarır. İçmeden yapamaz o! Ben tanırım. Şimdi muhakkak sarhoştur. İşte gözüktü,” deyince ketenhelvacı bir aralıktan çıkar. “Esmer bir yüzü vardı. Kasketinden taşmış siyah saçları yakına gelince kırçıllaştı. Gözleri harikulade. Kalın gür kaşları var. Sırtında ceketi yok. Bir kruvaze yelek giymiş.: Ön cepleri büyük. Kırk iki senedir bu işi yaparmış. Yazın nane satarmış. Sonbahar ve ilkbaharda keten helvası.” Allah’ın verdiği bereketten bahseder anlatıcıya. Sarhoş değildir. Bu kestaneci Ali’nin uydurmasıydı. “O da; belki ayda yılda bir, Kâğıthane’de zurna dinlerse, içermiş.” Yoksa hiç içmezmiş. Bazen de efkarlanırmış, oğlu mahpushanedeymiş, o efkâr anlarında belki…
“Ayağında yarısı bitmiş lastikler vardı. Onları arkadan kınnapla bağlamıştı. Bir ayağı dimdik, bükülmüyordu, onu sürüklüyor, ötekini kıvırarak yürüyordu.”
Anlatıcı sorar:
“Siz ketenhelvacılar şairsiniz değil mi?”
Ketenhelvacı utanır, cevap vermez. Niye cevap vermediğini anlamaz anlatıcı ama bundan, “ne haddimize efendim” veya “evet, haklısınız, şairiz, başka ne olabilirdik” gibi manalar çıkarır.
Kestaneci Ali’ye döner ketenhelvacı, vapurun saatini sorar, üç buçukta olduğunu teyit edince, “Öyle ise bir volta daha vurayım mahallelerde; belki bir şey çıkar. Ekmek parası! Allah bereket versin!” der.
“Mağrurdu” ketenhelvacı, zemine ve zamana uygun bir beyit daha söyler hareket edince:
“Kaldım bir kemik bir deri,
Volta vururdum mahalleleri.”
Sait Faik, hikayesini şöyle sona erdirir:
“En tuhafı; bahçeden onun sesini işittiğim zaman, düşündüklerimin yarısının doğru olması idi. Torunları da vardı. Kutusu dondurmacınınki gibi değildi. Bir kayışla boynundan asılmıştı. Kutusu derin bir kutu idi. Bir kilise gibi kubbesi vardı. Kutunun kenarında bir de cep gibi bir çıkıntısı. Oraya sarılı, pembeli, yeşilli ince kâğıtlar doldurmuştu. Üstelik Kasımpaşalı idi de.
1942 senesi Eylül ayında gazeteler, ihtikâr havadisleriyle intişar eder dururken İstanbul sokaklarında, arkaları yenmiş lastik ayakkabılarıyla bir ketenhelvacının mevcudiyetini düşünmek; insanı masalların memleketine sürüklüyor. Masalların kötü, aldatıcı, yalancı, hain memleketine. Kahrolsun masallar!”
*
Bencileyin kelime fukarası muharririn; Sait Faik gibi heybesinde balıkçılara, çımacılara, süt mısırcılara, kestanecilere, vapurlarda çay simit satanlara, karpuz sergisi, park, bahçe bekçilerine, lunaparkçılara, kederli papazlara, zangoçlara, cami cemaatine, külhanbeylere, zamparalara, gece gezen kadınlara, hallaçlara, sarhoşlara, şehrin delilerine, topal martılara, ay ışığına, havadaki buluta, “Eleni ile Katina”ya, “Falcı Matmazel Todori’ye, “Kumarbaz Hayri Efendi”ye, sonbahar hüzünlerine, bahar sevinçlerine, kış kasvetine, yüksek kaldırım yosmalarına, sur dibi hayatlara, şehrin sabahlarına, “Haritada Bir Nokta”ya, “Sivriada Geceleri”ne, Alemdağ’daki yılana, Panço’ya, hişt hişt sesine, koltuk değnekli adama, uçurtmalara, salıncaklara ve tekmil hayata dağıtacak kadar kudretli kelimeleri olsaydı eğer; orada, çok uzakta, ışığın yükseldiği yerde, Cizîra Botan’da, 1990 Newroz’unda tam yüz kişinin öldürüldüğü, “Mem û Zîn”in mezarının bulunduğu yerde, kısa yaşayıp uzun ölenlerin diyarında, geceleri yolları ay ışığının aydınlattığı, yıldız tozundan sarhoş insanların yaşadığı o kederli coğrafyada; baharın ve dirilişin kutlandığı Newroz bayramında, bayram yerine kadınların allı yeşilli, güllü çiçekli fistanlarına bürünerek gittiği, çocukların güle oynaya annelerinin eteklerine yapışarak onlara eşlik ettiği sırada; sabahın erken bir saatinde, yoksul evinin bir yerine bir gün önce alıp bıraktığı, sabah olunca “bayram yerinde satarım” dediği pamuk şekerleri alıp oraya giden, hayatın önüne engeller koyduğu, elindeki pamuk şekerlerin tümünü satarsa eğer kazanacağı parayı düşünen çaresiz genç adam ile o sırada o çaresizin halini görüp içine sımsıcak bir şeyler dolan, “haydi hepsini şu talihsiz oğlandan alayım da onu bu azaptan kurtarıp şu iri gözlü çocukları sevindireyim” diye düşünen şefkatli bir polis memuru ile o şekerleri dağıttığı, anneleri babaları savaşın içinde büyümüş, korkunun ruhlarında derin bir tahribat bıraktığı ürkek çocukların sevincini, mutluluğunu anlatan bir hikâye yazardım.
*
Sait Faik’in hikayesi, ikinci cihan harbinin içinde, elindeki mallara istediği fiyatı koyup zenginleşen vurguncuların cirit attığı bir şehirde, birkaç kaşık şekerle kendisinin yaptığı ketenhelvayı satan ve tam kırk iki yıldan beri onunla geçinen, hayatından memnun bir adama dair hikayeydi. Benim düşündüğüm hikaye ise, tam kırk beş yıldan beri süren berbat bir savaşın insan ruhunda, kederli bir coğrafyada yarattığı tahribatın içinde büyümüş insanların; savaşın bitme ihtimali karşısında bile koşa koşa bayram yerine gidip sevincini haykırmak isteyen kalabalığa, “madem bayram, bari payıma düşeni ben de alayım” diye çocuklara pamuk şekeri satmak isteyen engelli bir gence, ondan bütün şekerleri satın alan bir polise ve o şekerleri ürkek ürkek polisin elinden alan boncuk gözlü çocuklara dair olacaktı.
2024 senesinin sonbaharında, umudun tamamen tükendiği yerden Devlet Bahçeli’nin yeniden dirilttiği bir filizle, bir mucizeyle barışın tekrar kapımızı çalmış olması, Sait Faik’in deyimiyle “insanı masalların memleketine sürüklüyor” ama onun tarif ettiği “kötü, aldatıcı, yalancı, hain” masalların değil, “umutlu, aydınlık, yaşanmış, ülke sevgisini diri tutan” masalların memleketine hem de. O memleket orada, bizi bekliyor bu bayram gününde.
*
Peki, yazmayı düşündüğüm hikâye nereden geldi aklıma?
Geleceğin reisicumhur namzedi adamın hepinizin çok iyi bildiği, o tükürük saçan öfkeli konuşması vesile oldu buna. Yüzüne baktığınız zaman “bu adam doğduğu günden beri zinhar, bir an bile gülmemiştir” hissiyatını veren, yüzünde şefkatin hiçbir izine rastlanmayan adamın… Newroza giden çocuklara pamuk şekeri bile çok gören, hele o pamuk şekerleri bir polisin dağıtmış olmasına dayanamayan adamın hınç dolu sözlerinden çıkacaktım yola…
Ama yazamadım. Yazamadım çünkü “çocuklara pamuk şekeri” bile çok gören bir adam, hikâye kahramanı bile olsa “inandırıcı” olmayacaktı. Hayatın gerçeği, sanatın gerçeğinin çok önüne geçmişti.
En iyisi onu pamuk şekerin adaletine havale etmek dedim kendi kendime. Hafifliğine bakmayın, pamuk şeker de çarpabilir insanı bazı durumlarda. Nitekim çarptı da. Bir ses duyuyorsa o adam şimdi etrafında, tam kırk beş seneden beri pamuk şekere bile hasret kalmış o çocukların ahıdır; aha bu da böyle biline.
Çocukların elinden pamuk şekerin eksilmediği, hep birlikte, milletçe nice bayramlara!
Ramazan Bayramınız mübarek olsun!