Her yer, önümüze dikilmiş kapkara bir duvar gibi kör karanlıktı.
Gecenin koynunda, zifiri karanlıkta, ayaklarımızın altında gezinen sayısız börtü böceğin her biri, kendi alemine doğru yolculuk halindeydi.
Biz de kendi yolculuğumuza çıkmıştık.
Gece her türlü kanun dışı eylemi, bir sır saklar gibi bağrında saklayacak kadar karanlıktı.
Eylem planını önceden, en ince ayrıntısına kadar bize anlatmıştı komutan. En ufak bir zaafın cezası ölümdü. En küçük bir hata hepimizin mahvı demekti. Kurallar katıydı, emirler kesindi. Hiçbir hata affedilmeyecekti.
Yolumuza dikenli çalılar çıkıyordu. Önümüze sarp kayalar dikiliyordu. Dikenler canımızı acıtıyordu. Sivri taşlar ayaklarımızı acıtıyordu. Çalıları eziyorduk. Taşlara basıyorduk. Canımızın acısını duymuyor, ayaklarımızın ağrısını hissetmiyorduk. Gidiyorduk. Acelemiz vardı.
Eylem günler öncesinden planlanmıştı. Keşfe gidenler iyi haberler getirmişti. Mevzilerin yeri saptanmış, nöbetçi çukurları işaretlenmiş, hedefin etrafındaki bütün tuzakların yeri önceden tespit edilmişti. Eylemin başarısı için her şey hazırdı.
Komutan uzun uzun bu eylemin diğer eylemlere benzemediğini anlatmıştı. Başarmalıydık. Başaramazsak eğer, yükseltilere sığınabilmek için fazla zamanımız olmayacaktı. Destek kuvvetler her an yardımlarına gelebilirdi.
Üzerime aldığım görevin altında ezilmemeye çalışarak yürüyordum. Karanlıkta, ayaklarım yolu biliyormuş gibi gövdemi, sonunu henüz bilmediğim bir meçhule doğru sürüklüyordu.
Yamacın arkasındaki karakola ait mevzide nöbet tutan benim yaşlarımda, yüzünü hiç görmediğim, hiç karşılaşmadığım, başka zamanda, başka yerde karşılaşsak, belki de arkadaş olacağımız birisini öldürmeye gidiyordum. Buradan gittikten sonra, ince belli bardaktan çay içebilecek, sabahları istediği saatte yataktan çıkma özgürlüğüne elde edebilecek birisini mesela…
Ben de öyle yapardım üniversiteye gitmeden önce. Geç uyandırırdı anneciğim beni. Her sabah yumurta kırardı bana. Sonra üniversitede okumak için o şehre gittikten sonra, Bursa’ya, rutubet kokan bir evde yaşamaya başlamıştık Doğan’la. Ayvalıklıydı Doğan. Bir yerim acısa, onun canı yanardı. Sabahlara kadar şiir okurduk birbirimize. İkimizin de muhayyel birer sevgilisi vardı. Ders çalışmadığımız zamanlarda, ben ona dağların insanı çeken asaletinden, o bana Ege’nin geniş ovalarının bereketinden söz ederdi. Benim çocukluğum menekşe, nergis kokan dağların eteklerinde geçmişti; onunsa zeytin ağaçlarının gölgesinde… Onun için yemek yaparken, ben bütün yemeklerde kekik tadı arardım, o ise ille de zeytinyağının… Bir tek yemek zevkimiz uyuşmuyordu. Ona kızdığım zaman “bisküvi çocuğu” diye takılırdım, o da bana “keko” derdi. Anadilimde “keko”nun “kardeş” anlamına geldiğini söylediğimde ne kadar şaşırmıştı Doğancık!
Doğan’a benziyor mu acaba biraz sonra kurşunlarıma hedef olacak olan çocuk?
Gideceğim gün, bir gece önce hiç susmadan sabaha kadar konuşmuştuk Doğan’la. Ona Ahmed Arif’in şiirlerini okumuştum. Hani aşık olup da bir türlü açılamadığım o kız vardı ya, hani “kapama gözlerini üşüyorum” dediğim o kızı hatırladıkça, çaresizlikten dönüp dönüp Doğan’a yeniden okuduğum şiirlerden… Sıkılmıştı çocuk ama belli etmemişti. Son görüşmemiz olduğunu biliyordu ama ben bilmiyordum o gece. Sanki seyahate çıkıyordum. Gidip o dağların doruklarında yetişen çiçeklerden toplayıp getirecektim buradaki arkadaşlarıma. Hayır önce kendi halkıma! Koklayamadıkları kendi dağlarının çiçeklerini koklatacaktım onlara. Hepsi o kadar.
Kulaklarımda uğultu büyüyordu. Yanımda yürüyen arkadaşlarımın ayak seslerini bile işitmiyordum. Her yerde sadece karanlık ve sessizlik vardı. Karanlıkta sessizliği bir arda hiç yaşadınız mı? Ben çok yaşadım. Dağ başlarında, derin ormanların kalbinde, karanlıkla sessizlik çok sever birbirini. Adeta sevişirler. Hangisi daha can sıkıcı hangisi daha boğucu karar vermek zor. Sessizlik dalga dalga gelir üzerine, karanlık bataklık gibi çeker içine. Böylesi anlarda, uçsuz bucaksız, kocaman bir deryanın içindeymiş gibi yapayalnız hissedersiniz kendinizi. Görmediğiniz bütün bir dünya, bir uğultu olup beyninize hücum eder. Uğultunun içinde, belli belirsiz çocuk ağlamalarına benzer çığlıklar duyarsınız. Gerçek sanırsınız o çığlıkları, dehşete düşersiniz.
Bütün bu uğultuların içinde bir şarkı özlüyorum şimdi. Şarkı söyleyen bir insan sesini. Bir ezgi olsa şimdi, kulağıma gelse… Yanık olmasa daha iyi olur. Bursa’da, ilkbaharda çıktığımız Uludağ’ın eteklerindeki kır gezintisinde, aşkımı hiçbir zaman dillendiremediğim Arzu’nun o güzel sesiyle söylediği şarkılardan birisi olsa mesela… (Sahi ne oldu o kıza? Evlenmiş mi? Doğan, ben gittikten sonra onu sevdiğimi mutlaka söylemiştir ona. O çocuk vardı ya, barut esmeri oğlan hani, dağlara gitti demiştir. Duyunca ne düşünmüştür sahiden?) Bize radyo yasak. Onun için bir şarkı dinlemeyeli asırlar oldu. Müzik yasak, arkadaşlar müziği dinlerken görevlerini savsaklıyorlar. Burada bütün arkadaşlar yanık türküler söylüyor. Dağlar türkü çağırır ama onları da yüksek sesle söylemek yasak, ses disiplinine aykırı çünkü. Bu yüzden hafif bile olsa bir şarkının kırık nağmeleri duyulmaz buralarda, herkes içinden geleni içinde mırıldar.
Eylem yerine yaklaşıyorduk. Eylemin selameti bana bağlıydı. Bunu sıkı sıkıya tembihlemişti komutan. En stratejik noktaya önce ben ateş edecektim. Karakolun etrafını saran mevzilerden başlayacaktık. Herkes yerini aldıktan sonra -ki bunun an be an hesapları yapılmıştı- ben ilk ateşi açacak, ardından arkadaşlar ateş edecekti. Onun için grubun birkaç dakika önünde yürüyordum.
Karanlıktı. Bıçak saplasan işlemez kör karanlık… Karanlık elime, yüzüme, ayaklarıma, beynime yapışmıştı. Karanlık vıcık vıcıktı.
Anlaşılan bu gece Doğan yakamı bırakmayacak. Ne zamandır bu kadar aklıma düşmemişti oğlan. Gitme dememişti. Annem bile gideceğimi bilmiyordu. Bir tek o… Sonradan anneme haber ver demiştim ona. O yaz tatilinde birlikte gidecektik bizim oralara. Malabadi Köprüsü’nü çok merak ediyordu, sular altında kalmadan Hasankeyf’i görmek istiyordu. Söz vermiştim. O yaz onu bizim oralara götürecektim. Sözümü tutmadım. Giderken arkamdan ağlamadı. Öyle kaldı. Kuyunun dibindeki taş gibi. Sadece, “Demek gidiyorsun keko? Bana anlattığına göre sözü namus bellemişsiniz siz. Hani bu yaz beni…” dedi, başka da bir şey söylemedi. “Belki başka zaman, özgürlüğü alıp getirdiğimde,” dedim. Dedim mi yoksa kendimi mi kandırdım bilmiyorum. Sözüme kendim de inanmadım, o hiç inanmadı. Son konuşmamız bu oldu. Bir daha görmedik birbirimizi. Aradan üç yıl geçti. Okulu bitireli bir yıl olmuştur. Mühendis olmuştur belki. Üzerinde köprü olmayan bizim oralardaki bütün hırçın ırmaklara köprü yapmaktı düşü. Belki de yakınlarda bir yerlerde köprü inşa ediyordur, kim bilir?
Eylem yerine yaklaştıkça daha çok terliyordum. Kalp atışlarım gecenin sessizliğini yırtıyor gibi geliyordu bana. Sanki o zifiri karanlıkta duyulan tek ses kalbimin sesiydi. Göğüs kafesimden uçacak gibiydi. Sanki kalbim bana bir şeyler anlatıyordu. Yüreğim, önümde yürüyordu. Halbuki bu ilk eylemim değildi. Daha öncekilerin hiçbirinde bu hisse kapılmamıştım. Kanın kokusu çekiyordu galiba beni, vahşet çağırıyordu. Gece, içimdeki korku karışık ürpertiye, beni karanlığına hapsederek yardım ediyordu. Demek ilk önce ben ateş edeceğim! İlk kurşun benim silahımdan çıkacak! Doğan’ın bir akrabasını ilk ben öldüreceğim. Bu gece ilk cana ben kıyacağım!
Öldürmek… Bu fiil, hiçbir zaman bu gece geldiği gibi ürkütücü gelmemişti bana. İşim insan öldürmek değil ki! Buralara insan öldürmek için gelmedim ki ben! Öldürerek haksızlık yapmıyor muyuz birbirimize? Neyse, felsefe yapmanın sırası değil.
Şimdi yüzüstü sürünmenin sırası… Yaklaşıyoruz. Karakolun ölgün ışıkları görülüyor buradan. Ve komutanın iyice bellettiği noktaya varıyorum. Ateş edeceğim mevzi şimdi tam karşımda. Mevzide iki kişi var sanki… Korkudan boğulacağım. Boğazımı sıkan şeyin adı olsa gerek korku.
Mevzideki iki karaltı iki insana dönüşüyor şimdi. Başlarında miğfer var. Tüfeklerinin namlularını dışarıya doğrultmuşlar. Gevşek duruyorlar sanki. Belki de uykulu… Bir an önce şu nöbet bitse de yatağımıza dönsek gibi görünüyorlar gözüme. Fısıltıyla konuşuyorlar. Belli belirsiz bazı kelimeler duyuyorum. Yüzüstü uzandığım yerde, büyükçe bir taşı siper yapıyorum kendime. Silahımın namlusu kayanın üzerinde. Mevzide ayağa kalkmış, arkadaşına bir şeyler anlatanın göğsüne nişan alıyorum. Kalbimin atışları hızlanıyor. Biraz sonra tetik düşüreceğim, sonra buralar cehenneme dönüşecek. Titriyorum, soğuktan mı, korkudan mı bilmiyorum. Korku karışık gecenin serinliği, ürperti oluyor yüzüstü uzandığım kayanın arkasında. Toprağın ıslaklığını hissediyorum şimdi. Bütün vücudum ter içinde. Böylesi durumlarda her yerin titreyebilir, bir tek tetiği çekecek parmağına mukayyet olacaksın. Parmağın titredi mi cana kıyamazsın, ıskalarsın… Bir de hedef diye seçtiğin insanla göz göze gelmemelisin! Çünkü insan en çok gözlerine acırmış insanın.
Bir mucize oldu o sırada. Mevziden, aniden geceye bir tül perde gibi yayılıp, zifir karanlığı yırtarak gelip beni bulan bir ezgi duyuldu. Evet, o küçük kadının, o minik kuşun sesi bu. Mevzidekilerden birinin küçük el radyosundan, serin bir yel gibi geceye yayılan şarkının sözleri geliyor kulağıma. Çok zamandır, bir asır sanki, duymadığım o ses, susuz kaldığım kurak bir çölde dudaklarıma değen bir bardak buzlu su gibi serinletiyor her yanımı, ruhumu yıkıyor, yaşadığımı hissettiriyor; bütün o korkulardan, o karmaşık duygulardan alıp beni, hayatın o çıldırtıcı ihtişamına götürüyor. Minik serçe söylüyor, “Haydi gülümse… belki şehre bir film gelir… bir güzel orman olur yazlarda… iklim değişir… Akdeniz olur… gülümse…”
Küçük kadının sesi her şeyi bastırıyor. Buraya niye geldiğimi unutuyorum. Her şeyi unutuyorum. Namlunun arpacığına çoktan beyaz kefenini giymiş erin her şeyden habersiz duruşunu, arkadaşların işaretimi beklemelerini, eylemin selametini, halkımın kurtuluşunu, zaferimizi, komutandan göreceğim takdiri, her şeyi unutuyorum. Kısacık bir ana, bir şarkının başlayıp bitme aralığına sığacak kadar bütün bir hayatı sığdırmak elimde olsaydı eğer, yüzüstü uzandığım bu ıslak otların üzerinde bir daha kalkmayıp, bu ezgi eşliğinde bütün hayatımı geçirmeye hazırdım. Eylem biraz ertelenebilir. Bu şarkının bitimi kadar bir süre lazım bana. Hiç olmasa biraz sonra canına kıyacağım kurbanımla ortak bir anım olmuş benim de. Aynı şarkıyı son defa onun için de dinlemiş olayım hiç olmasa…
Şarkının bitmesini beklemem hata mıydı, karar veremiyorum. Yaptığım zaaf mıydı, ihanet mi ettim bilmiyorum. İçimde bir ses, o şarkıyı sonuna kadar dinle dedi. O sese kulak verdim. Bir insanın ömrünü, bir şarkının başlayıp bitmesi kadar geçen bir süre uzatmak istedim.
İhanet ettiysem eğer, cezama razıyım!
*
Malumat:
Kör şiddetin hayatımızı esir aldığı, savaş dehşetinin memleketin bir yanını cehenneme çevirdiği 90’lı yıllarda bana anlatılan bu hikâyeyi, 2001 yılında yazdım. Bir dergide yayınlandı önce, daha sonra da “Gölgeler Çabuk Ölür” adlı kitabıma aldım. Ardan 24 sene geçti, 2025 yılının mayıs ayında PKK silahlı mücadeleye son vererek kendini feshetti, savaş bitti. Bundan sonra tek dileğim, hiçbir yazarın bir daha buna benzer gerçek bir hikâye yazmak zorunda kalmamasıdır!