Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Alfabe Lahitleri"nin içinde ne var?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Feshane’deki geniş alana yayıldıkça yayılmış; bir sanatçının bu kadar eser yapabilmesi için yemeden içmeden, gezip uyumadan gece gündüz çalışması gerekir hissini veren Ahmet Güneştekin’in “Kayıp Alfabe” sergisinin hemen girişinde karşıma çıkan; memleketinden kaçarken yoluna çıkan engin denizlerin soğuk sularında önce umutlarını, sonra sevdiklerini, en sonunda da canlarını bırakan çaresiz muhacirlerin ruhumuza bir kâbus gibi çöken dramlarını, iki sert kayanın arasına sıkışıp kalmış bir bavulun can çekişmesiyle anlattığı o muhteşem eseri, gardımı almadan zalim bir yumruk gibi indi böğrüme. Olduğum yerde kalakaldım. Bir anda kendimi o iki kaya arasında ezilmiş bavul olarak gördüm. Aralarına sıkışmıştım. İki güç beni mütemadiyen eziyordu. Biri kaçmak zorunda olduğum vatanımın o sırada hali her neyse, -bu iç savaş olabilir, kendine benzer olanlardan başkasına hayat hakkı tanımayan totaliter bir yönetim olabilir veya başka bir şey-; öteki de varacağım yerde -o da varabilirsem eğer-, bana hemen kıymetsiz eşya muamelesi yapıp çöpe atacak herhangi bir Avrupa devleti… (Bunun böyle olacağını bildiğim halde henüz gerçeğe kendimi inandırmamışım.) Baş edilmesi mümkün olmayan iki kuvvet, mengene oldu, sıkıştırmaya başladı beni. Ben zavallı bir bavulum, içim bomboş… Sahibimin kıymetli, kırılacak eşyasının tümü kırık kalbiyle birlikte anayurdunda kalmış, içimde birkaç parça libas, bir de belki bir albüm, beni sıkıştıran iki azman mengene karşısında ne yapabilirdim ki; böyle çaresiz, böyle ezilmiş büzülmüş, böyle canı çıkmış, böyle nefessiz kalmaktan gayri...

        Bavul olmaktan vazgeçtim. Bütün bu ağırlığı içime sığdıramazdım. Belli ki bu devasa alanda karşıma çıkacak olan her şeyle özdeşlik kurarsam eğer, serginin sonunu getiremeyeceğim.

        En iyisi “Alfabe Lahitleri”nin önünde durup soluklanmak…

        *

        Şair İlhan Berk, “tacir” demişti alfabe için… Neyin “taciri”dir sahiden alfabe? Umudun mu, anlaşmanın mı, anlaşılmanın mı, neyin ticaretini yapıyor harfler ya şair? Her şairi bir harfe benzetmişti İlhan Berk ki Ahmet Haşim’i içe dönük olduğu için e’ye; Yahya Kemal’i belki alfabenin üçüncü harfi olduğu için c'ye benzetmiş; Necip Fazıl için “alfabe yeniden kurulmalıdır ve de harf dışı düşünülmelidir” demiş; Nazım Hikmeti de “resim güzelliğinde olduğu için s’ye” benzetmişti. Diğerlerini saymıyorum artık.

        Harflerle beslenen büyücüler varmış fi tarihinde. Acıktıkça harf yiyorlarmış. Harf yedikçe daha çok acıkıyorlarmış. Şair de o büyücülerden, belli… Gördüğü her şeyi, eşyayı, nesneleri, doğayı her şeyi harf olarak görüyordu çünkü.

        Ahmet de öyle… Ama Ahmet’in gördüğü bütün her şey, kayıp ama ne zaman kaybolduğu hiçbir harf büyücüsünün ki buna Yaşar Kemal de dahildir bilmediği bir alfabe…

        *

        Peki alfabe nedir? Bu sorunun cevabı da Sevan Nişanyan’dan… “Elif’in Öküzü”nde anlatır.

        “Alfabe”nin geldiği “alfa, yani “elif”, Fenikecede “öküz” demekmiş. Her şeyin başı öküz yani… Yakın zamana kadar öküz Anadolu’da neredeyse en kıymetli varlıktı. Şaire göre kadınlarımızın sofradaki yeri bile ondan sonra geliyor, başköşe onundu. Bir Kürt halk şarkısında “çocukların babası” olarak geçer. O ölürse tekmil aile aç kalır çünkü. Öyle gerekli ve vazgeçilmez bir hayvandı ki hayatımızda “dünyayı bile boynuzları üzerinde taşır”dı. Anlayacağınız dünyanın bütün yükü öküzün sırtındaydı. “Alfa”, yani “elif” ona denmeyecek de kime denecek?

        Bundan üç bin yıl kadar önce Fenikeliler icat etmiş alfabeyi. Nişanyan’ın verdiği bilgiye göre daha önce her biri basit bir kavramı ifade eden simge ve resimlerin 25 kadarını almışlar, her birini adının ilk sesini simgelemek için kullanmışlar. Öküz anlamına gelen “alep” “a” olmuş, ev anlamına gelen “bēt” “b”, cirit sopası anlamına gelen “gmel” “g”, “kapı” anlamına gele “dalıt” “d” olmuş. Fenikelilerin icadı komşuları Suriyeli Aramilerle İbranilere geçmiş, aynısını daha sonra Yunanlar taklit etmiş. Harflerin biçimleri değişmiş ama isimleri aynı kalmış. Arami ve İbrani alfabesinin ilk dört harfi “aleph”, “beth”, “gımel”, daleth”; Yunan alfabesinin ilk dört harfi ise “alpha”, beta”, “gamma”, “delta”… Arap alfabesi ise, Hazreti Muhammed’den 300 yıl önce çıkmış ortaya, onun esin kaynağı ise Aramicedir ki, Aramice bugünkü Süryanicenin atasıdır; Arapça harf isimlerinin “elif”, “ba”,”cim”, “dal” olmasının sebebi budur. Kelimeler, zamana kafa tutmak için başka anlamlara bürünür zamanla. Fenikelilerin 3 bin yıl önce “öküz” anlamına gelen Elif’i, bugün Türkiye’de doğan her on kızdan birine verilen muhteşem bir isimdir artık.

        Özetle Mahir Ünsal Eriş’in “Babil Kulesi Kitabı”nda dediği gibi, “böylece Mısır hiyeroglifinin “öküz”ü, Fenikelilerin “Aleph”i, Süryanilerin “Alap”ı, İbranilerin “Alef”i, Arapların “Elif”i, Yunanların “Alfa”sı, Latin ve Kiril alfabesi kullanan ulusların “a”sı oldu ve bugüne gelindi.

        *

        Bir de kör ermiş Borges’in “Alef”i var. Onu şöyle anlatır “Alef” adlı hikayesinde Borges:“Son olarak iki gözlem daha eklemek istiyorum; birincisi Alef’in özü ikincisi adı üzerine. Bilindiği gibi Alef İbrani alfabesinin ilk harfidir... Kabala’da bu harf katışıksız hem de sonsuz olan tanrının, Soph’un başını tarif etmek için kullanılır. Alef’in hem göğü hem yeri gösteren bir insan biçiminde olduğu da söylenir, bu insan aşağıdaki dünyanın yukarıdakinin aynası olduğunu ifade edermiş...”

        Kör muharririn derdi buradan yola çıkarak modern insanın iletişim serüvenini anlatmaktır. Bize, işaretlerini daha o zaman, 1945’te gördüğü bugünkü iletişimde varacağımız yeri göstermek. Bilgisayarın başına geçen herkes, dünyanın her yerinde istediği noktada istediği “bilgiye” ulaşabiliyor artık. Sahi bilgi nerden ulaşıyor bize? Yaman sorudur bu soru. Bir de çağdaş insan nasıl biridir? Onun hikayesini de şöyle anlatır Borges:“Çağdaş insanı şöyle görüyorum: En gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramafonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle ...”Bugünkü interneti, cep telefonlarını, sesten hızlı bilgisayarları, hatta yapay zekayı da ekleyin bu gelişmelere ve şu soruyu sorun ona: Bütün bu muazzam teknik donanım kuşanmış insanın neye ihtiyacı var artık? Belasını mı arıyor?

        Neden bir bavul olup iki kaya arasında sıkışıp kalıyor hâlâ?

        *

        Bavulu geçmiş, “Alfabe Lahidleri”ne varmıştık. O lahitlerin içinde ne var sahiden? Bunu Ahmet’e sormadım. Sorsam bile kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Durup düşündüm bir lahidin karşısında. Sahiden, “Kayıp Alfabe” bu lahitlerin içinde olabilir mi? Aklıma ilk gelen, Ahmet’in ana dili Kürtçe oldu. Ama önce “Lahit”in ne olduğuna bakalım…

        Lahit, özellikle Antik Çağ’da insanların ölülerini muhafaza ettikleri, genellikle yeryüzünde sergilenen ve çoğunlukla taştan oyulan, sandık şeklindeki mezardır. Firavun icadıdır, kalker yontularak hazırlanır. Böyle; eşsiz bir tablo yaparak, muazzam bir şiir, dehşet bir roman, olağanüstü bir hikaye yazarak, fevkalade bir senfoni besteleyerek, bir keşif yaparak, bir hastalığa çare bularak ölümsüz kalma fikri o tarihlerde insanların beynine yerleşmediğinden henüz, kendini dünyanın en gerekli şeyi sanan, o olmasa dünya hiçbir şeye yaramaz diye inanan, dünyanın onun varlığıyla bir anlam bulduğu fikrine kapılan ama neylesin işte bir tek ölümle baş edemeyen, ruhu uçup bedeni bu dünyada kalan Firavunlar, bedenlerini öyle sağlam bir kayadan kutunun içine koyduracaklardı ki kıyamet gününe kadar o kayaya zeval gelmeyecekti. Bu modern öncesi insanın ölüm karşısında bulduğu ebedi olmaya dair çözümdü. Peki, günümüz insanı lahitlere neden ihtiyaç duyar?

        Belki de “ötekinin” sesini bastırmak için! O sesi öyle sağlam kayadan sandukaların içine hapsedelim ki, o sesin sahipleri yaşadıkça “kalker sancısı” çekip dursun!

        Bundandır, sormadım ama Ahmet’in “lahitlerinin” içinde anadili Kürtçenin çok uzun yıllar yasaklı almış alfabesinin harfleri, “X”, “W”, “Q” ve ötekiler vardı. Üç lahitten biri “X”nin, biri “W”nin, öteki de “Q”nin lahidiydi. “X”de “xemgîn” (gamlı), “xemrevîn” (uykukaçıran), xwîn” (kan), “xîret” (güç), xwarin (yemek), “xeyal (hayal), “xanî (ev), xatir (saygı), xal (çizgi), xalxalok (uğurböceği), xapînok (sahtekar), xwestin (istemek), xelat (hediye), xemilandî (süslü), xweşkok (güzel), xunav (çiy) ve başkaları vardı…

        W” Lahdinde, welat (memleket), war (yurt), wêran (virane), winda (kayıp), wekhev (benzer), westiyayî (yorgun), weşandin (yaymak), wêne (fotoğraf), wijdan (vicdan) ve başkaları…

        “Q” Lahidinde ise, qîrên (çığlık), qewl (kavil), qaçax (eşkıya), qalik (kabuk), qebqeb (keklik ötüşü), qedexe (yasak), qelem (kalem, diken), qencî (iyilik), qîr (ferman), qirêj (kir), qureder (zehir), qurmiçî (buruşuk) ve öteki kelimeler vardı.

        *

        O kelimeler; sonsuza kadar nefessiz kalsınlar diye o lahitlere kapatılmadan önce Kürtlerin de öteki halklar gibi kapıldığı milliyetçilik cereyanı, siyasal bir milliyetçilik değildi henüz; Ahmet Kardam’ın deyimiyle “Osmanlıcı, kültür milliyetçiliği”ydi o sırada.

        Kürt milliyetçiliğinin anayurdu, sanıldığının aksine herhangi bir Kürt şehri değil, hepimizin şehri olan İstanbul’dur. İstanbul’a Kürtler, daha sonra olduğu gibi hamal olarak gitmediler. (Köylerinin yakılıp iç muhacir olmaları çok sonrasının işi.) Kürtler İstanbul’a götürüldüler. Devlet götürdü onları. Üç meşhur Kürt ailesinin çocukları başlattı her şeyi. Şemdinli’den İstanbul’a götürülen Geylani ailesi; Cizre’den götürülen Bedirhani ailesi ve Süleymaniye’den götürülmüş olan Babanzadeler… (Diyarbekirli Cemilpaşazadeleri de daha sonra bunlara dahil etmek gerek.) Geylaniler, Bedirhaniler ile Babanlar giriştikleri isyanlardan dolayı yediden yetmişe aile efradı, hatta aşiretleriyle mecburi ikamete tabi tutuldular İstanbul’da. 1847’de Kürdistan’da “merkezileşmeye karşı” başlayan isyanlardan sonra İstanbul’a sürgüne götürülen Bedirhanilerin de Geylanilerin de Babanların da çocukları bu şehirde çoğu Mektebi Sultani’de okuyarak imparatorluğun uzak bölgelerinde mutasarrıflık, kaymakamlık gibi vazifeler üstlendiler. Bazıları Sultan yaveri, adliye müfettişi, Şuray-ı Devlet azası, paşa, teşrifat şefi, belediye meclisi üyesi, şehremini falan oldular. Amaç o çocukları yine Kardam’ın deyimiyle, “devlet mekanizmasının içinde hapsederek kuşatıp kontrol altına” almaktı. Bir daha hiçbiri kendi ülkelerine geri dönmeyecek, beylik sistemi de kendiliğinden yok olacaktı. Öyle de oldu. Oldu olmasına da insan nereye giderse gitsin köklerini de beraberinde götürür. Ağaca benzer insan, kökü yanında değilse eğer, dünyanın en usta bahçıvanının eline bile düşse kurur gider.

        Bu yüzden bu çocuklar büyüyüp “encamlarına vakıf olunca” İstanbul’da Kürt derneklerini kurup, Kürtçe dergiler çıkardılar. Ama o derneklerin tüzüklerine bakın, o dergilerde (Jîn, Serbesti, Şark ve Kürdistan, Rojî Kurd, Hetawî Kurd vb) çıkan yazılara bakın, -ki Said-i Kurdî (Sait Nursi)’den Dr. Abdullah Cevdet’e kadar bir yığın Kürt münevveri bu dergilerin yazarları arasındadır- herkesin “Osmanlıcı, Kürt kültür milliyetçiliği” yaptığını göreceksiniz. Babanzade İsmail Hakkı’nın o dergilerden birinde yazdıkları şu satırlar, hepsinin söylediklerinin özetidir bir bakıma:

        “Kürtler her şeyden önce Müslümandırlar, ondan sonra öz Osmanlıdırlar. Üçüncü derecede de Kürt’türler. Dünyada hiçbir güç düşünülemez ki, Kürtlük ve Osmanlılık arasındaki bu eski bağdaşmayı, bu doğruluk ve dürüstlük bağını yok etmeyi başarsın. Osmanlılık Kürtlüğü ve Kürtlük de karşılıklı olarak Osmanlılığı içermiş, bu iki kelimenin içeriği mutlak olarak iç içe geçmiştir.” Yazıda, Kürtler için önerdiği en önemli şey, eğitim yoluyla dillerini yaşatmalarıdır. Zira o sırada kurulmuş olan derneklerin tüzüklerinde de bu tür kültürel amaçlar var. 1908’de kurulmuş olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin tüzüğünde amaç, “Kürtçe dilbilgisi kitabı ve sözlüğünü hazırlamak, Kürtçe ders kitaplarının yazılmasını teşvik etmek, şimdiye kadar basılmış ve basılmamış ne kadar Kürtçe eser varsa derleyip toplayıp yayınlamak, Kürt edebiyatının tarihini yazıp yayınlamak” olarak belirtilmiş. (Ahmet Kardam, “Kürt Tarihinin Unutulmuş Bir Sayfası, Abdürrezak Bedirhan”, dipnot, s.24-74)

        31 Mart Vakasıyla iktidara gelip çöreklenen İttihatçılar, tek tipleşmeyi, dolayısıyla da Türkleştirmeyi dayattılar. Türk olmayan Osmanlılar, bu fikirden ifrit görmüş gibi kaçtılar. Kaçanların arasında başı çekenler Kürt münevverleriydi. Ayrılıkçı siyasi Kürt milliyetçiliğinin Kürt münevverleri arasında nevşi neva bulması, çok sonranın, Kürt kimliğinin inkârı, Kürtçenin yasaklanması, Kürtlere zorla yeni bir kimliğin dayatılması zamanlarının işi… (Yukarıda sözünü ettiğimiz kelimeleri sonsuza kadar yaşatmak için değil, kaçıp etrafa dağılmasınlar diye lahitlere kapatılması dönemi de böyle başladı.)

        Ardan geçen yüz yıldan sonra bugün Kürtlerin kahir ekseriyetinin duygusu Babanzade İsmail Hakkı’nın yukarıya aldığım görüşlerinden “Osmanlılık” kelimesinin yerine “Türkiyelilik”kelimesinin konulması şeklindedir:

        “Kürtler her şeyden önce Müslümandırlar, ondan sonra öz Türkiyelidirler. Üçüncü derecede de Kürt’türler. Dünyada hiçbir güç düşünülemez ki, Kürtlük ve Türkiyelilik arasındaki bu eski bağdaşmayı, bu doğruluk ve dürüstlük bağını yok etmeyi başarsın. Türkiyelilik Kürtlüğü ve Kürtlük de karşılıklı olarak Türkiyeliliği içermiş, bu iki kelimenin içeriği mutlak olarak iç içe geçmiştir.”

        *

        “Kayıp Alfabenin” harflerini bir lahidin içine kapatma fikri Ahmet’in aklına Kürtçe mi geldi yoksa Türkçe mi sorusunun cevabını vermek oldukça kolaydır bana göre. Kendimden biliyorum çünkü, yazdığım yazıların çoğunun fikri Türkçe gelir bana. Sanırım Ahmet’in de aklına Türkçe gelmiştir. Türkçe, benim olsun Ahmet’in olsun; Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmed Arif’in olsun; Yılmaz Güney Yılmaz Erdoğan’ın olsun; Cemal Süreya Hicri İzgören’in olsun; Yaşar Kemal Kemal Burkay’ın olsun; Yavuz Ekinci Kemal Varol’un olsun; Musa Anter Orhan Miroğlu’nun olsun; Metin Kaygalak Bejan Matur’un olsun (listeyi bir hayli uzatmak mümkün) ikinci anadilidir. (Burada “anadili”, “esas dil” anlamında kullanıyorum.)

        Kürtler Ortadoğu’nun iki dilli tek milletidir. Arapların Farsların, Türklerin tek dili var; bu üç milletle bir arada yaşayan Kürtlerin tümü bu üç milletin dilini biliyor. Irak’taki Kürtler Arapça, İran’daki Kürtler Farsça, Türkiye’deki Kürtler Türkçe biliyor ve kendi anadillerinin yanında bu dille de büyüyorlar. İki dilli büyüyen bir çocukla tek dilli büyüyen çocuk arasındaki farkı en iyisi siz anlatın bana.

        Bir halkın dilini biliyorsan o halkın duygusunu, iniltisini, derdini, ıstırabını, kederini, sevincini, neye gülüp neye ağladığını, yasını, duasını bilirsin. Bir halkın dilini biliyorsan onunla çabuk kaynaşır, tez akraba olursun. Dil sırları ortadan kaldırır, yabancılığı kovar, behemehal yakınlaştırır. Dilini bilmediğin bir halk, beraber yaşasan bile hep sana yabancı kalır. İkinci el bir zaman yaşarsın onunla. Tercümeye ihtiyaç duyarsın. Bir Türk halk türküsünde, “Ya beni de götür ya sen de gitme” mısraını duyduğunda Türkiyeli bir Kürt, güftekârın bunu sadece bir Türk’e söylemediğini hemen anlar. Ama bir Kürtçe halk şarkısında “ez pîr bûm, dil pîr nabe” (ben yaşlandım ama yüreğim gencecik) sözleri Kürtçe bilmeyen bir Türk’e hiçbir şey ifade etmez. Bir Kürt “Zahidem” ile “Dexalo”ya aynı orada hüzünlenir; “Halkalı şeker” ve “Şemamê” eşliğinde aynı coşkuyla oynar. Neşet Ertaş ile Şivan Perwer söylerken hemen hemen aynı hazzı almak Türkiyeli bir Kürt’e nasip etmiş Allah; keşke Türkler de bir Kürt’ün Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Edip Cansever şiirlerinden aldığı hazzı, Cegerxwîn’den, Melayê Cizîrî’den, Arjen Arî’den, Şerko Bêkes’den alsalardı.

        Bütün o büyük salonu dolduran yüzlerce eserin büyük çoğunluğunun ilhamı eminim Türkçe gelmiştir Ahmet Güneştekin’e çünkü Kürler ikici “anadilleri” olan Türkçeyi çok seviyorlar. Eline kalem alıp yazmaya başlayan hemen hemen bütün meşhur Kürt yazar ve şairlerinin Türkçeyi bu kadar muhteşem, Türkçeyi Yaşar Kemal Türkçesi güzelliğine yakın bir güzellikte kullanmalarının sebebi budur. Ha unutmadan Türk kültüründen, sanatından Kürtleri çıkarın, o kültür, o sanat yoksullaşır, zayıflar ama Kürt kültüründen sanatından çıkarabileceğiniz Türk aramayın boşuna, yokturlar! Lozan, Türklerle Kürtlerin “tapu senediyse”, antlaşmanın 39. maddesine rağmen, Kürtçeye yapılan haksızlık değil mi?

        *

        Bu yazıyı yazarken duydum haberi. “Kayıp Alfabe” sergisinde karşımıza çıkan “Alfabenin Lahitleri” ile “Yedi Gözlü Güneş” eserleri, dünyanın en prestijli müzelerinden Roma Ulusal Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi’nde daimi eserler olarak sergilenecek bundan böyle. Böylece Ahmet Güneştekin’in eserleri, Paul Cézanne, Vincet Van Gogh, Kazmir Maleviç, Gustav Klimt, Wassily Kandinsky ve Andy Warhol gibi sanat tarihinin öncü isimlerinin yer aldığı koleksiyonun bir parçası olmuş olacak.

        *

        Bir bavulda bir lahit… Akdeniz’in en uzak noktasında… Harfler dökülüyor o lahitten denize… Sanat, boğulmakta olan o harflere atılan can simidinin adıdır işte.