Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dirseklerini pencerenin önüne dayamış, yüzünü avuçlarının arasına almış, kırık camdan karın yağmasını seyrediyordu. Kar yağıyordu. Gökten niye ve nasıl indiklerine dair en ufak bir fikri olamadan, süzüle süzüle inerken birbirlerine çarpıp dağılmayan ışıltılı taneciklere dalgın dalgın bakıyordu.

        *

        Gözünün önünde bu görüntü belirdiğinde Almadovar’ın “Yandaki Oda” filmini seyrediyordu. Ötenazi hapını alma kararını yazar arkadaşı Ingrid’e açıklayan savaş muhabiri gazeteci Marta, ona James Joyce’un “Ölüler” hikayesini hatırlatmış, hikâyenin finalini ezberinden okumaya başlamıştı:

        “Kar yağıyordu. Issız kilise bahçesine yağıyordu. Evren boyunca hafifçe süzülüyor ve güçsüzce yağıyordu. Tüm yaşayanların ve ölülerin üzerine inen nihai sonlar gibi.”

        Filmi burada durdurdu. Not defterine önüne aldı. Defterin boş bir sayfasına bu yazının başlığı olan “Kar yağıyordu” diye yazdı.

        *

        Serçeler birikmişti pencerenin önüne. Akşamdan oraya darı serpmişti. Küçücük gagalarıyla karın darı tanelerini örtmesine engel olmaya çalışıyorlardı. Kar aman vermiyordu. İnen her kar taneciğinin üzerine aynı anda başka bir tanecik konuyor, birikiyordu.

        Pencerenin camı kırıktı. Boydan boya bir çizgi… Derzin arasında soğuk girmesin diye hamurla sıvanmıştı. Çatlağı örten hamur katılaşmış, hamurdan çizgi camı boydan boya eğik bir halde ikiye ayırmıştı. Çizgiyi iki gözünün arasına aldı, bir oyun bulmuştu, hem gözleri camla, kırık çizgiyle, hamurdan yapıştırıcıyla oyun oynuyor hem de karşı yamaçtaki meşelerin, yakındaki yıkık kilisenin, kavak ağaçlarının, sesi buradan duyulan ırmağın, ırmağın kenarında soğuktan titreyen söğütlerin, dağın kalbinde bir leke gibi duran koruluğun, tarlada kuru ot yiyen koyunların, koyunları bekleyen köpeğin, köyün kilisenin üzerine inşa edilmiş olan Seyyit’in evinin, karşıki dağın beline dolanmış kayadan kemerin üzerindeki mağaranın içine inşa edilmiş, buradan bakınca pencereleri iki derin kuyu gibi görünen Maradişo Kilisesi’nin üzerine yağan karı seyrediyordu.

        *

        Filmi tekrar durdurdu. Not defterine yazdığı Joyce’un yukarıdaki pasajının aslına gitti aklı. Kalktı, kitap dolabının önünde durdu. Büyük yazarın “Dublinliler” adıyla vakti zamanında Murat Belge’nin çevirdiği hikâye kitabını kolayca buldu. Kitabı okuyalı ne çok olmuştu! Çukurcuma’da, altında emekli bir albayın, üstünde bir konsomatrisin oturduğu o üç katlı küçük evde. Kitaptaki bütün hikayelerin mekânı Dublin’di. On beş hikâyenin on beşi de bu şehirden kaçmak, başka bir şehirde yaşamak isteyen ama bir türlü şehirlerini terk edemeyen insanları anlatıyordu. Kitabın son hikayesini, “Ölüler”i buldu, karın yağmasını bu hikâyede anlatıyordu büyük yazar. Uzun bir hikayedir, kitabın en uzun hikayesi, arasına ayraç koydu, kitabı kapattı, filmi seyretmeye devam etti.

        *

        Karın kendi sesi var. O sesin sesidir kar sessizliği denilen şey. Her şey susmuştu. Köpek havlamıyordu. Serçeler karın içinde darı tanelerini ararken ses çıkarmıyorlardı. Ağaçlar hışırdamıyordu. Koyunlar melemiyordu. Bir tek su sesi... Kar bir tek su sesine bir çare bulamamıştı. Dağın başındaki mağaranın içine inşa edilmiş kiliseden yuvarlanan devasa bir kazanın metalik sesine eşlik eden bir insan çığlığı yırttı o sessizliği. Kertenkeleye dil çıkarttıran bir sıcak hüküm sürüyordu dağda. Kiliseden dumanlar yükseliyordu. Kar tanelerinin arasında, bir anda o yaz canlandı gözünde. Evlerine sık sık gelen, günde yedi kertenkele, yedi yılan öldürmekle bir gavur öldürmenin sevabının eşdeğer olduğunu söyleyen, “günde bir gavur öldürürsen, yedi yılan veya yedi kertenkele öldürmene gerek yok, yekten cennete gidersin” diyen, birçok gavur öldürdüğü için cennetteki yerini sağlama aldığına inanan o yüzü yaralı, çehresi kokuşmuş bir leşe benzeyen o mendebur anlatmıştı hikâyeyi. Pencereden; kar yağarken olsun, yağmur yağarken olsun, hava güneşliyken olsun gözü her dağdaki mağaraya inşa edilmiş o uçurumun başındaki kiliseye takıldığında oradan yuvarlanan kazanın o metalik sesiyle birlikte canhıraş bir insan çığlığı doluyordu kulaklarına. Mendebur demişti ki; “Gençtim, aha bu çocuktan iki karış daha uzundu, boyum, babam bir satır vermişti elime, onun tüfeği vardı, aha şu dağı tırmanmıştık, aha şu kemerde geçen basamaklı yolu takip etmiş, aha şu kiliseye girmiştik. İki keşiş çıkmıştı yolumuza. Açlıktan avurtları çökmüş, gözleri çukura kaçmıştı, sakalları uzundu, keçeden külahları vardı başlarında, boyunlarında birer haç taşıyorlardı, bizi görünce sevinsinler mi, korksunlar mı belli, karar verememişlerdi. Babam ve arkadaşları hiçbir şey sormamış, hemen üzerine çullanmış, açlıktan bir deri bir kemik kalmış adamları böyle dertop etmiş, sonra içeride buldukları kocaman bakır kazanı getirmiş, ikisini de tenekeye peynir basar gibi o kazana basmışlardı. İşlerini yaparlarken bir yandan da kahkaha atıyorlardı, ben seyrediyordum. Sonra bir halat bulmuşlardı, halatı sarmışlardı da sarmışlardı kazana, keşişler düşmesin diye kazanın her yerini halatla sarmışlardı, böyle örümcek ağı gibi. Sonra babam bir tekme savurmuştu kazana, kazan yuvarlanmaya başladığında, keşişlerin çığlıkları mı desem duaları mı, küfürleri mi desem dağda yankılanmaya başladı. Kendi dillerinden bağırıyorlardı, anlamadım, sadece kulaklarımı kapattım, kazan yuvarlandı, yuvarlandı, yarın başında geçince uçmaya başladı.” Hikâyenin burasında, durup yüzü kadar korkunç bir kahkaha atardı yaralı yüz… kahkahası da çirkindi: “Uçan bir kazanı düşünsenize… İçinde iki keşiş… uçan keşişler mi, kazan mı…”

        *

        Filmde anlatılan hikâye yavaş yavaş ete kemiğe büründü. Ingrid, kanser hastası arkadaşı Martha’nın teklifini kabul eder. Martha ölürken, yandaki odada arkadaşı Ingrid olacak.

        Filmi tekrar durdurdu. Joyce’un hikayesinin finalini okudu:

        “Birkaç hafif pıtırtı sesi işitince dönüp pencereye baktı. Kar yeniden başlamıştı. Lamba ışığında yatık yatık uçuşan gümüşi ve karanlık tanecikleri uykulu uykulu seyretti. Batıya doğru yola çıkmasının vakti gelmişti. Evet, haklıydı gazete­ler: bütün İrlanda kar altındaydı. Merkezdeki karanlık ova­nın her yanına yağıyordu, ağaçsız tepelere, yağıyordu yavaşça Bog of Allen'a ve daha batıda, karanlık isyankâr Shannon dağları üstüne yavaşça yağıyordu. Michael Furey'nin gömüldüğü tepedeki bir başına kilise mezarlığının her köşesine de yağıyordu. Çarpık çurpuk mezar taşlarının, haçların arasına­ da, küçük kapının sivri parmaklıklarında ve çıplak dikenler­de birikip bir kalın örtü oluşturmuştu. Ruhu yavaşça bayı­lır gibi oldu işitince karın hafifçe yağdığını evren boyunca ve yağdığını hafifçe, nihai sonlarının inişi gibi, bütün yaşayanların ve ölülerin üzerine.”

        Demek Almadovar, senaryoyu yazarken, o repliği bu pasajdan çıkarmıştı.

        *

        Nerdeyse yüz yıldan beri sağlam kalmış olan köyün kilisesinin üzerine ev yapıp, altta kalan kiliseyi hayvan ağılı haline getirmiş olan Seyyit getirmişti portakalı şehirden. O gün de kar yağıyordu. Kar yağınca kendini kimsesiz sanıyordu. Anası yok babası yok kardeşleri yok, sadece ıssızlık ve karın sesi olurdu. Arada bir kulak zarını patlatırcasına aniden gelen, yuvarlanan o kazanın metalik sesi ve mendeburun hiçbir anlam veremediği keşişlerin çığlıkları. Seyyit’in şehirden böyle yuvarlak, turuncu, sapları, yaprakları yeşil bir şey getirdiği haberini, yine böyle pencerenin önünde karı seyrederken getirmişti Sabri. Sabri’yle kara bata çıka varmışlardı taş bir merdivenle çıkılan Seyyit’in evine. Seyyit bir portakalı soymuş, kabuklarını önce kendisi uzun uzun koklamış, sonra birer parçasını koklasınlar diye ona ve Sabri’ye uzatmıştı. Portakal kabuğunu burnuna götürdüğünde, hissettiği kokudan önce korkmuş, kabuğu geri çekmiş, sonra içine bir ferahlık yayıldığı hissedince kabuğu tekrar burnuna götürmüştü. Bu kabuk hep böyle kokacaksa eğer hayatının sonuna kadar koklayabilirdi. Sonra soyduğu portakaldan birer dilim vermişti ona ve Sabri’ye Seyyit. Dilimi ısırmış, önce korkmuş, sonra dilinden damağına, oradan bütün benliğine yayılan portakalın tatlı ve hafif ekşimsi tadı onu sermest etmişti. Seyyit birer tane verse de evdekilere de götürüp gösterse. Ama Seyyit’in hiç niyeti yok, kalanları bir ipe geçirecek, altı ahır olan tek göz evinin dam direğine asacak, böylece evi her dem portakal kokacak kendince.

        Damağında portakal tadı evden çıktığında hâlâ kar yağıyordu.

        *

        Marta gündüz gözüyle, balkondaki şezlonga uzanarak ötenazi hapını yutup öldüğünde, Ingred yandaki odada değil, dışarıdaydı.

        Çocukken yandaki odada annesi, babası olsun ister insan. Korkunç bir rüyadan uyanırsa eğer çocuk, annesi veya babası imdadına yetişsin diye. Ölürken de öyle… Ölürken yandaki odada bir insan olsun ister insan. O insan ölümü durdurabilir mi? Durduramaz… O halde? Bir insan olsun işte… Bir insan...

        *

        Derzi hamurla sıvanmış kırık camdan yağan karı seyrediyordu. Serçeler camın önünde telaşla darı ayıklıyor, kar onları örtmesin diye karla yarışıyorlardı.

        *

        Film bitti. Kalktı masadan. Joyce’un kitabını aldığı yere bıraktı. Yanında Nazım Hikmet’in “Bütün Şiirleri” duruyordu. Aldı eline kitabı, kolayca buldu o şiiri:

        “Lambayı yakma, bırak,

        Sarı bir insan başı

        Düşmesin pencereden kara.

        Kar yağıyor karanlıklara.

        Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.

        Kar...

        Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...

        Ve şehir kör bir insan gibi kaldı

        Altında yağan karın.

        *

        Lambayı yakma, bırak!

        Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların

        Dilsiz olduklarını anlıyorum.

        Kar yağıyor

        Ve ben hatırlıyorum.”

        *

        Joyce’un kahramanı yağan kar tanelerine bakıp hayatın bitişini düşünüyor; filmi seyrederken aklına gelen çocuk ise kırık camdan yağan kara bakıp yeni başlayan bir hayata tırmanıyordu. Almadovar ise ölümü gösterip intihar hapına razı ediyordu çaresiz kadını.

        Dışarıda geceleri renkli ampullerin aydınlattığı karpuz sergilerini akla getiren bir yaz hüküm sürüyordu.