Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya İki Jöntürk; ikisi de Kürt!  

        Dr. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp’ten yedi yaş büyüktür. Cevdet, Malatya Arapgirli, Gökalp Diyarbekir Çermiklidir. Abdullah Cevdet’in babası Diyarbekir birinci tabur kâtiplerinden Hacı Ömer Vasfi Efendidir; oldukça dindar bir ailede yetişti Cevdet, çocukluğunda sıkı bir din eğitiminden geçti. Ziya Gökalp’ın babası ise vilayet mektupçusu Çermik Kürtlerinden Tevfik Efendi, annesi köklü bir Kürt ailesi olarak bilinen Pirinççizadelerden Zeliha Hanımdır, aynı aileden şair Cahit Sıtkı Tarancı da Ziya Gökalp’in yeğenidir. (Ziya Gökalp ise çok sonra “Ben kendimi Türk sayarım, çünkü kişinin milliyetini tayin eden ırki menşei değil, terbiye ve duygularıdır” diyerek kendini “terbiye ve duygu olarak” Kürt değil, Türk hissettiğini söyledi.) Abdullah Cevdet, Tıbbiye okumuş, göz hekimidir; Ziya Gökalp yüksek tahsil görmemiş, Türkiye’de içtimaiyat ilminin kurucusu, Samet Ağaoğlu’nun deyimiyle “kendi sahasının tek diktatörü”, “alaylı” bir alimdir.

        Abdullah Cevdet, ölünceye kadar hep bir “nefret objesi” olarak varlığını sürdürdü; Ziya Gökalp ise herkes tarafından saygı gören bir “mürşit” olarak el üstünde tutuldu. Cevdet, katı bir pozitivist, su katılmamış bir ateistti (Cemil Meriç bunu kabul etmez, ona göre “Cevdet, ‘küfr-ü mutlak’ değildi, olsa olsa agnostikti”); Gökalp ise İslamiyet’in özünü kavramış, kaynağını tasavvuftan alan bir ahlakçıydı. Ziya Gökalp çok genç yaşta, 47 yaşında, gençliğinde kafasına sıktığı kurşun orada kalınca, o kurşunun verdiği acıdan kıvrana kıvrana öldüğünde cenazesi, Samet Ağaoğlu’nun demesiyle “Şeyhülislam Yahya Efendi”den sonra İstanbul’un gördüğü en kalabalık, en görkemli bir törenle toprağa verilirken; Abdullah Cevdet’in, “bu zındığın cenazesini kaldırmak dinen caiz değildir” diyerek ortada kalmış, Peyami Safa’nın araya girmesiyle birkaç kişi namazını kılmış, belediye görevlileri tarafından toprağa verilmiştir.

        Ziya Gökalp Abdullah Cevdet’in “şakirdi”; Abdullah Cevdet de Ziya Gökalp’ın “teşkilattan” efendisidir.

        *

        İkisinin yolları Diyarbekir’de kesişti. Dr. Abdullah Cevdet, 1894’te Tıbbiyeyi bitirerek göz hekimi oldu. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde göreve başladığında Diyarbekir’de kolera salgını baş gösterdi, apar topar oraya gönderdiler. Doktor şehre geldiğinde Ziya Gökalp liseden yeni mezun olmuş, 18 yaşında, o zamana kadar şehir dışına çıkmamış, her şeye farklı bir gözle bakan, dağın ardını ve kimsenin merak etmediklerini merak eden cevval bir gençti. Doktor’un namını duymuş, kendi deyimiyle “elindeki baltayla yıkılması gereken düşünceleri yıkan” adamın yazılarını okumuş, fikirlerinden etkilenmişti. O sırada delilikle dahilik arasında gezinen bir ruh haliyle intiharın eşiğinde geziniyordu Ziya, Doktor’a dört elle sarıldı. Aradığı ayağına gelmişti, nihayet şehre, kafasının içinden geçenleri anlatacak ve onu anlayacak biri gelmişti. (“Bütün büyük hikayeler ya bir yolculuk ya da şehre bir yabancının gelmesiyle başlar”-Tolstoy)

        Dr. Abdullah Cevdet, rejimin gözünde “erbab-ı fesadan” takımındandı. Dünyanın gördüğü en gizemli gizli teşkilatlardan birisi olan İttihat ve Terakki teşkilatının üç-beş beş kurucu babalarından birisiydi. Hakiki teşkilatçı, Hipokrat kasemini etmiş olsa bile hastasından çok teşkilatını düşen kişidir. O da şehirdeki kolerayı kurutmadan, teşkilatını kurmaya girişti. Teşkilatla uğraşırken, o sırada o cevval delikanlının, Mehmet Ziya’nın intihar ettiği haberini aldı.

        Ziya Gökalp’ı daha yirmisine basmadan intihara götüren saik üzerine şu ana kadar bir araba dolusu laf edildi. Kendisi de girişimi “ruhi buhrana” bağlar, kimisi girdiği “entelektüel krizin” onu bu aşamaya getirdiğini söyler ama bana sorarsanız Mehmet Ziya’yı intihara sürükleyen şeyde, istemediği bir yakın akraba evliliğinin rolü aramak gerek. Zira öz amcasının kızıyla evlendirmeye kalkışmışlardı, üstelik kayınpederinin evine “iç güveysi” olarak girecekti. Kürtlerde adetti o zaman, bazı yerlerde hâlâ sürüyor; “dotmam” yani “amcakızı” her müstakbel “amcaoğlu” damadın yani “pismam”ın gelin adayıydı. Birbirlerine aşık olan kuzen evlilikleri çoktur ama zorla evlikler sonucu intihar edenler de çok... “Entelektüel bir krizin” tam ortasında, kendi deyimiyle “harabe bir ruhla” baş etmeye çalışırken Mehmet Ziya’ya dayatılan bu “mecburi” evlilik, beynine tabancayı dayamasına yetmiştir anlaşılan. Samet Ağaoğlu, Ankara’da komşuluk yaptıkları Gökalp ailesini anlatırken, karısını “sakat” olarak tarif eder. “Sakatlığı” neydi söylemiyor ama ölünceye kadar birbirlerini sevmedikleri aşikâr. Ağaoğlu, Mehmet Ziya öldükten sonra, bir gün kadının onları evlerine çağırdığını, “Ziya, Ziya!” diye bağırarak, “Geldi, geldi. Beni çağırıyor. Hayır, ben senin yanına gitmek istemiyorum” dediğini yazar “Babamın Arkadaşları”nda.

        O sırada şehirde bulunan Rus bir baytarla Mehmet Ziya’nın imdadına ilk yetişen göz doktoru Abdullah Cevdet oldu. Kurşun kafatasının içinde kalmıştı. Çıkarırlarsa eğer felce yol açabilirdi. Karar verdiler, kurşun orada kalacaktı. O günden itibaren ölünceye kadar Ziya Gökalp zonk zonk zonklayan bir baş ağrısıyla yaşadı. Mehmet Ziya iyileştikten sonra Doktor’la ilişkisini daha da sıkılaştırdı. Doktor, Mehmet Ziya’nın kafatasının içinde bıraktığı “kurşunun” yanına, o zamanlar için, o kurşun kadar tehlikeli bir yığın fikir koymaya başladı. Yetinmedi, Ziya’nın şehirde kurduğu cemiyetine “intisabına” önayak oldu.

        Abdullah Cevdet, koleraydı, intihar eden gencin tedavisiydi, cemiyetin şubesini Diyarbekir’de açmaktı derken, bütün bu işlerin yanında Askeri Tıbbiyede okurken kütüphanede eline geçen ve “hayatını değiştiren” kitap olarak nitelendirdiği Büchner’in “Natur und Geist” (Doğa ve Tin) adlı eserini “Goril” adıyla Türkçeye tercüme etti. Kitabı, “Hikmet Müslüman’ın kayıp malıdır,” hadisiyle takdim etti.

        Dr. Abdullah Cevdet Diyarbekir’e geldiğinde “muasır medeniyete ulaşmak için Batı’yı örnek almalı” fikrine hem kendini hem de bir hayli insanı inandırmış, vatanseverliği Namık Kemal’den, hürriyet ve eşitlik fikrini de Tevfik Fikret’ten aldığını söyleyen, oldukça kültürlü, kendini çok iyi yetiştirmiş, herkesin “ayaklı kütüphane” dediği bir mütefekkirdi. Şiirler yazıyor, edebi denemeler kaleme alıyor, Şekspir’i Türkçeye çeviriyor, felsefeye, madde ve cemiyete dair makaleler yazıp yayınlıyor, çok kişinin fikirlerine itibar ettiği, Cemil Meriç’in deyimiyle “yobazlığa düşman, irfana aşık bir şair”di. (Çok sonra Ziya Gökalp’ın yazdığı “Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan/Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” dizelerini Abdullah Cevdet Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan/Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan” diye değiştirerek cevap verir.) Yine Meriç’in deyimiyle “yeni bir vatan arayan ıstırap kervanının en samimi” yolcusuydu. Belki de Mehmet Ziya’yı ona çeken bu vasfıydı, zira Ziya da içgüdüsel olarak kendini o kervanın bir mensubu olarak görüyor ama kafası daha çok “Kürtler ve Kürtçeyle” meşguldür. Mehmet Ziya, liseyi bitirmiş, kendine şiire vermişti. Mürşidi Abdullah Cevdet onu Avrupa sosyolojisi ve materyalist felsefesinin önemli filozofları olan Herbert Spencer, Gustave Le Bon, Ernest Haeckel ve Ludwing Buechner’le tanıştırdı.

        Diyarbekir ona dar geliyordu, Dersaadet uzaktan onu çağırıyordu. İstanbul’a doğru yola çıktı.

        *

        Mehmet Ziya, Doktor’un tavsiyesiyle ücretsiz olduğu için İstanbul’daki parasız yatılı okuyabileceği tek yüksek mektep olan Mülkiye Baytar Mekteb-i Alisi’ne girdiğinde, hocası Abdullah Cevdet gizli teşkilat faaliyetlerinden dolayı önce Trablusgarp’a sürülmüş, burada da rahat durmadığı için Fizan’a sürüldüğünü öğrenince önce Tunus’a, oradan da Fransa’ya kaçmıştı. Ziya, yine Doktor aracılığıyla İstanbul’da teşkilatın diğer iki mühim adamı olan Arnavut İbrahim Temo ile kendisi gibi Diyarbekirli bir Kürt olan İshak Sükuti ile tanıştı. Jöntürklerden yavaş yavaş etkilenmeye başladığında “Kürt aşiretleri” üzerine çalışıyor, bir yandan da harıl harıl Kürtçe-Türkçe bir gramer kitabı yazıyordu.(Musa Anter hatıralarında bu sözlüğün orijinalinin eline geçtiğini, uzun yıllar onu evinde muhafaza ettiğini, bir baskın sırasında polisin alıp götürdüğünü ve bir daha da geri vermediğini yazar. Bu sırada yazdığı “Kürt Aşiretleri Üzerine Sosyolojik Tetkikler” kitabını ise 1977 yılında İsmail Beşikçi yayına hazırlayarak Komal Yayınları arasında yayınladı.) Ziya Gökalp, Kürler, Kürtçe üzerine yoğunlaştığı bu dönemde, Paris’te bulunan Dr. Abdullah Cevdet’in gündeminde henüz Kürtler yoktu. Onun bütün derdi imparatorluk coğrafyasına yayılmasını istediği “ilim, fazilet ve hürriyet”ti. Tilmizi Mehmet Ziya’ya göre mürşidi Doktor, düzenli aralıklarla “İstanbul’un birçok eski mahallesini yakıp küle çevren o yangınlardan bir yangındı. O yangın tarlayı temizliyor, arkasından gelenler de yeniden imara başlıyordu. Ama bir fark vardı. Abdullah Cevdet yangın ateşi değildi, o yakmaz, sadece aydınlatırdı”.

        Doğuştan alim mayası olan genç Ziya’nın fikri yolculuğu yavaş yavaş netleşmeye başlıyordu. Tasavvuf ile İslam düşüncesini büyük bir müderris olan amcası Hacı Hasip Bey’den -ki bu amca onun Abdullah Cevdet’le bu kadar sıkı fıkı olmasından hiç hoşlanmıyor-, “Batı düşüncesinin temel ilkelerini” de hocası Dr. Abdullah Cevdet’ten öğrenmişti. Artık kendi deyimiyle “maşeri vicdan”da zaten olgunlaşmış olana “idrak” kazandırmanın vakti gelmişti.

        Doktor Paris’te, Cemil Meriç’in deyimiyle, “Osmanlı’nın kafasını ve kalbini değiştirmeyi” öncelikli hedef olarak önüne koymuşken, Mehmet Ziya “evrak-ı muzırra”okumak ve “zararlı cemiyet azalığından” bir yıl kodesi boylamış, çıktıktan sonra da memleketi Diyarbekir’de mecburi ikâmete tabi tutulmuştu.

        *

        Son dönem Osmanlı entelijansiyasının fikir serüvenini, dolayısıyla birkaç sene sonra kurulacak olan Cumhuriyet rejiminin fikri temellerini büyük ölçüde iki Kürt münevverin biçimlendirmiş olması, bugünkü tartışmalara da ışık tutacak ilginç bir mevzudur aslında.

        Mehmet Ziya, uzunca sayılabilecek yolculuklardan sonra (Diyarbekir-İstanbul, tekrar Diyarbekir, oradan Selanik vb) 1912 ile 1914 yılları arasında günümüzde de etkileri devam eden nazariyesini “Türkçülük-İslamcılık-Çağdaşlaşmacılık” sloganı üzerine kurup “içtimai mefkuresi”ni de, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” şeklinde ilan edip “ulusu, dini ve Batıyı” aynı potada eritmeye karar verdiğinde; hocası Abdullah Cevdet sürgünde yazdığı yazılara “Bir Kürt” mahlasını da eklemiş, Kahire’de yayın hayatına başlayan ve daha sonra Londra’ya taşınan “Kürdistan”gazetesi dahil olmak üzere birçok dergi ve gazeteye yazılar yazmış, bir yandan da teşkilatın en aktif üyelerinden birisi olarak oradan oraya koşuşturmuş, 1904 yılında Hanioğlu’nun deyimiyle “Türk kültür hayatında etkisini uzun yıllar sürdürecek olan İctihad” dergisini kurmuş, dergide Jöntürk arkadaşlarının da tepkisini çeken “Osmanlı hânedanının gerekli olmadığı yolunda” bir yazı yazmış, İttihatçıların o zamanki liderleriyle girdiği anlaşmazlık üzerine, İkinci Meşrutiyet’e rağmen memlekete dönmemiş, mitili Mısır’a sermiş, o tarihten ölümüne kadar üzerine yapışacak olan “din düşmanı, zındık” yaftasını taşımasına sebep olan R. Dozey’in Hz. Muhammed’in hayatını farklı bir bakışla anlatan kitabını “Tarih-i İslamiyyet” adıyla çevirmiş, kitap her kesimden büyük tepki almış, 1910’da hükümetçe yasaklanmış, bulunan nüshaları toplanmış, Galata Köprüsü üzerinden denize dökülmüş, hemen akabinde kendisi de İstanbul’a gelerek “İçtihat” dergisini burada neşretmeye başlamıştı.

        Kitaplarında, hakkında hemen hemen hiçbir yazısı bulunmayan, “Bu Ülke”deki “Kaçışlar”da “İrfana Kaçış” bölümünü Abdullah Cevdet’e ayıran, “Turana Kaçış” bölümünde Gökalp’ı anlatan ancak o zamanlar kitaplarını yayınlayan Ötüken Neşriyat’ın bu bölümü kitaptan çıkardığı iddia edilen, bir mülakatında “Kürt alfabesinin yazarı” diye alaycı bir tonla Ziya Gökalp’ten bahseden Cemil Meriç, Abdullah Cevdet’i ve dergisi “İçtihat”ı göklere çıkarır. Ona göre bu derginin tek bir amacı vardı, “Türk okuyucusuna Batı’yı tanıtmak”. Doktor’a göre dünyada Batı medeniyetinden başka bir ikinci medeniyet yoktur, “onu gülü ve dikeniyle” kabul etmek zorundayız. Tek çözüm Türkiye’yi medeni Avrupa’nın bir parçası haline getirmektir. Cemil Meriç’e göre Doktor’a yöneltilen “din düşmanı, zındık” suçlamaları da haksızdır, onun amacı İslamiyet’ten uzaklaşmak değildir, deyip Abdullah Cevdet’in, “Uzun tecrübeler sonunda gördüm ki, ışık Hıristiyan dünyasından gelirse Müslüman ruhu ona bütün kapıları kapayacaktır. Biz ki, Müslüman damarlarına yeni bir kan akıtmak vazifesini alıyoruz, ilerici prensipleri bizzat İslam müesseselerinden aramalıyız,” sözlerini aktarır “Bu Ülke” kitabında. Meriç’e göre Doktor dünyadaki bütün Müslümanlara Türkçe öğrenme tavsiyesinde bulunmuş tek mütefekkirdir ve “ütopyasını” “şairane, muhteşem” bir ütopya olarak görür. Ziya Gökalp’ı “ümmi” diyerek küçümseyen Meriç’e göre, Abdullah Cevdet “hassas bir şair, cihanşümul bir tecessüs”, bir “düşünce Don Juan’ı”, fikir dünyası “tezatlar mahşeri” olan “çilekeş bir aydın”dı.

        Garpçılık ve din konusundaki fikirleri nedeniyle İttihatçılarla arasına kara kedi girince, Doktor’u onların şerrinden Ziya Gökalp korudu, ancak dergisi kapatılıp her türlü siyasi faaliyeti yasaklanınca Abdullah Cevdet kendini edebi çevirilere verdi. Şekspir’in “Hamlet”ini Türkçeye ilk o tercüme etti.

        Mütareke ilan edilince Abdullah Cevdet tekrar sahneye çıktığında; “yüksek tahsil görmeden Türkiye’de ilk “sosyoloji profesörü” unvanını almış olan “tilmizi” Mehmet Ziya’ya Malta sürgünlüğü düştü. Mehmet Ziya Malta’da eski nazırlara, valilere, gazetecilere, zabitlere ders vermeye başladığında Abdullah Cevdet, İstanbul’da nevşü nema bulmuş olan “Kürt kültür milliyetçiliğinin” bir neferi olarak “Jîn” dergisine yazılar yazmaya başladı. Kürtlere Latin alfabesini ilk o önerdi. Ona göre Kürtler, kültürel ve sosyal haklara sahip olmalı ama Osmanlı/Türk kimliğiyle olan uyuma özen göstermeli, dillerine dört elle sarılmalı, onu her koşulda yaşatmanın yoluna bakmalıdırlar.

        Mehmet Ziya Malta’da iki sene boyunca Parla’nın deyimiyle “tek hocalı bir üniversite” gibi çalışıp tekrar İstanbul’a döndü, üniversiteye başvurdu, hocalığı bu kez kabul görmedi, o da tası tarağı toplayıp memleketine, Diyarbekir’e dönüp, Türk düşünce dünyasında en az Abdullah Cevdet’in “İçtihat”ı kadar etkili olacak olan dergisi “Küçük Mecmua”yı neşretmeye başladı. O artık Ağaoğlu’nun deyimiyle “milliyetçi fikrin mürşidi”dir. Yine Diyarbekirli bir Kürt olan Süleyman Nazif de “İslamcılık cereyanının rehberliğni” üstlenir; Abdullah Cevdet’e ise o sırada onların ayarında mütefekkirler yetiştirmemiş olan ve gemi azıya almış Kürt milliyetçilerinin başına geçme fırsatı doğar ancak, Ağaoğlu’na göre o “Bu yolu tutmaya cesaret” edemez. İradesi zayıftı, bazı küçük hesapların peşindeydi. İttihatçılar memleketten kaçınca bir ara onlarla kaçmayı düşündü ancak onlarla gitmeyince “yüzellilikler listesine”girmekten kurtulmuş oldu.

        Ziya Gökalp “Küçük Mecmua”daki yazılarıyla günden güne bir yıldız gibi parlarken, Abdullah Cevdet “İçtihat” matbaasının “karanlık köşesinde” günden güne unutulmaya yüz tuttu. Ama o karanlık odada Mustafa Kemal’in “Büyük işler başaracağına” olan inancını hiç kaybetmedi.

        Mehmet Ziya, Diyarbekir’de çıkardığı “Küçük Mecmua”da Osmanlı’nın yerine geçecek yeni Türk devletinin fikri temellerini inceden inceye örmeye başladı. Devlet, toplum, birey, vatandaş olarak hep birlikte Batı medeniyetine ulaşmanın yollarını göstermeye başladı.

        Küçük Mecmua’nın arşivine girin bakın, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden, Latin harflerine geçiş, soyadları meselesi, yeni devlet anlayışı, dilin sadeleştirilmesi gibi, daha sonra tarihe “Atatürk devrimleri” olarak geçen bir yığın devrimin teorik temellerini orada bulacaksınız.

        Gerçi benzer fikirleri ondan çok önce Abdullah Cevdet de yazmış, hatta derli toplu halini Cumhuriyet kurulduktan sonra bir rapor haline getirip Mustafa Kemal’e gönderdiği söylenir. (Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanılması, laikleşmeye geçiş, fes yerine şapka, kadınlara kıyafet hürriyeti, tekke ve zaviyelerin kapatılması, kapatılacak medreselerin yerine kolej açmak, sarık ve cübbe giyme sadece din görevlilerin hakkı olsun, evliya, türbe ziyaretleri, muska, adak gibi adetlerin yasaklanması, toprak ve evkaf yasalarının zamana uyarlanması vb.) Ziya Gökalp’ın “Küçük Mecmua”da çıkan her yazısı memleketin entelektüel mahfillerinde yankılandıkça yankılandı. Onu Ankara’ya çığırdılar, Talim Terbiye Kurulu’nun başkanlığına getirdiler. Hakimiyeti Milliye gazetesinde bir de köşe verdiler. “Türkçülüğün Esasları” kitabını bu sırada yazdı. Burada “Yeni Türk devletinin esasları ne olmalıdır?” sorusunu cevaplamaya çalıştı. Ona göre devlet her şeyin esası olmalıdır, hukukun da iktisadın da! Bu fikir daha sonra “devletçilik” olarak resmileşti. İkinci Meclis’e Diyarbakır mebusu olarak girdi.

        Taşrada yaşayıp böylesine etkileyici bir “ahlak öğretmeni”, bir “ulusal çapta biliçlendirici” konumuna gelmesi, Ziya Gökalp’ın dehasıyla açıklanabilir ancak. Taha Parla’ya göre o, tam dört sene içinde çağdaş Türkiye’nin kamu felsefesini tek başına biçimlendirdi. Bunu yaparken zaman zaman didaktik olmuş ama bağımsız bir filozof ve kuramcı olarak hiç “moral üstünlük taslamaya” kalkışmamıştı. Ağaoğlu, Atatürk, onun şerefine verdiği bir çay ziyafetinden çıkarken, “Bütün o eserleri, o makaleleri yazan hakikaten bu adam mı” diye sorduğunu yazar kitabında.

        *

        Doktor Abdullah Cevdet’in Ankara’ya çağrılması ise o kadar şaşaalı olmadı. Ankara’ya Mustafa Kemal’in davetlisi olarak gitti, Elazığ mebusluğu boşalmıştı, Atatürk onu milletvekili yapacaktı. Mustafa Kemal’le çok uzun bir görüşme yaptı, Atatürk’ün bu görüşmede “Yazdığınız ve söylediğiniz çoğu şeyi yaptım” dediği rivayet edilir. Kâfir Doktor’un mebus yapılacağını öğrenen tutucu “Tevhid-i Efkar” gazetesi, Abdullah Cevdet’in, “Irkımızı güzelleştirmek için Macaristan’dan damızlık erkek getirelim” diyen bir herif olduğunu manşetine taşıdı ve kıyamet koptu. Doktor üst üste iki açıklamayla gazeteye tekzip gönderdi ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Derdine yansındı! Karşı tepkiler büyüdükçe büyüdü, bu muazzam kampanya üzerine Atatürk onu mebus yapmaktan vazgeçti.

        “Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi” adlı muhteşem bir çalışmayla doktorasını yapmış olan dünya çapında mühim tarihçilerimizden Prof. Şükrü Hanioğlu’na göre Abdullah Cevdet’in “damızlık erkek” getirmeye dair bir beyanatı yoktur. Onun, “Savaştan bitap düşmüş Anadolu topraklarının işlenebilmesi için, Avrupa'dan tarım ve hayvancılıkta deneyimli aileler toplu bir şekilde getirilsin, Anadolu’ya yerleştirilsin, böylece hem Türk köylüsü eğitilmiş olur, hem de topraklar işlenerek ekonomi canlanır,” mealindeki sözleri çarpıtılarak “Avrupa’dan damızlık erkek getirelim” şekline sokulup dolaşıma sokulmuştu. Cemil Meriç, ona bu “iftirayı” atanların başında Necip Fazıl’ın geldiğini yazar kitabında.

        *

        Taha Parla’nın yazdığına göre Ziya Gökalp’ın 25 Ekim 1924’teki ölümü “çok büyük bir kayıp duygusuyla” karşılandı. Yahya Kemal’e göre “milli hazinemiz” ölmüştü. Falih Rıfkı Atay, “hiçbir neslin onun çapında bir adam yetiştirmediğini” yazdı. Nurullah Ataç’a göre ise, “o görüşlerini empoze eden tek mürşit”ti. Bir çoklarına göre ise o “Tanzimat’tan beri son en büyük şuur hamlemiz”di.

        29 Kasım 1932 günü Abdullah Cevdet öldüğünde ise arkasından hiç kimse bunlara benzer yazılar yazmadı. Zaten cenazesini kaldıracak birkaç kişi zar zor toplanmıştı cami avlusuna.

        *

        Dr. Abdullah Cevdet ile Ziya Gökalp, iki Kürt Jöntürk’tü. Ziya Gökalp Kürtleri araştırırken Türkleri buldu, Abdullah Cevdet “Osmanlıyı kurtaralım” derken bir ara “Kürtçülüğe” savruldu. Ziya Gökalp bazı Türkçülerin sandığı gibi “ırka dayalı Türkçülük” yapmadığı gibi, bazı Kürtçülerin sandığı gibi "Kürt inkârcılığı" da yapmadı. Hakeza Abdullah Cevdet bazı İslamcıların sandığı gibi “kâfirlik” yapmadığı gibi, bazı laiklerin sandığı gibi "dini ortadan kaldırmayı" da düşünmedi. İki alimin fikirlerinin toplamından, bu ülkede yüz yıldan beri Türkleri, Kürtleri, laikleri ve Müslümanları onca hırgüre, kavgaya, didişmeye, can acıtıcı hadiseye rağmen bir arada tutan şeyin mucizesini görmek mümkün.

        *

        Yazının Kaynakları:

        Samet Ağaoğlu, “Babamın Arkadaşları”, İletişim Yayınları

        Cemil Meriç, “Bu Ülke”, İletişim Yayınları

        Cemil Meriç, “Jurnal-2”, İletişim Yayınları

        Şükrü Hanioğlu, “Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi”, Üç Dal Neşriyat

        Taha Parla, “Ziya Gökalp, Türkiye’de Kemalizm ve Korporatizm”, Deniz Yayınları