“Beyaz Toroslar; binlerce faili meçhul cinayetin işlendiği, binlerce köyün boşaltıldığı, içindeki teröristler yansın diye hektar hektar ormanın yakıldığı, onlarca gazeteci ve yazarın ensesine tek kurşun sıkılarak sokak ortasında katledildiği, PKK şiddetinin ayyuka çıktığı tarihimizin en kanlı yılları olan 1991-96 yılları arasında iktidarda bulunan koalisyon hükümeti zamanında (İsteyen koalisyon ortağı partilerinin kimliğini kolayca bulabilir) “Jitem süvarilerinin kır atları” olarak ortaya çıktılar. Ve o günden bugüne hayatımızın tam ortasına cılk bir yara gibi oturdular. Tam kayboldular derken bir virajda yeniden çıkıyorlar yolumuza. 2023 yılında Bursa’da bir maç sırasında en yaman sürücüsü “Yeşil”in posterleriyle birlikte pankart şeklinde görüldüler; yakın bir zamanda bir yargı mensubunun masasında aksesuar olarak arz-ı endam ettiği iddia edildi ve nihayet bir “meczup” onlardan birisini Meclis önünde yaktı.
Ben meczuba meczup demem, meczup tımarhanede değilse… Ne Papa’yı vuran meczuptu ne Turgut Özal’a kurşun sıkan; ne Mesut Yılmaz’ın burnunu kıran meczuptu ne Özgür Özel’e yumruk atan; ne Atatürk heykelin baltayla dalan meczuptu ne de Meclis önünde Beyaz Toros’unu yakan…
“Meczup” bir tasavvuf terimidir. Veliler için kullanılıyor. Mürit ya süluk ya da cezbe yoluyla yükselişe geçer. Bunu başaramayan meczup olarak kalır. Meczuplar ilahi bir çekiciliğe kapılmışlar, günümüz terimiyle hepsinin “raporu” var. Doktor ne yersen ye demiş onlara. Yaşarken kâr ve zarar hesabını yapmazlar. Hep manevi bir coşku içinde yaşar, dillerinden hikmetli laflar çıkar, kıyafetleri hırpanidir. Hiç kimseye zararları dokunmaz meczupların, bu yüzden ahali tarafından “deli” muamelesi görürler.
Deliler ise zararsızdır. Boksör gibi ortaya çıkıp politikacı burnunu kırmaz, elde benzin bidonu sokaklarda araba yakmaya kalkışmazlar. Misal, Mersin’de yaşayan hiçbir deli, “benim işe yaramaz beyaz bir Toros’um var, haydi alıp götüreyim onu Ankara’ya da Meclis önünde ateşe verip kurtulayım ondan” diye düşünecek kadar akıllı değildir. Bunu düşünüyorsa deli değildir zaten.
O halde bir insan hurda Beyaz Toros’unu Meclis önünde neden yakar? Hem de “Çözüm Komisyonu” o Meclis’te yaz sıcağında harıl harıl çalışırken… Ya “Hepinizi, daha önce bu arabanın içinde yaktıklarımız gibi yakarız,” diyorlar ya da “Bu arabada daha önce çok insanın canını yaktık, pişmanız, işte suç aletini yakıyoruz” diyorlar. İkinci seçenek pek akla yakın durmuyor, “çözüm” taraftarı birilerinin böyle bir eylem yapması pek mümkün değil gibi; kalıyor geriye birinci seçenek. O halde durum vahim, demek o arabaların büyük bir kısmı “hurdahaş” duruma gelmişlerse de hâlâ çalışır vaziyetteler ki ta Mersin’den Ankara’ya kadar gelebiliyorlar.
Ne yanan o araba hurda ne de o arabayı yakan sürücü meczuptur.
Neresinden bakarsak bakalım ortada vahim bir durum var.
O halde çözüm sürecini bir an önce selamete ulaştırmak için acele etmekten başka bir yol görünmüyor.
Sözü daha fazla uzatmadan, 2023 martında oynan Bursaspor-Amedspor maçında açılan “Beyaz Toros” ve “Yeşil” pankartları üzerine yazdığım yazı güncelliğini muhafaza ettiğinden tekrar koyuyorum buraya:
*
İki renk bir araba
YEŞİL
Suda oldu her şey. Hayat suda doğdu. Su içinde geliyoruz dünyaya, çıplak ve ıslak olarak. Su olan her yerde yeşil vardır. Sonsuzluğun rengidir yeşil, bereketin… Cennette rengini verir, her tarafı yemyeşildir cennetin. Müslümanlar müptelasıdır yeşilin. Resulullah, “Bu dünyanın üç şeyi üzüntüyü giderir; su, yeşillik ve güzel bir yüz” diye buyurmuştur. Kuran’da cennet, bu dünyada hiçbirisinin tadına bakmadığımız, hiçbirisiyle karşılaşmadığımız yeşil meyve ağaçlarıyla hıncahınç dolu bir bahçe olarak tasvir edilir. İncil’e göre kıyamet günü Tanrı yeşil bir tahta oturacak, başında yeşil bir taç olacak.
İslamiyet’in yeşili keşfi erken, Batı dünyasının onu benimsemesi bir hayli geçtir. Orta Çağ’ın ikinci yarısından itibaren Avrupalı yazarların kitaplarında kendine yer bulabildi bu renk. Manzaraya duyulan inanç bu dönemde başladı çünkü. Yeşili aşıladılar onlar ama; doğurganlık, büyüme, bahar, umut ve neşeye ilişkilendirdiler.
En çok tonu olan ve gözü en az yoran renktir yeşil. Psikolojinin ana rengidir, güvenin ve umudun sembolüdür çünkü. Çoğu banka bu yüzden logolarında yeşili kullanır. Ameliyat önlükleri bu yüzden yeşildir. Uyum içinde bir hayatı resmeder. Yeşilin olduğu bir ortamda üretim artar, bereket gelir mahsule. Özgürlüğü, huzuru arayanlar yeşil bir yere kaçarlar. Sükunetin sesi vardır bu renkte. Güvercinin Nuh’a getirdiği zeytin yaprağının rengi yeşildir.
Ahmed Arif’in “Suskun” şiirinin bir kıtasında “yağıyor”, birisinde “sarıyor”, ötekisinde“ağıyor”, diğerinde “sağıyor”, birinde “alıyor”, sonra “susuyor” ve en sonunda “ağlıyor yeşil”.
Ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiiri:
“Yeşil hem de!
Ben bu rengi taşırım her zaman can köşemde.
Yeşilde ne arar da bulamaz insanoğlu?
Yeşil bu...
Varlık dolu, gök dolu, umman dolu.
Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir.
Meyve veren ağaçlar bu çini rengindedir.
Bu çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman
Bana Tanrım gözükür yeşil dediğim zaman.”
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden kanla beslenmiş, masum insanların canını almış, acımasız, pis bir katilin adı “Yeşil” olamaz.
BEYAZ
Doğar doğmaz asıldığımız annemizin memesinden içimize akan sütün rengidir beyaz. Saflığın, temizliğin, arılığın, paklığın remzidir. Aslında renk desen bir renk değildir. Hangi nesne güneşin tüm ışınlarını yansıtıyorsa onun rengidir. Gözümüzün gördüğü bütün renklerin toplamıdır yani. Her dinde, her inançta mahsus bir yeri vardır. Afrika mitolojisinde şifayı ve kudreti sembolize eder. Yezidi inancında saflığı, paklığı; bu yüzden Yezidi din adamları hep beyaz giyerler. Sofiler onu iç ışık olarak görür, vicdanın rengidir onların nezdinde. Yunan mitolojisinde kutsal dağın rengidir. Anlayacağınız hiçbir din, hiçbir inanç, hiçbir kültür beyaza kötü bir leke sürmemiştir. Bütün renkleri içine alır beyaz, geniştir, huzur verir insana. İstikrarın ve asaletin sembolüdür. Savaş meydanında beyaz bayrağa kimse ateş etmez. Ferahlık verir her yere beyaz; bu yüzden hastaneler beyaz badanalı, doktor önlükleri, hemşire kıyafetleri beyazdır. Yemek yapan aşçılar da yaptıkları işin temizliğini bize göstermek için beyaz kıyafet giyerler. Beyaz, insan beyninde iyi, güzel hisler uyandırır; gelinliklerin beyaz olması bundandır.
Barışın sembolüdür; barış güvercini beyazdır, zira hayatın işaretini Nuh’a bu güvercin getirmiştir. Hassas bir renktir, hemen lekelenir. Bu yüzden Özdemir Asaf’, “Jüri” şiirinde “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu/Birinciliği beyaza verdiler” demiştir.
RENAULT TOROS
Toros Dağları Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına paralel olarak, Teke Yarımadası’ndan Suriye’ye, hatta iç kesimlere de uzanarak Irak sınırına varan içinde birçok sıradağı da barındıran bir dağ zinciridir. Türk edebiyatında bahsi en çok Yaşar Kemal’in romanlarında geçer. “İnce Memed” şu cümleyle açılır:
“Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır.”
1985 yılında Türkiye uzun bir süre bir otomobil için çekilen bir reklam filmini konuştu. Filmde bir grup dağcı sarp bir dağa tırmanıyordu. Belki de Toroslar zincirinin en yüksek noktası olan Kızılkayalar zirvesine. Zorlu bir tırmanıştır, kayalara çakılan çiviler, halatlar derken, zirveye çıkar dağcı. Tam kollarını açıp zaferini ilan edecekken kendisinden önce o zirveye çıkmış bir araba görür dağın başında. Görüntünün üstüne “Dış Ses” düşer:
“Renu 12 tutkusunun ulaştığı zirve Toroslar! Renu 12 Toros, 5 vitesle yollara, yıllara meydan okuyor.”
1971 yılında Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) getirdi bu arabayı Türkiye’ye. 1980’de Fransa’da üretimi durdu, 1985 yılında dönemin arazi koşullarına göre modernleştirilmiş haliyle, bu kampanyayla ülkemiz pazarına büyük bir tantanayla girdi. OYAK, diğer firmalarla rekabet etmek için, ihtişam, dayanıklılık ve yüksek çekiş gücünü simgeleyen Toros Dağları’nın adını verdi ona. Araba bilhassa Anadolu’da kapış kapış gitti. Resmi kurumlar satın aldı, özellikle jandarma ve emniyet Renu Toros’la hizmetlerini görmeye başladı.
Bu arabanın beyaz renklisi, 1990’larda bu memlekette çizmeyi aşan kan banyosunun aracı haline getirildi. Çok uzun yıllar boyunca gecenin bir vakti kapısına dayanan, yoluna çıkan “Beyaz Toros” bir sürü günahsız insanın cenaze arabası yapıldı.
*
Yaşar Kemal’in “Demirciler Çarşısı Cinayeti"nin bitiş cümlesi olan “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çektiler gittiler,” sözünden mülhem; “yeşili” kirletmiş, “beyaza” kan bulaştırmış olan “o kötü insanlar, o berbat arabalara bindiler, çektiler gittiler” sanıyorduk biz Ak Parti iktidara geldiği günden beri. Meğer “o pis adamlar, o kanla kirlenmiş arabalara binip gitmemişler”; orada Yeşil Bursa’da statlara bile girebiliyor, dışarıda kestane şekeri de yiyebiliyorlar.
*
Kıymetli mütefekkir Mustafa Özel’in sözüdür:
“Unutarak ulus, hatırlayarak millet oluruz.”
*
BİR POLEMİK NOTU
Bir süre önce yayınlanan “Siz aşağıda imzası olanlar” yazımda, solcu Kemalistlerin her seçimde hayal kırıklığı yaşayıp seçimin ardından “vurulduk ey halkım unutma bizi” türküsünü söylediğini yazınca; Halk tv’nin internet sitesinde bana cevap veren Ayşenur Arslan bir yığın şeyi sıraladıktan sonra şunları da yazdı sentaksı bozuk bir cümleyle:
“Eğer Erdoğan başımızdan gitmeyecekse, acaba neden ‘vurulduk ey halkım’ türküsünü söylemek zorunda kalacağız? Beyaz Toroslar anahtarı üzerinde bekliyor olmasın!!”
Bu satırları okuyunca bir gülme beni tuttu ki sormayın.
Rahat ol Abla kurban! Şimdiye kadar tek bir Kemalist solcunun gecenin en derin yerinde yatağından kaldırılıp Beyaz Toroslara bindirildiğine hiç kimse şahit olmadı; bundan sonra da birilerinin şahit olacağını sanmıyorum. Müsterih olsunlar! Çünkü onlar o arabalara zorla bindirilenlerle değil, daha çok sürücü koltuğunda oturanlarla müttefik oldular hep, baksana, PKK'nın silah ırakmasına bile karşıl çıkıyorlar! Merak etme, hiçbir Beyaz Toros yaklaşmaz onlara.