Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya MİT'in paylaştığı belge ve Rasih Güran'ın sızlayan vicdanı
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Eskiden, “Biz aşağıda imzası olanlar”ın behemehal dönmemizi istedikleri o “asrı saadet” zamanlarında yani; gazetelerde yazı yazan, roman, şiir yayınlayan, resim yapan, siyasal iktidarın koyduğu “resmi görüşün” dışında fikir serdeden insanları, 1965’te MİT adını almış olan istihbarat teşkilatımız takip etmeye başlar; bazen takibe aldığı şahsın evinin yakınında bir daire kiralar, o daireye paralel telefon çeker, başına on parmak hızlı daktilo yazan bir “saplamacı” oturtur, adamın telefonunu dinler, yaptığı bütün görüşmeleri özel olsun olmasın kayıt altına alır; yazarların, şairlerin, mütercimlerin evlerini basar, buldukları “zararlı yayınlarla” birlikte çoğu zaman o şahsın kişisel eşyalarına da el koyar, Musa Anter’de olduğu gibi evindeki birkaç parça kıymetli antika eşyaya da “suç delili” muamelesi yapar, arama yaptıkları evde o şairin, yazarın, ressamın, müzisyenin, alimin, mütefekkirin aleyhinde delil olarak kullanabilecekleri her şeyi alıp götürürdü.

        Özellikle yakın bir zamanda “biz aşağıda imzası olanlar” diye bir bildiri yazıp, o “güzel günlere” dönmemizi tavsiye eden bazı sosyalist solcu aydınların babaları, ağabeyleri, ablaları, hatta içlerinden bazıları bu dertten epey mustarip olmuş, alıp götürülen kitapları geri verilmediği için birçokları defalarca evinde yeniden kitaplık kurmuş, birçok yazar ikinci bir kopyası olmadığı için kaptırdığı romanını, hikayesini tekrar baştan yazmak zorunda kalmış, bazıları da “illallah geldi, romanın da hikayenin de canı cehenneme” deyip yazmaktan vazgeçmiş, bazıları da Yusuf Atılgan gibi uzak bir Anadolu köyünde inzivaya çekilerek izini kaybettirip bu zulümden kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışmıştı.

        Kuruluşundan 1990’lı yılların sonuna kadar başında yüksek rütbeli bir zabitin bulunduğu Milli İstihbarat Teşkilatı, devletin yurt dışındaki çıkarlarını kollayan, sırlarını muhafazayı vazife bilmiş, içeriye yapılacak sızıntıları engellemeye çalışan, karşı istihbarat geliştiren, özetle devletin kalbi, gözü kulağı ve burnu vazifesini yerine getirmekten çok, düşman bellediği “komünizm”, “irtica” ve “bölücülük” cereyanlarıyla mücadeleyi esas almış, kitap toplamak, yazara işkence etmek, resim yasaklatmak, müzik susturtmak, sözde topladığı yalan yanlış bilgilerle insanlara iftira atıp suç isnadında bulunmak, hasılı kelam sanata, sanatçıya düşmanlık yapmakla geçirdi çok uzun yıllarını.

        Sonra devran değişti. AK Parti, teşkilatı geleneksel normlarından koparıp “kurum” haline getirdi ve başına da Hakan Fidan’ı getirdi. Bir anda her şey değişti. Muhalif yazarlar, sanatçılar, ressamlar, müzisyenler, alimler rahat bir nefes aldı. Teşkilat asli vazifesine dönmüştü çünkü.

        Bundan sonra MİT, o zamana kadar teşkilat içinde birbirlerine karşı magazinel raporlar hazırlayan, sanatçıların ürettiği sanat yapıtlarıyla uğraşan bir yapı olmaktan çıkıp, vakti zamanında el koyup arşivine yerleştirdiği, o sanatçıların evlerinden, iş yerlerinden alıp bir daha sahiplerine geri vermediği bazı belgeleri, resimleri arşivden çıkarıp tekrar hepimize gösteren bir kurum haline geldi. Başında vicdanlı, kendisi de çaplı bir entelektüel olan İbrahim Kalın gibi bir akademisyenin bulunduğu günümüzün MİT’i en son, Nazım Hikmet’in çizip, kenarlarına “Davet” şiirini el yazısıyla yazdığı bir tablo paylaştı efkârı umumiye ile.

        *

        “Acaba MİT bu belgeyi paylaşmış olmakla nasıl bir mesaj vermek istedi?” gibi siyasi bir soru benim ilgimi hiç çekmedi; benim ve benim gibi düşünen birçok kişi, belgenin neden yayınlandığından çok, belgede Nazım Hikmet’in karakalemle çizip yanına “Davet” şiirini kendi el yazısıyla yazıp tarih düşerek imzaladığı tablodaki genç adamın kimliğiydi. Paylaşımda buna dair bir bilgi yoktu, her kafadan bir ses çıktı ama o seslerin içinde bence en akla yakını İhsan Yılmaz’ın, Haluk Oral’a dayanarak Hürriyet’te yazdığı yazıydı. Şiir üzerine önemli çalışmaları olan Haluk Oral’ın tahminine göre, Nazım’ın karakalem portresini çizdiği şahıs, şairin arkadaşı Rasih Güran’dı. Muhtemelen Nazım Hikmet bu porteyi hapishanede çizmiş, arkadaşına hediye etmiş, yukarıda sözünü ettiğim ev baskınlarından bir baskın sırasında istihbarat teşkilatının eline geçip, kimde bulduysa artık onun komünistliğine dair bir suç delili olarak alıp arşivine koymuştu.

        Belgede, “Nazım” imzasının altında “1950” tarihi göze çarpıyor. Eğer o kişi Rasih Güran ise -ki bence de odur- Güran o sırada 38 yaşında “imanı kuvvetli” bir komünisttir.

        *

        Vedat Türkali, “Komünist” adını verdiği hatıratında Rasih Güran için “Nazımcı” der. “Marksçı”, “Leninci”, “Maocu” kavramları revaçtaydı o tarihlerde ama “Nazımcı” tabirine ilk defa Vedat Türkali’de rastlıyorum. Sonuçta Nazım Hikmet, Tanrının içine nefesini şiir şeklinde üflediği bir büyük şairdi, şiirinden çok siyaseti sevdi ama… “TKP’nin başına geçmek için” gerekirse o şiirden bile vazgeçmeye hazırdı (Allah’tan yoldaşları şiiri korumak için değil, kendileri başta kalsın diye, ona engel oldular da o muhteşem şiirler ortaya çıktı), ama olmadı işte, siyaseti beceremedi, şair olarak öldü. Mayasında sanata dair bolca malzeme olan, Nazım Hikmet’teki “şiire dair hikmeti” erken keşfetmiş, şairden on yaş küçük olan Rasih Güran için “eski tüfek”lerden, bütün komünistlerin “Vartan Amca” adıyla bildiği Vartan İhmalyan “Bir Yaşam Öyküsü” (Cem Yayınları) adını verdiği hatıratında “Nazım’la uzaktan akraba idi” der. Zaten o dönem hatıratlarında Rasih Güran’dan en çok bahseden de İhmalyan’dır. Bu yazıyı yazarken ölüm haberini büyük bir üzüntüyle öğrendiğim, Türkiye’de özellikle başı üzerinde duran yakın dönem siyasi tarihini ters çevirip ayakları üstüne oturtan kıymetli tarihçi Mete Tunçay’ın yayına hazırladığı İhmalyan hatıratında, daha 20 yaşındayken TKP’ye “intisabına” Rasih Güran’ın önayak olduğunu söyler. Aynı mektepte okuyorlar, Göztepe Amerikan Koleji’nde. Rasih Güran, müteahhit olan babasının onu ve annesini çok erken yaşlarda terk ettiğini söyler bir arkadaşına yazdığı mektupta. “Güran” soyadlarını, Fatih Sultan Mehmed’in Hocası Mela Goranî (Molla Gürani)’den alıyor aile. Zira soyları bu büyük alimin soyuna dayanmakta. (Her ne kadar Türkçede Fatih’i yetiştiren büyük alimin ismi “Molla Gürani” olarak geçse de, hocanın gerçek adı “Mela Goranî”dir ki “Goranlar” İran ve Irak Kürdistanı’nda genişçe bir bölgeye yayılmış Kürdi bir kavmin adıdır, ayrıca “mela” kelimesinde, Türkçedeki biraz da “softayı” çağrıştıran “molla”daki anlamdan eser yoktur, “mela” cemaate namaz kıldıran, sözü özü bir, bilgi ve hikmetle donanmış alimdir Kürtçede.)

        1932 yılında Rasih Güran, mektepten arkadaşı Ermeni Vartan’a Nazım Hikmet’in bir şiirini verir, şiir anında bilincine çarpar çocuğun, ruhuna nüfuz eder, hayatını değiştirir. Bir gün okul çıkışında arkadaşı Rasih’e, “Bence işçi sınıfının haklarını savunan bir örgüt kurmak gerekiyor” deyince, Rasih bir sır verir gibi, “Böyle bir örgüt var, adı da TKP’dir” der. Ona Karl Marx’ın “Diyalektik Materyalizm” ile “Kapital” kitaplarının İngilizce baskılarını verir. Bir gün, Rasih Güran’ın Kadıköy Süreyyapaşa Sinemasının karşısında bulunan evlerinde Nazım Hikmet’le tanışır Vartan ve o da artık gizli teşkilatın bir mensubudur.

        Rasih Güran, bir Ermeni arkadaşını gizli komünist partisine üye yapmakla kalmaz, günü geldiğinde ailesini, daha çok da babasını büyük bir felaketten de kurtarır. 11 Kasım 1942’de, Şükrü Saraçoğlu hükümeti, Türkiye’de yaşayan ekalliyetler için bir varlık vergisi kanunu çıkarır. Herkesten güçlerinin çok üstünde bir miktar parayı getirip devlete vermesini ister hükümet. Vergisini ödeyemeyenlerin her şeyleri, evlerindeki halı ve kilimler de dahil olmak üzere mezada çıkarılır. İhmalyan hatıratında o günlerden de bahseder. Bir yağcıdan 50 lira isterler mesela. Adamı yağ tüccarı sanıyorlar. Adam da şaşırır, zira fukaranın tekidir, evet yağcılık yapıyor ama işi, dükkanların kepenklerine yağ sürmekten ibarettir, adı bu yüzden “yağcıya” çıkmıştır. Aynı sırada İhmalyan’ın komisyonculuk yapan fukara babasına da 500 lira vergi keserler. Adam her şeyini satsa ancak 300 lira eder. Bir akşam aile ne yapacağını kara kara düşünürken kapı çalar, açarlar, kapıda Rasih Güran ile karısı. İçeri girerler, Rasih yanında getirdiği 200 lirayı çıkarır, “Geçenlerde piyango bileti almıştım, 200 lira çıktı, getirdim, Garbis Efendi bu para borcun olsun, al, daha sonra bana ödersin” der ve verir onlara. Garbis Efendi de eşinin yüzüklerini, bir miktar ziynet eşyasını satar, 500 lirayı denkleştirir, böylece zaten hasta olan bedenini Aşkale’nin eksi 30 derece soğuğundaki çalışma kampında toprağa teslim etmekten kurtarır.

        İhmalyan Ailesi 1948 yılında memleketi terk etmek zorunda kalır. “Vartan Amca” o gidiş anını şöyle anlatır:

        “Rıhtım, bizi yolcu etmeye gelen dost, akraba, arkadaş ve yoldaşlarla doluydu. Aralarında canım kardeşim rahmetli Rasih Güran da vardı. Upuzun boyuyla rıhtımda, hasır şapkasını havaya kaldırmış halde beni selamlaması bugüne dek gözümün önünde. İşte bu, dünyanın en iyi insanlarından olan Rasih’çiğimi son görüşüm olmuştu.”

        “Vartan Amca” 1970’li yılların sonunda hatıratını yazdığında, Rasih Güran, çoktan 1972 yılının kasvetli, soğuk bir kış gününde, bir hastanenin penceresini açarak kendini boşluğa bırakmış, canına kıymıştı.

        *

        Bana kimse martaval okumasın. Kimse bana, “bunları yazarak Türkiye’de solun tarihine kara çalıyor” demesin. Kim ne derse desin, Rasih Güran’ın intiharının altında derin bir hayal kırıklığı yatıyor. O ve arkadaşları Türkiye halkına “seni kurtaracağız, yakın bir zamanda hep birlikte motorları maviliklere süreceğiz” sözünü vermişti, ama günün sonunda geldikleri yer insanı hemen içine alıp yutacak devasa bir boşluktu. Halkına verdiği hiçbir sözünü yerine getirememiş, aksine yüzlerce gencin ölümüne ve hayatlarının kararmasına sebep olmuşlardı. “Devrim uğruna ölmek ölümlerin en onurlusudur” palavraydı; eli daha bir sevgilinin avucunda içinde terlememiş yüzlerce genci ölüme göndermişler, hiç birisi de “ölümlerden yeniden doğmamış” kara toprağın bağrında annelerinin yüreklerinin üzerinde kara bir ur olarak yatıyorlardı.

        Rasih Güran, bu ağır suçun günahını omuzlarında hisseden neredeyse tek komünistti. O ağır yükü de daha fazla çekemedi, paramparça bir ruhla, kendine yapabileceği en zalimce şeyi yaptı, canına kıydı.

        *

        Rasih Güran hakkında yazılan birkaç şeyi okuyunca, özellikle Memet Fuat’ın hatıratında, Nazım Hikmetle olan ilişkilerinde, belki de onu intihara götüren şey kadar ağır bir vakaya daha rastlamak mümkün. Nazım Hikmet onu aceleyle Bursa Hapishanesi’ne çağırmış, eline bir mektup tutuşturmuş, mektubu “Saat 21-22 Şiirleri” başlığı altında her gece bir şiir yazarak, dünyada bir kadına yazılacak en muazzam aşk şiirini yazdığı karısı Piraye’ye götürmesini istemiş, böylece o da dünyada en çok sevdiği insanlardan birisi olan Piraye’yi ömür boyu taşıması zor bir acıya gark edecek olan hadisenin postacısı olmuştu. Nazım’ın arkadaşları arasında Piraye’nin kendi deyimiyle “evine aldığı” ender erkeklerden birisidir Rasih Güran. Piraye ablası sayılıyor ve ölümüne sevdiği ağabeyim dediği şairin karısıdır. Şimdi şair, büyük bir soğukkanlılıkla eline o uğursuz mektubu tutuşturmuş, dünyada en sevdiği insanların başında gelen kadının kalbini parçalamaya gidiyordu. Piraye’nin oğlu Memet Fuat, hatıratında o anı şöyle anlatır:

        “Piraye mektubu okuyunca çok şaşalamış, çok sarsılmış, ama bir yıkıntı haline gelmiş olan Rasih’in durumunu görünce kendini unutup onu teselli etmeye çalışmıştı: ‘Üzülme, Rasih, zaten bizim sonumuz yoktu. Nazım dışarı çıktıktan sonra nasıl olsa beni aldatacak, ben de buna katlanamayacaktım.’’

        Rasih Güran’ın başına ikinci büyük felaket de Stalin’in ölümünden sonra geldi. (Bu hikâyeyi daha önce de bir yazımda anlatmıştım, müsaadenizle tekrarlayacağım.)

        *

        1953 yılında Stalin öldü. Üç yıl sonra 1956 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi, Stalin’in yerine geçen Kruşçev başkanlığında toplandı.

        Kruşçev kürsüye çıktı, el bombasının pimini büyük bir gürültüyle çekti. Stalin’in işlediği insanlık suçlarını bir bir saymaya başladı. Sözlerinin sonunda “Stalin aslında bir caniydi!” dedi.

        Bombanın şiddeti sadece Sovyetler Birliği’nde değil, bütün dünyada korkunç bir sarsıntıya yol açtı. Halkların Babası Stalin Yoldaş gitmiş, acımasız bir katil gelmişti yerine! Bütün dünya komünistleri o zamana kadar “dördüncü usta” olarak belledikleri Stalin’in “büyük bir caniye” dönüşmesini büyük bir şaşkınlıkla karşıladılar.

        Hepsinin ezberi bozuldu, şaftı kaydı. Türkiyeli komünistlerden iki can yoldaşı, iki dava arkadaşı, iki edebiyat delisi, Nazım’ın ayrılık mektubunu Piraye’ye elden getiren yeğeni Rasih Güran ile Balzac’ı ilk Türkçeye çeviren Şerif Hulusi de öyle...

        Anlatılanlara önce inanmadılar. “Bu mutlaka emperyalizmin bir oyunudur” dediler.

        Rasih Güran ile Şerif Hulusi TKP üyesiydiler. Rasih Güran daha çok Nazım Hikmet’in etrafında dolaşırken, Şerif Hulusi “Marko Paşa”yı çıkaran Sabahattin Ali tayfasındandır... A. Gide’ten, Erasmus’tan, Mao’dan, Lenin’den, Plehanov’dan çeviriler yapmış.

        Stalin “cani” ilan edilince ikisinin de dengesi bozuldu.

        Rasih Güran sıtma nöbetine yakalanmış gibi titredi.

        “Ya önceden bize söylenen her şey yalandı, ya da şimdi bize söylenen her şey yalan” dedi ve olup bitenlerin peşine düştü.

        Az buz değil, bu fikre, bu ideale ömrünü vermişti. Araştırmaya girişti. Okumaya başladı, yeni şeylerle karşılaştı, bilmediği yeni şeyler öğrendi. Troçki’yi okudu mesela. Meğerse onun hakkında anlatılan her şey yalanmış. Stalin Troçkistlerin kökünü kurutmak için, 800 bin kişiyi öldürmüştü.

        Yaşadığı yalan hayat yüzüne bir tokat gibi çarptı. Aziz Nesin, “Benim Delilerim”de o günlerde “Yeni Dergi”de, intiharı öven, hatta gerekliliğini bile savunan, çok karamsar bir yazı yazdığını söyler Güran’ın. Bu ruh halinden kurtulmak için kendine yeni bir dünya kurdu. Edebiyata sığındı, Faulkner’le tanıştı, fikirleri değişti, yazarın “Ses ve Öfke” romanını çevirdi. Arkasından John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” ve “Bitmeyen Kavga”sını, John Cruickshank’ın “Albert Camus ve Başkaldırı Edebiyatı”nı, John Read’in “Dünyayı Sarsan On Gün”ünü, William Lawrence Shier’dan “Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi ve Çöküşü”nü, Isaac Deutscher’den devasa eseri “Torçki”yi, Norman Mailer’dan “Çıplak ve Ölü”yü Türkçeye çevirdi.

        *

        Aynı davaya baş koymuş iki yoldaş, derin bir bunalıma girdiler. Şerif Hulusi daha duygusal, daha içli bir insandı. İyice kabuğuna çekildi. Adeta dilini yuttu, Stalin hakkında iyi ya da kötü, hiç konuşmadı. Konuşursa eğer inandığı her şeyin berhava olmasından çekindi.

        Rasih Güran ise her şeyi yüksek sesle sorgulamaya başladı. Yavaş yavaş kendisine önceden anlatılanların “yalan” olduğunu gördü ve etrafına yaymaya başladı.

        Arkadaşı Şerif Hulusi bu duruma çok öfkelendi. Yoldaşını “sağcı” olmakla suçladı. “Kruşçev bütün o yalanları söylemiş olabilir. Onları etrafa yayıp herkesi zehirlemek sana mı düştü” dedi Rasih’e. Bunlar “sapma”ydı, bunları dillendirmek “ihanet”ti, “revizyonizm”di.

        *

        Bu hikâyeyi, Türk edebiyatı ile Rus edebiyatını karşılaştırdığı “Step ve Bozkır” kitabında anlatan Murat Belge, haklı olarak şu soruyu sorar.

        “İhanetti tamam da neye ihanet?”

        İşte bu sorunun cevabı o gün ne Şerif Hulusi’de ne de başka bir inançlı komünistte vardı.

        Şerif Hulusi bu olay üzerine kırk yıllık arkadaşı Rasih Güran’a küstü. Zaten davaya ihanet etmiş, yanlış yola sapmış, revizyonist Rasih Güran’ı tanıyan bütün komünist arkadaşları çoktan küsmüştüler ona.

        Rasih Güran, bir derenin içinde bitmiş yapayalnız bir söğüt ağacı gibi kimsesiz, yapayalnız kaldı.

        Derken bir süre sonra Şerif Hulusi kanser oldu. O da kimsesizdi, onun da hiçbir arkadaşı yoktu, parasızdı, ama hâlâ komünistti ve ona göre Stalin iftiraya uğramıştı.

        Bir hastaneye yattı, hiç ziyaretçisi olmadı, kimse gidip halını, hatırını sormadı.

        Rasih Güran hariç!

        Yıllardır kendisine küs olan arkadaşının yattığı odaya girdi. Yanına oturdu. Elini tuttu. Uzun uzun bakıştılar.

        Geçmişten hiç konuşmadılar.

        Sonra Rasih Güran alışkanlığa çevirerek her gün arkadaşını görmeye gitti.

        Şerif Hulusi son nefesini verdiğinde eli, yoldaşı Rasih Güran’ın elinin içindeydi.

        *

        Sonra 12 Mart 1971’de askerler darbe yaptı. Birkaç genç, Yılmaz Güney’den ve banka soygunlarından aldıkları bir miktar parayla satın aldıkları birkaç tabancayla “devrim yapmak” için Nurhak Dağlarını mesken tuttu. Gidenlerden birisi de Rasih Güran’ın can dostları Adnan-Nazife Cemgil’in oğulları cıvan Sinan Cemgil’di. Orada öldürüldü. Yine Murat Belge, Tuba Çandar’la yaptığı nehir söyleşisinde Sinan Cemgil’in ölümünün Güran’da yarattığı etkiyi şöyle anlatıyor:

        “Rasih Bey Sinan’ın öldürülmesinden sonra toparlayamadı kendini. Bir tür vicdan azabına dönüştürdü solculuk hayatında yapamadıklarını ve ‘bu çocuklar bizim yüzümüzden öldüler’ psikolojisine girdi. Kendini çekti her şeyden. O eski pırıltısından da eser kalmadı.’”

        Bir sene sonra Rasih Güran da hastalandı. Kanser kuşkusuyla sevinç içinde hastaneye koştu. Bıkmıştı artık bu hayattan. Koca bir yalanla yaşamanın azabını iliklerinde hissetmişti yıllardan beri.

        O yüzden, yaşasın kanserdi!

        Ancak doktorlar aynı fikirde değildi.

        Muayene ettiler, boşuna kaygılanmış, kanser değildi.

        Oysa o “kanser oldum, erkenden öleceğim” diye sevinmişti.

        Son umudu da tükenmişti.

        Kaldığı hastanenin üçüncü katındaki odasının penceresi açıktı. Yataktan kalktı, pencereye yürüdü, bir süre pencereden dışarıyı seyretti, sonra kendini boşluğa bıraktı.

        Yıl 1972, aylardan Kasım’dı.

        Kendisinin değil, hayatı boyunca inandığı “yalanın” canına kıymıştı.

        *

        İşte MİT’in geçen hafta açıkladığı Nazım Hikmet’in karakalemle çizdiği tablonun arkasında böyle yürek burkan bir hikâye var.

        Bu arada, pazar günü çıkan yazımda da bir cümle ile bahsettim, Musa Anter hatıratında “Ziya Gökalp’ın kendi eliyle yazdığı Kürtçe gramer” kitabını Halil Hayali Bey’in ölmeden önce kendisine verdiğini yazar. Ancak 1972 tevkifatında bütün kitaplarıyla birlikte bu elyazması eser de müsadere edilir. Affa uğradıktan sonra mahkemeye kitaplarını geri almak için başvurur ancak hepsinin yakıldığı cevabını alır.

        Eğer Ziya Gökalp’ın o paha biçilmez eseri yakılmadıysa, mutlaka devlete ait arşivlerin bir yerindedir.

        Belki bir gün, birisi çıkar onu da bizimle paylaşır. Kim bilir?