Her insan bir âlem ise, her ülke bir dünyadır. Her insan dünyada biricik olduğuna kani, her ülke “asıl dünya benim etrafımda döner” der. Herkesin meşguliyeti farklı, herkes kendi derdini dünyanın en büyük derdi sanır.
Mesela, dünyanın ulaştığı bu refah düzeyinde, Gazze’de BM resmen kıtlık ilan ederken, bizde Defne Samyeli ve bazı sosyalist solcuların öncülüğündeki bir güruh, sanki kimlikleri yasaklanma tehdidi altındaymış veya birileri kendilerine, “Kendinize Türk demekten behemehâl vazgeçin!” dayatmasında bulunuyormuş gibi davranarak, “kol başının kıratını” şahlandırmak üzere sürmekte olan “barış sürecine” çomak sokmaya çalışmaktalar. Aynı sırada İsveç’te ise bütün memleketin uzun süreden beri tartıştığı ve geçen hafta yerinden sökülerek beş kilometre uzağa götürülen “Kiruna Kilisesi”nin taşınması konuşuluyordu büyük bir heyecanla.
*
Mukaddes bir mekânı, bir türbeyi, bir evi, bir dini mabedi bulunduğu yerden, çeşitli sebeplerle başka bir yere taşıma fikri insanoğlunun kafasını hep meşgul ede durmuştur. Kim bilir, Ayasofya’yı bulunduğu İstanbul’dan kendisinin istediği yere taşıma fikri kaç Hıristiyan azizinin kafasını meşgul etmiştir? Hatta Dostoyevski gibi bir yazarın da imkânı olsa onu alıp Petersburg’a götürme hayallerini süslediği muhakkaktır. Oysa taş yerinde ağırdır ve yapının sahip olduğu mana, mekânın hususiyetinden gelir.
*
Santa Casa, yani “Kutsal Ev” efsanesini duymayanınız yoktur sanırım. Cebrail, Nasıra’da bulunan evde Meryem’i ziyaret etmiş, dünyaya “İsa adında bir çocuk” getireceğini bu evde müjdelemiş ona. Bir zamanlar Nasıra’da bulunan o ev şimdi İtalya’nın Ancona şehrine bağlı Loreto kasabasında bulunan Santa Casa Bazilikasının içindedir. Ev ortada kalmış, üzerine de onu muhafaza etsin diye bu bazilika inşa edilmiş. Ev Nasıra’dayken, Kutsal Aile Mısır’dan döndükten sonra bu evde yaşamış ve İsa’nın çocukluğu bu evde geçmiş.
*
Kudüs, Haçlıların elindedir. Büyük İslam komutanı Selahaddinê Eyubî şehri geri almak için plan yapıyor. Fetih gerçekleşmeden iki sene önce, 1185’te bir Yunan rahip, hac için gittiği kutsal topraklarda gördüğü evin iki bölümden oluştuğunu, bir bölüm Meryem’in odası olan küçük bir mağara, diğeri de Cebrail’in Meryem’e İsa’nın doğum müjdesini verdiği, mağaranın girişine inşa edilmiş tuğladan yapı olduğunu söylüyor.
İşte bu evi Nasıra’dan alıp İtalya’nın Loreto kasabasına götürmüşler. Dindar Hıristiyanlar evi meleklerin taşıdığına inanırken, seküler olanlar da evin taşlarını deniz yoluyla, soylu Angelos Ailesi’nin desteği ve gemiyle buraya taşındığını söylerler. Her durumda, orta yerde bir büyük taşınma efsanesi olduğu bir gerçek.
Dindarların inandığı efsaneye göre evin taşınması Haçlı Seferleri dönemine rastlar. 1291’e gelindiğinde Haçlıların Kutsal Topraklar üzerindeki hâkimiyeti tamamen biter. Bunun üzerine İsa, melekleri gönderir, evi alıp başka bir yere götürmelerini ister onlardan. İsa’nın emri şu şekildedir:
“Kutsal Ev’i güvenli bir yere götürün, doğduğum bu toprakların düşmanlarından uzakta bir yere. Onu havaya kimsenin ulaşamayacağı yere kadar kaldırın. Kimse onu görmesin.”
Mikail’in liderliğinde bir melekler ordusu harekete geçer, 12 Mayıs 1291 günü Kutsal Evi Nasıra’dan alıp Hırvatistan’ın Dalmaçya şehrinin Trsat kasabasına götürürler. Kasaba halkı bir sabah, kendilerine komşu gelmiş o evle karşılaşır, şaşırırlar. Kısa bir süre sonra Meryem, bir rahibe görünür ve evin hikâyesini anlatır ona, arkasından mucizeler peş peşe sökün eder, hastalar iyileşir ve o andan itibaren burası bir hac merkezine dönüşür. Kasaba halkı, küçük evin üstüne bir bina inşa ederek onu korumaya alır. Ancak sevinçleri kursaklarında kalır; 3 yıl 7 ay sonra, 10 Aralık 1294 günü kasaba halkı bir sabah uyanır; evin yerinde yeller esiyor, ev mucizevi bir şekilde kaybolup gitmiştir.
10 Aralık 1294’te, İtalya’nın Loreto bölgesinde ellerini alınlarına siper yapıp gökyüzüne bakan çobanlar, Adriyatik Denizi’nin üstünden, meleklerin kanatları üzerinde taşınan bir ev görürler. Kırmızı pelerin giymiş Mikail, rehberlik yapıyor onlara; Bakire Meryem ile Çocuk İsa ise evin üzerindedir. Bir sürü maceradan sonra melekler evi nihayet kasabaya adını veren defne ağaçlarıyla dolu bir tepeye bırakırlar. Efsaneye göre ev yerine indirildiğinde, orada bulunan bütün ağaçlar saygıyla eğilir. Burası günümüzün Loreto kasabasıdır. İki sene sonra Bakire Meryem bir münzeviye görünür ve ona evin hikâyesini anlatır. Bir süre sonra burası kutsal hac mekânı olur. Zamanla da üzerine onu muhafaza etmek için günümüzün Santa Casa Bazilikasını inşa ederler.
1960’ların başında yapılan arkeolojik kazılarda bulunan kanıtlar evin gerçekten de Nasıra’dan getirildiğine dair bulgulara rastlanılır zira Loreto bölgesinde kireç taşı ve sedir ağacından yapılmış inşaat malzemeleri yoktur.
*
“Kutsal Ev” tarihte taşınan ilk binadır belki ama son değil. Mısır’da Asvan Barajı’nın yapımı sırasında sular altında kalacak Ebu Simbel Tapınakları, 1960’ların başında UNESCO’nun liderliğinde çok uluslu bir ekip tarafından başka yere taşındı; bizde de Hisnakeyf sular altında kalırken bazı türbeler taşındı. Suriye’de iç savaş sırasında Süleyman Şah Türbesi’nin yeri değiştirildi, Yunanistan’da Akropolis’te bulunan küçük Nike Tapınağı, Osmanlılar taşlarını bir yerlerde dolgu malzemesi olarak kullandıkları için uzun uğraşlar sonucu yeniden inşa edildi.
İnsanoğlu tarihi yapılar karşısında gerektiği zaman bu zorlu maceralara girişiyor çünkü bu yapılar ona bir şeyler anlatıyor. Taşların fısıltısı var, antik taşlar daima konuşur, kayıp bir hikâye anlatırlar bize. Anıttır bu yapılar ve her anıt insana tecrübeyle anlam kazanmış bir öğüt verir. Modern mimarlık tarihi araştırmalarında anıtsal yapıların rolünün her geçen gün daha çok büyümesinin sebebi budur.
*
Kiruna, İsveç’te kuzey kutbuna yakın kasvetli bir madencilik şehridir.
Ondokuzuncu asrın sonu… Memleket açlık belasıyla karşı karşıya… Devlet çare arıyor, nüfus her geçen gün azalıyor, zaten üç milyonluk toplam nüfusun bir milyonu Amerika’ya kaçmışken buldukları demir cevheri, kendilerini hem kıtlıktan kurtarıyor hem de bugünkü zenginliğe kavuşmalarına…
Bir yerde bir şehir varsa orada hastaneye, okula ve dini mabede de ihtiyaç vardır. Gustaf Wickman nam bir mimarın aklına parlak bir fikir gelir. Lapland denilen bu bölgede yüzyıllardan beri değişik bir kavim yaşıyor, ormanlık ve yer yer dağlık araziye yayılmış olan “Sami” denilen bu egzotik kavim kendilerinin inşa ettiği “lavvu” denilen çadırlarda yaşıyorlar. Kiliseyi tasarlayan mimar ilhamını işte bu çadırdan alır. Yüksek bir sivri uçla taçlanan dik, çapraz eğimli beşik çatısı nedeniyle profili dört taraftan üçgen Kiruna Kilisesini, geniş bir tabanın üzerine oturacak, uzaktan bakınca dar tavanıyla bir Sami çadırını andıracak. Kilisenin inşaatı 1912 yılında tamamlandı ve o günden beri hem şehrin simgesi haline geldi hem de İsveç’te “1950’den önce inşa edilmiş tüm zamanların en iyi binası” unvanını aldı. Mimar, yapımında kullandığı keresteyi, dünyanın en sağlam ahşabı olarak bilinen sekoya, dağ huşu ve üvez ağacından seçmişti.
*
Oraya yeni şehir kuranlar, toprağın altına bir köstebek gibi girip cevher çıkaranlar, kısa süre zarfında manzaranın değişeceğini, ormanların kesileceğini, arazilerin sömürüleceğini, bir yığın altyapı yatırımının yapılacağını biliyorlardı. Tamam, oralar kendi mülkleriydi ama üzerinde onlara hiç benzemeyen başka bir halk yaşıyordu.
Sami denilen ve Asya’nın uzak steplerinden binlerce yıl önce, belki de o büyük kavimler göçünden buraya gelmiş, yerleşmiş, köklerini bu karla kaplı soğuk topraklara salmış, doğayla dost olmuş, ren geyiklerini evcilleştirip onlardan sürüler yapmış, cevval delikanlılarını o sürülerin başına çoban yapmış, göllerde balık avlamış ama yerin altına birtakım çirkin makinalarla girip onu köstebek gibi oymak akıllarına gelmemiş, tam tersine o tabiatla barışık, tatlı tatlı yaşayıp durmuşlar...
Şimdi devlete bağlı o madencilik şirketi gelip onların rızasını almadan topraklarında hiç anlam veremedikleri bir faaliyete girişmiş. Madenin çevresinde yeni binalar yükselirken, o binaların en tipik olanı da o yerli halkın meskenini taklit edilerek inşa edilmiş olan kiliseydi. Kilisenin yapımında 672 ton sekoya ağacı kullanılmıştı. Kilise, diğer Hıristiyan kiliselerine benzemiyor. Mimarı özellikle Hıristiyan sembolleri kullanmaktan kaçınmıştı. Bu yüzden tüm binada sadece tek bir tane haç vardı. Kullanılan kabartmalarda bulutların üzerinde taşınan İsa figürünün yanında, bir kulübede Sami çocuklarına doğada ders veren İsa figürü de vardı. Anıtsal eser, büyük bir incelikle tasarlanmış, kullanılan malzemeden sunağına kadar her şeyiyle benzersiz bir yapıydı.
Toprak altında cevher çıkaranlar, bir süre sonra kendi kurdukları şehrin altını oymaya başladılar. Şehir sallandı, tehlike baş gösterdi. O halde şehri başka bir yere taşımalı… Kuşkusuz kiliseyi de… Kiliseyi beş kilometre öteye taşımak için tam sekiz sene boyunca planlama yaptılar. 500 milyon kron, yani 45 milyon Euro harcadılar. Sonunda 40 metre genişliğinde, 34 metre yüksekliğinde ve 672 ton ağırlığındaki kilise yerden kaldırıldı ve 28 akslı, 40 metre genişliğinde, 800 tekerlekli bir vagonun üzerine yerleştirildi. Kiliseyi beş kilometre öteye taşımak iki gün sürdü, iki gün boyunca devlet televizyonu olup bitenleri canlı yayınlayarak memleketin gündemini belirledi.
*
Cevher bulunup şehir kurulmadan önce, bütün bölge Samilerin yaşadığı bir bölgeydi. Samiler burada ren geyiği çobanlığı yapıyor, gelişmemiş bu dağlık arazide avcılık ve balıkçılıkla hayatlarını idame ettiriyorlardı. Altı cevher dolu o pek işe yaramaz karla kaplı alan, onların doğal topraklarıydı.
Buraya binlerce sene önce ta Ural Dağları’ndan gelmişlerdi. Kuzey Rusya’da, antik nehir yollarını takip ede ede varmışlardı buralara. Kendilerine özgü bir dilleri vardı ki, İskandinavların kullandığı dile benzemiyordu. Dilleri Ural-Altay dil grubundaydı. Ayrı bir halktılar, bu yüzden İskandinavlarla hemen kaynaşamadılar. Bizdeki televizyon alimlarinin deyimle kız alıp vermediler, etle tırnak olmadılar. Herkesin kızı, eti ve tırnağı kendisinde kaldı yüzyıllar boyunca. Kıyı balıkçılığı, kürk avcılığı yapıyor, toplayıcılıkla uğraşıyor, ren geyiği evcilleştirip onlardan sürüler yapıyor, geyiklerin etinden, derisinden, kürkünden ve yününden yararlanıyorlardı. Velhasıl ne onlar İsveçlilere karışıyor ne de İsveçliler o işe yaramaz uzak topraklarda sürdürdükleri doğal hayatlarına müdahale ediyordu.
Ondokuzuncu asır, birçok mazlum halka olduğu gibi Samilere de hiç iyi gelmedi. Topraklarında maden ve petrol ararlarken karşılaştıkları halk, modernleşme sürecine hızla girmiş olan ülkeye ayak bağı olabilirdi. O halde o “cahil ve egzotik” halkı kendi içinde eritmenin zamanı gelmişti. Kendilerini ayrı bir halk olarak gören bu “vahşiler”, tıpkı bizdeki “dağ Türkleri” gibi aslında “dağ İsveçlileri”ydi. (Dağın çektirdikleri her yerde aynı…) Dilleri dil değildi, birkaç yüz kelimden müteşekkildi. Onlara kendi “medeni” dillerini öğretmeli, çocuklarını alıp yatılı mekteplere götürmeli, onları orada uygar birer İsveçli olarak yetiştirmeliydiler. Zorla asimilasyon faaliyeti başladı. İsveç Krallığında tek bir dil vardı, o da “güzel İsveççe” idi. Samiler direndi. Kendilerine karşı girişilen her modernleştirme eylemi geri tepti. Kuşkusuz Samiler silah alıp dağa çıkmadılar çünkü tek silahları kendi yapımı olan ağaç ve taştan yaptıkları ilkel silahlardı. Devlet, Sami dilini ve kültürünü her yerde yasakladı. Kuşkusuz bizde olduğu gibi, “Vatandaş İsveççe konuş” kampanyasını düzenlemediler, Samice konuşana telgraf tarifesi başına ceza kesmediler, ama daha etkili yöntemlere başvurdular, soykırıma giriştiler. Okulda Samice konuşan çocuklarına şiddet uyguladılar. Nüfusları gittikçe azalmaya başladı. Şaman geleneğinden geliyorlardı, çoğu bu inancı taşıyordu, devlet zorla kendi dinini empoze etmeye çalıştı, zorla Hıristiyanlaştırma devresi başladı. Eziyet ettiler, yerlerinden sürgün edildiler. Yaşadıkları çadırlarını başlarına yıktılar. Yaşadıkları toprakları kısa sürede inşaat alnına çevirdiler. Baraj yaptılar nehirlerin önüne, topluca ağaç kestiler, diktikleri rüzgar panelleriyle bölgenin iklimi değişmeye başladı yavaş yavaş, daha sonra da askeri bombardıman alanı haline getirdiler vatanlarını.
1800’lerde başlayan bu İsveçlileştirme politikası yakın zamana kadar, 1970’lere kadar sürdü. Bu tarihten itibaren bir anda yanlış yaptıklarının farkına vardılar. Ama olan olmuştu, Sami kültürü büyük bir zulümle yok olmakla karşı karşıya kalmış, dil unutulmaya yüz tutmuş, devletin uyguladığı “inkâr ve asimilasyon politikası” sonuç vermiş, Samiler toplumun içinde eriyerek yok olmaya başlamışlardı. Devlet ani politika değişikliğine gitti. Bu kez, içlerinde bir güzel rengin solmakta olduğunu görerek, onları korumak için özel yöntemlere başvurdular. Gideni geri getirmeye çalışıyorlar şimdi. 2020 yılında parlamento bir karar alarak, Samilere yönelik kötü muameleyi incelemek ve soykırım uygulamalarını belgelemek için bağımsız bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurmaya karar verdi. Komisyon tam beş seneden beri çalışıyor, ulaştığı bulguları bu yılın sonunda, Aralık ayında bütün dünyayla paylaşacak. Bu arada 2021 yılında İsveç Kilisesi ve devleti, zorla din değiştirme ve İsveçlileştirme politikasından dolayı kalan Sami halkından resmen özür diledi. Samiler bugün, İsveç yasalarınca tanınan beş azınlıktan biridir, kendi anadilleriyle eğitim hakları olduğu gibi, azınlıkların yararlandığı bütün haklardan eşitçe yararlanıyorlar.
*
Samilerin tarih boyunca İsveç edebiyatındaki yerleri ilgimi çekmişti. Modern İsveç edebiyatında özel bir yerleri olduğunu gördüm okuduklarımdan. Özellikle çocuk edebiyatında… Fotoroman şeklinde yazılmış kitaplarda, çocuklar için yapılmış televizyon çizgi filmlerinde bilhassa…
İsveçli yazarlar, “devletin âli menfaatleri” deyip devletlerinin kendi içlerindeki “öteki”ye karşı olan kötü muamelesini, “devletin çıkarları” diyerek tasvip etmemiş, devletin yanında durmamış, tam tersine bağımsız duruşlarını koruyarak, devletin bu berbat uygulamalarını şiddetle eleştirmişler. Sağcı olsun solcu olsun kimse “devletim neylerse iyi eyler” diyerek o “ilkel” halkı “modernleştirme” adı altında girişilen inkâr ve asimilasyon politikalarını desteklememiş.
Mesela Nobel Edebiyat Ödülünü alan ilk kadın yazar olan Selma Lagerlöf’ün Türkçeye de,“Nils Holgersson’un Serüvenleri” adıyla çevrilmiş olan romanında, bir sihir sonucu küçülmüş kahramanı Nils bir yaban kazına binerek ülkeyi karış karış dolaşır ve bu havadan yapılan seyahat sırasında Samilerin ülkesi üzerinden de uçarak bize onlar hakkında çok kıymetli bilgiler verir.
Samiler göçebe bir halktır, çadırlarını nereye kurarlarsa orasıdır evleri. Selma Lagerlöf’e göre göçebelik sanıldığı gibi kötü bir hayat tarzı değildir. Hiçbir göçebe doğaya zarar vermez. Doğa ona engel koyduğu andan itibaren onunla savaşmaya, değiştirmeye kalkışmaz, çadırını toplar, imkânları daha geniş olan başka bir yere göçer. Göçebeler evsiz değildir, gittikleri her yerde yeni bir ev yaratma yetenekleri gelişmiş doğa dostlarıdır onlar. Göçebe gurbet ve sıla kavramlarını bilmez; o her yerde kendini evinde hisseder. Göçebe doğayı sömürmez, sadece doğayı değil, hiç kimseyi sömürmez. Toplar, biçer ve takas eder, o kadar.
Selma Lagerlöf de Samilere böyle bakar. Onları yok etmek isteyen devletinin bakışından çok farklı bir bakıştır bu. Devlet de Selma Lagerlöf’e, kendi bakışından farklı bir bakış ortaya koyup kendisinin uygulamalarına şiddetle karşı çıktığı için alıp onu içeri atmaz, kitaplarını yasaklamaz, tam tersine 1909 yılında “Yüksek idealizm, canlı hayal gücü ve manevi algılama yeteneği ile karakterize yazıları için” ona, Nobel Edebiyat Ödülüyle ödüllendirilmiş ilk İsveçli yazar payesini verir.
*
Her insan bir âlem ise, her ülke ayrı bir cihan. O ayrı ayrı cihanlarda olup bitenlerin çoğu birbirine benzer ama…
Kal-u beladan beri tek bir hikâye var ve o hikâyenin farklı farklı kahramanlarıyız hepimiz.