Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Yüz yıldır sönmeyen ateş!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kürtçe adı Ava Zê, Türkçe adıyla Zap Suyu; Ahmed Arif’in, “Otuz Üç Kurşun” şiirinde “Nemrut’un yavrusu” dediği Mengene Dağı ile “Acem hududunda” kalan Haravil Dağı eteklerinden dökülen sulardan alır kaynağını. Başkale vadisini geçip “Gelyê Zê” (Zap Vadisi) denilen derin bir koyağın içinden akarak Musul’un 40 kilometre kadar güneyinde Dicle Nehri’ne karışır.

        Vakti zamanında Musul’dan Van’a veya Van’dan Musul’a gitmek için bu nehirle paralel giden katır yolu, tek yoldu. Daracık bir vadidir, nehrin gürültüsü çıplak kayalarda yankılanır, vadi boyunca yakın zamana kadar tek tük ağaca rastlanırdı.

        Ksenophon’un “Anabasis”inde var; Pers ordularına yenildikten sonra bozguna uğrayan “on binlerin” geçiş güzergahıdır bu yol… Ortadoğu’da kendi dinlerinden bir kavim bulup orada Hıristiyanlığı yaymak için ta Kaliforniya’dan kalkıp buralara gelen misyonerler kullanmış bu yolu… Rus ve Batılı gezginler geçmiş buradan. Hepsinin geride bıraktıkları seyahatnamelerde, bu derin koyaktan geçerken, o zaman her tarafın ormanlarla kaplı olduğu, yollarına çıkan ağaçları tahralarla kes kese yol aldıkları yazılıdır.

        Yangınlar çıktı, köylüler musallat oldu ağaçlara sonra, hepsini kestiler zamanla, kesmekle kalmadılar, köklerini de kazmayla söktüler, çırılçıplak kaldı o yamaçlar, güneş kızgın taşları daha da kızdırdı, toprak kaydı, kaldı geride sipsivri kayalar. Son yıllarda doğalgaz gelmiş oralara, ağaç kesmekten vazgeçmişler, Çukurca’ya giderken gördüm en son, o yamaçlar tekrar yeşile boyanıyor yavaş yavaş.

        Bu derin koyaktan geçerken aklıma hep Yaşar Kemal’in 1977’de yazdığı “Hüyükteki Nar Ağacı”nda geçen şu pasaj gelir:

        Çok kutsal ağaç vardı Çukurova’da. Buradan denize kadar nar ağacı ormanıydı Çukurova. Yaz bahar aylarında bir al çiçek açardı narlar, toprak buradan Ayas’a kadar apal kesilir, deniz gibi dalgalanırdı. Kara yılanlar sevişirdi nar çiçeklerinin altında, ocaktaki demir gibi kıpkızıl olarak. Hiç ağaç kalmadı ovada, bütün ağaçları kökten söktüler. Şimdi ne nar, ne meşe, ne karaçalı, ne çam, hiçbir ağaç kalmadı Çukurova’da, yok. Şu ovada kutsal hiçbir şey kalmadı ki nar ağacı kalsın…”

        *

        Memleket yanıyor ve biz seyrediyoruz çaresizce! Bu yangın çok uzun yıllardan beri sürüyor. Her sene bu mevsimde yanan bir orman haberi hepimizin bağrına şivan düşürdüğünde, kendi kendime “yahu ne bereketli ormanlarımız varmış, yan yan bitmiyor” derim hepinizin şu anda hissettiği derin üzüntüyle. Takılırım Yaşar Kemal’in peşine, ustanın bundan tam 71 sene önce, 1954’te, İçel’den başlayıp yukarı çıka çıka ta Bandırma’ya kadar, köy köy, kasaba kasaba tam 50 gün boyunca gezerek yazdığı “yanan ormanların” hikayesini okuya okuya yanarım hepimizin ortak narına.

        Romancı olmadan önce, röportajla başlamış işe Yaşar Kemal. Röportajdan biriktirdiklerini daha sonra yazacağı o mühim romanlarına malzeme yapmış. İlk göz ağrısıdır röportaj, en az Marquez’in röportajı önemsediği kadar önemser. Röportaj, şimdiki anlamı ihtiva etmiyordu o zamanlar, anlayacağınız onun ve Marquez’in yaptığı röportajlar “mülakat” değil, daha çok “ahvale” dair encam vesikalarıydı. Ses alma cihazı hak getire o zamanlar, deftere not bile almazmış, gördüklerini, aklında kalanları yazarmış Yaşar Kemal soluklandığı ilk yerde. Türk edebiyatının tadına doyum olmaz o röportajları hep böyle çıkmış ortaya işte.

        2012’de kendisiyle yapılan bir mülakatta, “Yanan Ormanlarda 50 Gün” röportaj serisi için şunları söyler:

        “En iyi röportajım, ‘Yanan Ormanlarda Elli Gün’dür. O röportajı yapmak için İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesine gittim. O fakültede 5-6 ay kadar çalıştım; okumalar yaptım. Orman için ne diyorlar, diye araştırdım. Ne kadar yazı varsa, kitap varsa okudum. Hatta Almanya’dan büyük bir ormancı gelmişti, dil bilmediğim halde, dil bilen bir arkadaşıma konuşmayı tercüme ettirdim. Şu an hâlâ müthiş bir orman kültürüm var. Röportaj için yaptım bunları ben…”

        *

        Denizle ilişkimiz neyse, ormanla da ilişkimiz odur sanırım. Gezin Ege, Akdeniz kıyılarını, derler ki denize yakın mülkleri miras yoluyla kızlara bırakmışlar vakti zamanında. Kız el malıdır nasılsa, denize yakın arazide bereket yok, kumluk falan, en iyisi onu evden gidecek kızlara vermek, dağa yakın bereketli arazileri de erkek çocuklara bırakmışlar. Cihangir’de 1940’larda, 1950’lerde inşa edilen apartmanlara bakın, hepsi tepelerde, deniz gören yamaçları da o apartmanların kapıcıları müştemilat olarak kapmış vakti zamanında. Deniz gören cephede apartmanların eciş bücüş, yıkılacakmış gibi durmasının sebebi budur. Yukarılarda inşa edilen apartmanların çoğunun ön cephesi Boğaz’a paraleldir, deniz gören tarafında pencere yok, deniz bu, nemli, siyatikleri azdırır, eklem ağrısı yapar. Denizden çıkan balıklara bakın, hangisinin adı Türkçe? Ha, kılıç ve kalkan balığı hariç… Görmüş onları suyun dibinde, en çok kullandığı iki şeye benzetmiş, uzun olanına kullanmakta mahir olduğu kılıcına, yassı olanını da kalkanına… Gerisine kafayı yormamış, kim oturup şimdi sürüsüne bereket bütün o balıklara Türkçe isim bulacak?

        Evlerimizin içinin pırıl pırıl, sokaklarımızın kirli olmasının sebebi göçebeliğimizdendir. Göçer, evini sırtında gezdirir. Konduğu yerde geçicidir, arazi onun değildir, bu yüzden oraya evi gibi bakmaz… Göçebelikten yerleşik hayata geçince de mekânla ilişkisi kolay kolay değişmemiş, sokak onun değildir hâlâ. Bu yüzden sigara tablasını pencereden sokağa döker, kirli halıyı sokağa silkeler, sokağa tükürür, içtiği suyun pet şişesini kaldırımın kenarına atar ama evinin içi bal dök yala…

        Doğanın her yeri onundur, doğa onun kölesi, o da tabiatın efendisidir. İstediği yerde mangalı arabanın bagajından çıkarıp yakar, köfteyi eti pişirir, afiyetle yer, yanında getirdiği içkiyi içer, biten şişeyi de ya karşıya dikip nişangah yaparak tabancayla ateş eder, ya da bulduğu ağaç gövdesine veya taşa çalar. Şişe kırıkları dağılır her yere, böylesi sıcak havalarda da çoğu zaman mercek işlevi görür, tutuşturur çıralıkları, orman yangınları başlar.

        *

        1950’lerin başında Adana’dan gelmiş Yaşar Kemal, Abidin Dino onu Cumhuriyet gazetesine göndermiş, onun torpiliyle gazetede işe başlamış, doğayı tanıyor, hayvanı, börtü böceği biliyor, doğa karşısındaki hoyratlığımızın farkında, o zamanlar da memleketin her yerinden, her gün bir orman yangını haberi geliyor İstanbul’a, o da “hele nedir bu işin aslı?” diye merak ederek yanan ormanların peşine düşer. Önce röportaj için, ormancılığa dair sağlam bir bilgiyle donatır kendini ve orman yangınlarının sebeplerini bulur:

        “Ormandan tarla açma… Kaçak kesim… Keçi sorunu ve orman köylüsünün bilinçsizliği…”

        Cumhuriyet o sırada 30 yaşındadır. Orman işletmeciliği kanunu ancak 1937’de çıkmış, o zamana kadar Osmanlı’nın çıkardığı 1870 tarihli nizamnameyle idare edilmiş, bu tarihten itibaren devlet ormanların işletmesini özel müteahhitlerin elinden alarak kendine bağlamış.

        Yaşar Kemal şunları yazar:

        “1937’den, yani Devlet Orman İşletmesi kurulmadan önce müteahhitler ormanı insaf etmeden tıraş etmişler. Yangınlardan önce güney ormanlarını müteahhitler bitirmişler. Ve Suriye’ye satmışlar. Mısıra satmışlar. Bütün Araplar yıllarca güney ormanlarını haraç mezat kullanmışlar. Bir rivayete göre Süveyş kanalının kereste ihtiyacı Güney ormanlarımızdan temin edilmiş. Ve efendim bu sebepten güneyde orman kalmamış. El elde, baş başta!... Devlet İşletmeleri 1945 yılında teşkilâtını tamamlamış… O zaman kadar da türlü dalavereler dönmüş ve ormanlarımızı su gibi Suriye’ye akmış. 1945’ten sonradır ki doğru dürüst, ilmî şekilde bir kesim yapılmağa başlanmış…”

        Yaşar Kemal, ormanların ahvalini yerinde görmek üzere elli günlük seyahate çıkmaya hazırlanırken, iktidardaki DP, yeni bir orman kanunu çıkarma hazırlıkları yapıyor. Yaşar Kemal’in, Akdeniz köylerinde birinde konuştuğu mesleği “tahtacılık” olan Ali Çavuş ona şunları anlatır:

        “Türkiye’de ne kadar orman kanunu çıkmışsa, her kanundan sonra bir orman tıraşlaması olmuştur. Ormanları orman kanunları bitirmiştir.”

        Tahtacı Ali Çavuş’un bu sözlerini Yaşar Kemal şöyle yorumlar:

        “Allah, kalan ormanlarımızı, -orman kalmış, şayet köşede bucakta bir iki dikili ağaç kalmışsa- bu yeni çıkacak kanundan esirgesin.”

        Yaşar Kemal, 71 sene önce hepsini yakarak, tahrip ederek yok ettiğimiz ormanlarımızdan kalanları “köşede bucakta kalmış bir iki dikili ağaç” diye bahseder, yetmiş sene sonra bugün yanan, ayakta kalmış o bir iki dikili ağaçtır işte. Onlar da yanınca oturup küllerini başımıza dökmek kalacak bize.

        *

        Yaşar Kemal, Akdeniz’den Marmara’ya gitmek üzere Mersin’den yola çıkar, son varacağı yer Bandırma’dır. Karış karış, köy köy, kasaba kasaba gezer. Köylülerle konuşur, ormancılarla yatıp kalkar, işin ehline sorar, suçluları bulur, yangınları seyreder, ağaç gölgelerinde soluklanır. Güzergâh boyunca yoluna genellikle üç tür ağaç çıkar; çam, köknar ile sedir… Şöyle anlatır durumu:

        “Çam kabuğu kokuludur. Ağaçlar içinde en çok çamın kabuğu kokar böyle. Yel esince iki saatlik öteden çam kokusunu getirebilir. Bir de Kamalak vardır. Ormancılar sedir koymuşlar adını. Ondaki koku da çama yakın bir kokudur. Köknarı da unutmamalı. Bunlar ormanlarda üç sacayağıdır.”

        Karşılaştığı manzara fecidir. Ormanların büyük bir bölümü bilerek yakılmış, kalanlar tahrip edilmiş, yanan yerlerin büyük bir kısmı da tarlaya dönüştürülmüş. Arazi varsa bir yerde, köylü vardır orada. Arazi yoksa da köylü arazi üretir. Mesela, vakti zamanında bizim oralarda yaşayan Nasturiler, evlenme çağına gelen her delikanlıya bir tarla üretme şartını koşarlarmış. Arazi bulup orada bir tarla üretmeyene kız vermezlermiş. Anadolu’nun başka yerlerinde de öyle. Orman, onların gözünde her zaman mahsul alacak araziden daha az kıymetlidir. Tarla mı orman mı sorusuyla karşılaştığında tercihini her zaman tarladan yana yapar. Toprak karın doyurur ama orman öyle değil…

        Orman köylüleri yoksul ve sefil bir haldedir. Toprakları yok, çaresizdirler. O da gözünü ormana dikmiş. Ormanı yakarak tarım arazisi açacak ama öte yandan orman da tek besin kaynağı olan keçilerin otlanma alanıdır. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal. Ormanı yaksa tarla yapsa keçiyi aç bırakacak, keçiyi aç bırakıp karnını doyurmaya baksa kendisi besinsiz kalacak. Yüzyıllar boyunca bu açmazın içindeki köylüye kimse rehberlik yapmamış. Devlet açmazın içinde çırpınan cahil köylüye rehberlik yapmamış. Yaşar Kemal’in bu durumu sorduğu köylülerden Süleyman Ağa şunları anlatır:

        “Keçi beslemek, açma açmak kolay mı sanırsın. Bilmeyene kolay görünür… Bilmezler de vay köylü orman yakar, vay köylü ormanı keçisine yedirir. Bilmezler. Bilmezler de köylü keçiyi keyfinden besler sanırlar. Bilmezler de köylü canı sıkıldığı için açma açar sanırlar. Ya ben aç kalacağım, ya orman gidecek. Bunun ikisi ortası yok. Bu dağlarda keçiden başka hayvan iyi yetişmez. Bu dağların hayvanı keçidir. Ya keçi besleyeceğim, ya açlıktan öleceğim. Keçi de ormanını yiyecek devletin. Çare yok. Başka çare yok. Açma açacağım. Hükümet her ağacın başına bir bakım memuru dikse, her bakım memuruna da bin lira maaş bağlasa gene ağacı boğup yakıp, kesip tarla yapacağım. Başka çare yok. Ya açlıktan kıvranıp öleceğim. Ya da ormandan tarla yapacağım. Hor görmeyin bizi. Bu dağlarda başka geçim yolu yok. Birincisi keçi, ikincisi tarla.”

        Devlet, kuruluşundan itibaren ormancılığa bir bilim olarak bakmamış, orman Allah’ın verdiği ağaç öbekleri, yakmaya yarar, kereste yapılır, adı üzerinde kereste…

        Yaşar Kemal, bu konuda şunları yazar:

        “Bizimkiler orman ilmini de bize benzetmişlerdir. Makilik, baltalık, koruluk diye üç kısma ayırmışlar. Baltalıkla makilik dedikleri yerlere ver etmişler baltayı. Halbuki ormancılık ilminde yalnız bir orman vardır. Makilikler, baltalıklar dediklerimiz türlü sebeplerle dejenere olmuş ormanlardır.”

        Karşılaştığı her orman memuru, yangınlar kadar ormanların baş düşmanının keçi olduğunu söyler Yaşar Kemal’e. Bir orman memuru şunları anlatır:

        “Şu ağaca bakın. Bu ağaç yere yapışmışçasına yayılmıştır. Uzayamamasının sebebi keçidir. Çıkan dallarını yer, çıkan dallarını yer. Ağaç da bu yüzden uzayamaz, yayılır. Bu ne ağacıdır? Pırnal meşesi. Bunun boyu iki karıştır. Halbuki beş metre boyunda pırnal meşesi vardır. Keçi bir ormanın üremesinin, gençlik yetiştirmesinin önüne geçer. Çıkan gençliği yer, çıkan gençliği yer.”

        O dağları “keçilerin kel bıraktığına” inanırlar. Yaşar Kemal’in bu duruma dair yorumu şöyle:

        “Türkiye’de 15 milyon keçi tespit edilmiştir. Bu doğru değildir. Herkes bilir ki vergiden kaçmak için köylü keçisinin ancak dörtte birini yazdırır. Ben de çok iyi bilirim. Buna göre Türkiyede altmış milyon keçi vardır. Haydi biz yanılmış olalım da otuz milyon keçi var sayalım. Bu otuz milyon keçi nedir bilir misiniz? Türk ormanlarına girmiş otuz milyon balta… Mübalağa ettiğimi sananlar gitsinler de ormanları bir görsünler. Böyle yangınlar, açmalar, keçiler olmasaydı o yüce dağlardaki ormanların biteceği mi vardı. Ama bitmiş. Ama orman denecek orman kalmamış.”

        Bundan yetmiş sene önce Yaşar Kemal de ikna olmuş, keçinin ormanların can düşmanı olduğuna kanaat getirmiş. Bu durumu, şiiri bildiği kadar tarımı ve hayvancılığı da bu memlekette en iyi bilenlerden birisi olan, uzun yıllar Tarım Bakanlığı yapmış kıymetli Mehdi Eker’e sordum.

        Mehdi Bey, Yaşar Kemal’in fikrine katılmıyor. Ona göre keçi, ormanın baş düşmanı değil, can dostudur, hatta ona göre keçi bugün “ormanların muhafaza memurlarıdır”. Zira orman yangınları zeminden yukarı çıkar. Keçiler, zemindeki yaprakları temizliyor, ağaçların alt dallarını aynı zamanda buduyor, dolayısıyla kuruyup ateş alacak malzeme bırakmıyor. Evet, yeni dikilmiş fidanlara zarar veriyor olabilir keçi ama büyük ormanları tahribatında keçileri birer günah keçisine dönüştürmek pek hakkaniyetli bir şey değildir.

        *

        Ve yangınlar… Hiç kimsenin ne devletin ne de köylülerin baş edemediği büyük orman yangınları… O yangınların yarattığı tahribat ve sonuçları… Şöyle anlatıyor Yaşar Kemal:

        “Bir tepe çıktık. Bir tepe daha çıktık. Sağımız solumuz ormanlık… Genç ağaçlar… Ama yangın görmemiş hiçbir gövde yok. Gövdeler kapkara. Bunlar geçen yılki, evvelki yılki yangından kalanlar… Bütün dağ az önce söndürülmüş bir ocak sanki… Yağmursu, ıslak ıslak bir yanık kokusu almış dünyayı. Adamın genzini yakıyor. Daha ötede aynı biçimde bir yangın yeri daha… Bir daha, bir daha… Ve artık ara ki bir yeşillik göresin…”

        Meğer üç tür orman yangını varmış. Dip, gövde ve baş yangını… En çok görüleni dip yangınıymış. Dip yangınının önüne geçmek en zoruymuş.

        Ve o yangınlar bir türlü söndürülemiyor. Bir orman işletme müdürü çaresizliklerini şöyle anlatıyor:

        “Bir türlü söndüremezsin. Bin kişi bile olsan söndüremezsin. Ormanın içinde kıvrıla kıvrıla akar gider. Dolanır durur. Harman gibi yananın etrafını iyice açtın mı tamam. Zor atlar. Söner kalır olduğu yerde. Ama benim bu rüzgarda hiç umudum yok. Söndüremeyeceğiz. Koca dağ yanacak. Haybe anasını. İşte böyle. İşte böyle böyle memleket yanıyor. Bir memleket yanıyor, biz seyirci kalıyoruz.”

        Yaşar Kemal, sohbet ettiği Süleyman Ağa adında bir köylüye şunları söyler:

        “Ama Süleyman Ağa, orman bir gün bitecek. Yağmurlar toprağı yıkayıp götürecek. Her yan sipsivri kayalardan, taşlardan ibaret kalacak. Yağmur yüzü görmeyeceksiniz yılın on iki ayında. O zaman ne keçi yetiştirebilecek ne de ekin ekebileceksiniz.”

        *

        Kehaneti tuttu büyük yazarın, şimdi ne keçi var ne ekin… Köylülerin alayı, köyden hallice büyük şehirlerde… Kalan ormanlar da cayır cayır yanıyor memleketin her yerinde…

        Yangın yeri şimdi memleket. Her yer yanıyor ve onca uğraşa rağmen seyrediyoruz çaresizce. Bir zamanlar kendine özgü bir dili olan ormanlar şimdi alevlerin diliyle konuşuyor. Her kıvılcım bir çığlık, her öbek duman bir ağıt… Duman son kalan yeşili de alıp götürüyor hayatımızdan. Toprak yanıyor şimdi sadece ateşin yalazıyla değil, kaybettiklerinin acısıyla da sızlıyor derinliklerinde.

        Türkülerimizde, gümbürtüsüyle başımıza vuran ormanlar susuyor ama o suskunluk milyonlarca canlının feryadını taşıyor hepimizin kalplerine.