Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Nobel Barış Ödülü, Devlet Bahçeli'nin olmalı!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ülkesi Güney Afrika’da yıllar yılı, beyaz ırkçı rejime karşı sabotajlar düzenleyerek, bomba dahil olmak üzere her türlü silahı kullanarak başkaldırmış olan Nelson Mandela, günün birinde yakalandı ve müebbet hapis cezasını çekmek üzere demir parmaklıklar arasına kapatıldı. Yattığı yer sadece hapishane değil taş kırılan bir çalışma kampıydı aynı zamanda. Merhametsiz gardiyanların insafına terk edilmişlerdi. Gardiyanlar yaşadıkları her günü korkunç bir eziyete dönüştürmek için ona ve arkadaşlarına olmadık eziyetler çektiriyorlardı. Misal, içlerinden birisi su istese, önce arkadaşlarına bir çukur kazdırıyor, su isteyeni o çukura gömüyor, üzerine işeyerek, “Al sana su, bu su dünyanın en kaliteli viskisidir” deyip kahkahalarla gülüyorlardı.

        Mandela, bu feci şartlarda, bu korkunç işkenceler altında tam tamına 28 yılını geçirdi. Ve günün birinde o hapishaneden çıkma günü geldi.

        Hapishaneye, halkına ırkçı uygulamalarla hayat hakkı tanımamış bir rejime başkaldırmış bir “terörist” olarak girmiş; 28 yıl sonra oradan, “beyazlarla bir arada yaşayacaksak eğer, birbirimizi affetmekten başka yol yoktur” diyen, kalbi yumuşamış, merhameti öğrenmiş, meseleleri hal etmenin tek yolunun birbirini öldürmek olmadığına kanaat getirmiş bir “barış savaşçısı” olarak çıkmıştı. Ama kafasındaki fikri uzun uzayda hiçbir arkadaşıyla, hatta ailesiyle bile konuşmamıştı. Bir deneme yapacaktı, başarılı olursa eğer, gelecek kuşaklara “huzur içinde müreffeh bir ülke” armağan edecek, başarısız olursa da vicdani vazifesini yerine getirmiş bir fani olarak bu dünyadan göçüp gidecekti. Kendisinin yazdığı hatıratında var, onunla ilgili yapılan filmlerde anlatılır, hakkında yazılan kitaplar söyler. Mandela hapishaneden çıkar çıkmaz; hapishaneye girdiği gün, eşikte kazılmış derin çukura sokup, onu insanlığından çıkarmak, haysiyetini kırmak, varlığından soyutlamak için üzerine işeyen ihtiyar gardiyanı evinde ziyaret eder.

        Bu uzun yürüyüşün ilk adımıdır. Ona bu korkunç muameleyi yapan sadisti, af ettiğini ilan etmek için yapar bunu. Bunu yapabilirse eğer gerisi kolaydır. Zira binlerce yıl önce bir Çinli filozof, “En uzun yolculuk küçük bir adımla başlar” demişti. O adımı atar ve yıkılmaz sanılan duvar gümbür gümbür yıkılmaya başlar. Gelin görün ki bu davranışı destekçilerinden hiçbirisinin hoşuna gitmez. Hepsi çok öfkelidir ve Mandela’nın o öfkeye önderlik yapmasını istiyorlar hâlâ. Oysa Mandela’nın korkunç şartlar altında geçirdiği 28 yıl boyunca başardığı en önemli şey, öfkesini yenmiş olmasıydı. Önündeki engeli kendi eliyle kaldırmış, hapishaneye girdiği gün üzerine işeyen canavarı af ederek, onun zihniyetine barış elini uzatmıştı.

        Bu davranışı ona pahalıya mal olur. Arkadaşları ona kızar, ailesi yanında durmaz, onu terk eder, etrafı bir anda boşalır, bakımını yapan sıradan bir hizmetçi kadından başka yanında, yöresinde kimse kalmaz. Ama o doğru yaptığına emindir.

        Barış için giriştiği savaşı daha da kızıştırır. Dünyada tek haklı savaşın barış için yapılan savaş olduğunu, savaşın çok kolay bir iş olduğunu ama barışı kabullenmenin en zor şey olduğunu çok iyi bilir. Bu yüzden işe kendisiyle başlar. Riski göze alır. İntikam yaşayan herkesi rahatlatır ama doğmamış olanlar için intikamın hiçbir anlamı yoktur.

        Şu söz onundur:

        “İntikam almak isteyen zihinler ülkeleri darmadağın eder, barış isteyen insanlar ise yeni bir ülke yaratırlar.”

        Bir “terörist” olarak girdiği hapishaneye, 28 sene sonra büyük bir “barış savaşçısı” olarak çıkar. Yılmaz, ülkesine barışı getirir ve Cumhurbaşkanı seçilir.

        1993 yılında Nobel Barış Ödülünü Mandela’ya bu yüzden verirler.

        *

        Devlet Bahçeli’nin 2024 Ekim’inden bugüne, aradan geçen bunca ay zarfında; yüz seneden beri hiç kimsenin bir çare bulamadığı, üstesinden gelemediği, elini uzatanın elini yakan, kalbini koyanın kalbini durduran mezkur meselemiz Kürt meselesinden mütevellit 41 yıllık silahlı çatışmayı durdurup yerine “konuşmayı” öneren, “suhuleti” tavsiye eden, bu meselede çıta nerdeyse onu oradan alıp hiçbir faninin yetişemeyeceği bir yüksekliğe koyan çıkışlarını hemen hemen hepimiz, kimimiz şaşkınlık, kimimiz sevinç, kimimiz öfkeyle dinlerken, seyrederken aklıma ister istemez Nelson Mandela’nın hapishaneden çıktıktan sonra kafasına koyduğu barışı gerçekleştirmek için, gerekirse partisinden, arkadaşlarından ve hatta ailesinden vazgeçen o cesur, ulvi, o her insanın yapmaya cesaret edemeyeceği soylu tavrı geldi.

        Devlet Bahçeli’nin de tavrı Nelson Mandela’nın tavrından farklı değildir.

        Zira Devlet Bahçeli’nin politikaya girdiği günden beri hitap ettiği, oy istediği, vaatlerde bulunduğu, oyunu aldığı, güvenini kazandığı, liderliğini yaptığı kitle, Mandela’nın kitlesinden farklı bir kitle değildir. En azından öfkeleri benziyor birbirlerine. Tavizsizdir. Müdanası yok! Konuşmayı önermez, hiçbir kalkışmaya merhamet gösterilmez. Vatana uzanan el kırılacak, o kadar! O kitleye göre, Kürt denilen ayrı bir halk yoktu bu topraklarda. Birileri bizi bölüp parçalamak için aramıza nifak sokmuş, vatandaşlarımızın bir kısmına Kürt demiş, onlar da bu ismi kolayca benimsemiş, o güçlerin vaatlerine kanmış, ayrılıkçı bir kisveye bürünerek, yıllardan beri Türkiye’nin başına bir “terör” belasını sarmışlardı. Hepsi kandırılmıştı. Hepsi kökünden kopartılmış, tarihinden uzaklaştırılmış, geleneklerine yabancılaştırılmış, toplam dokuz bin kelimeden müteşekkil Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı karma ilkel bir dile “Kürtçe” demiş, o dağ dilini bize “medeniyet dili” diye yutturmaya kalkışmışlardı. Onlarla ayrımız gayrımız yoktu. Biz ovada yaşayan Türkler, onlar dağda yaşayan Türklerdi. Aramızdaki mesafe bir yokuştu o kadar. Tasada kıvançta birdik. Ama devlet dirayet gösterip eğitim vasıtasıyla erkenden “aydınlatamadığı” için alayı karanlıkta kalmış, böylece dış cereyanların estirdiği yıkıcı-bölücü akımlara kapılmışlardı. Kâh İngilizler fişteklemiş, kâh Amerikalılar parmak sokmuş, milli birlik ve beraberliğimizi bozmak için onları ayrı bir halk olduklarına inandırmış, alayını gerçek tarihlerinden, kültürlerinden koparmış, bölgeyi uzun uğraşlar sonucu bir nifak tohumu serası haline getirmişlerdi. Marksist-Leninist ideolojiyle beslenmiş bazı hainler onları dürtünce de silaha sarılıp devletine başkaldırmışlardı. Tarihte bu tür hadiseler başımıza çok gelmişti. Evelallah devletimiz güçlüdür, demir yumruğu tepelerine indirmiş, kısa sürede seslerini bastırmıştı. Bu sefer de öyle olacaktı, daha önce giriştikleri 28 isyanda ne olduysa son isyanda da aynısı olacak, güçlü devlet bu isyanın da hakkından gelecekti. Şehitler ölmez, vatan bölünmezdi!

        Kısaca özetlemeye çalıştığım bu “ezber” çok uzun yıllar boyunca hiç bozulmadı. Devlet Bahçeli, bu “retorik” üzerinden oy istedi, bu fikri işleyerek taraftar kazandı, bu fikirle parlamentoya girdi, çeşitli hükümetlerde görev aldı, devleti yönetenlerle ortak oldu. Bu fikir, biraz da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin fikriydi. Cumhuriyet çoğulculuğu ret eden bir anlayış üzerine kurulmuş, “ulus-devlet” her şeyiyle Türk’tü. “Ret, inkâr ve asimilasyon” politikası çok uzun yıllar boyunca devletin resmi politikası olarak yürürlükte kalmıştı.

        Devlet Bahçeli, bu müktesebatla üniversitede hocalığa kadar yükselmişti. Tavizsiz bir milliyetçiydi. Kürtleri ayrı bir halk olarak tanımıyordu. Dilinin en esnediği yer “Kürt kökenli vatandaşlarımız” noktasıydı. Onun dışında her türlü sıfatı “ayrıştırma” olarak görüyordu. Tehlikeli ve bölücü olarak addediyordu.

        *

        Nelson Mandela 28 yıl sonra hapishaneden çıktığında ilk iş olarak, hapishaneye girdiğinde, kapının eşiğinde üzerine işeyen gardiyanın evine giderken ne hissettiyse, Devlet Bahçeli de 1 Ekim 2024’te, TBMM’de yerinden kalkıp Tuncer Bakırhan’ın elini sıkmak üzere DEM Grubuna doğru giderken, sanırım benzer bir hissiyat içindeydi. Çok uzun yıllardan beri selamlaşmadığı, elini sıkmadığı, bu korkunç kanlı sürecin destekçisi olarak görüp bir biçimde hasım bellediği, devlet düşmanı olarak gördüğü, hatta bir süre önce mecliste bulunmalarını bile zül saydığı bir fikriyatın temsilcisiyle el sıkışmaya gidiyordu. Bir tabuyu yıkacak, yepyeni bir sürece öncülük edecek, birçok ezberi yırtıp tarihin çöp kutusuna atacaktı!

        Peki ne olmuştu da Devlet Bahçeli, siyasi hayatının bu en uzun, en meşakkatli, en engebeli, en zor yolculuğuna çıkmıştı? Bu sorunun somut tek bir cevabı yoktu, öyle davranması gerektiği için öyle davranmıştı. Hikaye bir hayli uzundu.

        Nelson Mandela’nın o gardiyanın evine giden yolculuğu tam tamına 28 yıl sürmüştü. Devlet Bahçeli’nin yolculuğu ise Mandela’nın yolculuğundan çok daha uzundu. Yerinden kalkıp o ömrünün en uzun, en zor yolculuğuna çıktığında tam tamına 76 yaşındaydı. Çocukluğun ilk on beş yılını çıkaralım, sanırım 60 yıldan beri oraya doğru yürüyordu. Yürürken tek başına değildi, o sırada kendisinden 25 yaş büyük olan Türkiye Cumhuriyeti önüne düşmüştü. Belki de el eleydiler, zira Devlet Bey el ele yürümeyi sever. DEM Grubuna selam verdiğinde devlet de yanında duruyordu. İkisi birlikte karar vermişlerdi. Nelson Mandela’nın deyimiyle, “yeni bir ülke yaratmanın” tam vaktiydi. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan da ona “yol vermişti”, ya Ortadoğu denilen fillerin tepişme alanında ayak altında kalacak, ya da bu ülkenin Türkleri, Kürtleri, Arapları tekrar el ele verip büyük bir “millet” olacaktık! Bunun yolu da canımızı onca yakmış, birçok yakınımızı bizden koparmış, şiddetten başka bir dil bilmemiş, o dille büyümüş düşmanımızın varlığını kabullenmekten geçiyordu. Aslında bizi birbirinden ayıran pek öyle derin, anlaşılmaz şeylerin olmadığını anlayıp birlikte yeni bir gelecek kuracaktık.

        Bu fikre gelmek, Devlet Bey’in 60 yılını almıştı. 28 senede Mandela “merhameti” öğrendi o korkunç hapishanede, düşmanıyla barışmak için önce kendinden, fikrinden, ideolojisinden taviz vermeyi, belki de onu biraz esnetmeyi… Yalnızlığı göze almayı… Doğru bildiği şey hayata geçerse eğer, doğmamış binlerce çocuğun hayatı kurtulacak, ortak vatan daha güçlü bir hale gelecekti. Devlet Bey’in 60 yılına mal olan o birkaç adımlık uzun yürüyüş boyunca onun da aklında benzer şeyler vardı eminim.

        Nelson Mandela o uzun yolculuğa çıktığında aklında Nobel Barış Ödülü yoktu. Ama Nobel Barış Ödülünün aklı böylesi uzun yürüyüşler için vardır zaten.

        Her şey şu andaki gibi yolunda giderse eğer, Nobel Barış Ödülü Sayın Devlet Bahçeli’ye anasının ak sütü kadar helaldir.