1983 yazıydı. Vedat Günyol’un Bostancı Kasaplar Çarşısı’nda bulunan bir apartmanın giriş katındaki evinde, birkaç yazar arkadaşı (şimdi muhayyilemi zorluyorum, hiçbirisinin adı gelmiyor aklıma, hemen hemen her gün farklı yazar arkadaşları o evde bir araya gelir muhabbet ederdi) yüksek sesle bir sene önce romanı yayınlanmış ve pek ses getirmiş olan gencecik Orhan Pamuk ile kitabı “Cevdet Bey ve Oğulları”nı tartışıyorlar. Tartışma değil de daha çok veriştirme… Kendilerini pek mühim birer yazar olarak gören o adamların konuşmalarında belli bir kinaye, belli bir kıskançlık tartışma masasından taşmış, bir uğultuya dönüşmüş, kitaplarla tıka basa dolu evin her yerine yayılmıştı. Bir sandalyeye ilişmiş, dikkatle onları dinliyordum. Bahsettikleri yazarın adını duymuş ama romanını henüz okumamıştım. İçlerinden birisi, “Geçen gün Varlık Dergisinde rastladım o kibirli çocuğa, ‘tarih kitaplarının arasında kaybolmuş iki kişi var, biri Heredot, öteki benim’ dedi bana,” deyince orada bulunan herkes aynı anda kahkahayı bastı. Belli ki yazar ve kitabı hakkında ileri geri atıp tutanların hemen hemen hiç birisi o romanı okumamıştı. O sırada kitabı okumak için müthiş bir istek belirdi içimde. Yerimden kalktım, binlerce kitabın arasında romanın yerini biliyordum, aldım, bir odaya girdim, kapıyı kapattım ve başladım okumaya.
*
24 Temmuz 1905… İstanbul… Cevdet Bey kimi ziyaret ediyordu o gün sahiden? Ha abisi Nusret’i galiba…Perdeler kapalı, adam hasta, içerisi havasız. Perdeleri çekerken, yataktaki müzmin Abdülhamid muhalifi Jöntürk abisi hemen uyarır onu:
“Hayır, açma! Dışarısının pisliği içeri girmesin istiyorum. Dışarısının pis, sefil, bayağı havası, şu iğrenç, despot karanlık içeri sızmasın. Biz burada iyiyiz...Pencereyi kimse açmasın! Burası, benim memleketim, orada, Fransa’da, olduğu gibi karanlıktan kurtuluncaya, Abdülhamit yıkılıncaya, her şey aydınlık, temiz, namuslu, iyi oluncaya kadar kimse pencereyi açmasın...” (s.18)
Türk aydının müzmin muhalifliği Abdülhamit’le başlamıyor ama Abdülhamit’le zirve yapıyor. Fransızları aydınlatıp karanlıktan kurtaran şey neyse, bize de gelecek, bizde de “aydınlık, temiz” bir hava esecek, o esinti bir yığın çirkinliği, kötülüğü süpürecek, böylece “namuslu” bir ülkede yaşayacağız! Jön Türklerin bildiği tek şey bu. Bunun dışında hiçbir fikirleri yok, “tek yol” Abdülhamit’i devirmek… (Sonra sloganları değişti, “Tek yol devrim” dediler, o da olmadı.) Devirince yerine ne koyacaklarını bilmiyorlar, hatta düşünmemişler bile. Düşündükleri tek şey, padişah gidince, tıpkı Fransa’da kralın gitmesi gibi her şey güllük gülistanlık olacak. (Yakın zamanda tarih “6’lı Masa”yla tekerrür etti.) Abdülhamit devrinde olsun, Cumhuriyet döneminde olsun, beğenmedikleri hükümetlere karşı modernist Türk münevverinin bulduğu tek çözüm o hükümetten bir şekilde kurtulmaktır, eğer seçim yoluyla olmuyorsa bu iş, arkalarına “zinde kuvvetleri” alarak bunu yapmak… Hükümetten kurtulunca “Fransa’da olduğu gibi” memleketi “karanlıktan” “aydınlığa” kavuşturmuş olacaklar.
*
Klasik Türk edebiyatı şiirdir. Biraz da hikaye… Halk hikayelerinden Ömer Seyfettin hikayelerine gelen bir süreç… Roman yok bu dönemde. Yazılan uzun hikayelere “roman” dendiğine bakmayın siz, isimleri öyle… Roman burjuvazinin icadıdır. Hani Charles Baudelaire’in “her şairin ahırına birkaç tanesini kapatmak istediği” burjuvaların… Piyasa kurallarını bilen, o kuralların doğru düzgün işleyip kazançlarını arttırması için gerekirse “ağaç gölgesini” bile satmaya hazır burjuvaların… Bizde bu burjuvalar hiç olmadı. Batı medeniyeti gibi değildi bizim medeniyetimiz. Yahya Kemal’in deyimiyle, “Medeniyetimiz pilav ve Mesnevi medeniyetiydi”. Onlar roman yazıp okuyarak başka bir “ruh iklimini” yaşarken, biz “pilav yiyip Mesnevi okuyor”, başka bir dünyada yaşıyorduk. Peki bu durum bizde bir ruhi bunalıma, bir büyük eksikliğe yol açtı mı? Tabi ki hayır. Ama romanla geç tanışmamız, tanışınca da onu yanlış anlamamız, bir yığın şeyin ıskalamamıza sebep oldu. Büyük bunalımlar yaşamadık biz, sanayi inkılabı uğramadı bize. Biz inkılap diye sadece Fransız İnkılabı bildik. Bu inkılabın etkileri de bizi gelişme yoluna sokmadı, daha çok milliyetçilik, daha çok içe kapanmayı öğretti, o kadar. Sonuçta romanı ıskalarken elimizde içi boş sloganlar kaldı. O sloganları haykıra haykıra, Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”nın yayınladığı 1982 yılına kadar geldik.
“Cevdet Bey ve Oğulları” bizde olmayan o “ahıra kapatılası” adamı, bir Türk burjuva ailesinin doğuşunu, gelişimini anlatan ilk romandır. Modernleşmenin başlangıcı olarak Tanzimat’ı alırsak tam 143 sene sonra böyle bir romana sahip olduğumuzda, o romana benzer bir roman olan “Buddenbrooklar”ı Thomas Mann Almanya’da yazalı tam 81 yıl olmuştu.
“Cevdet Bey ve Oğulları” bir geleneğin üzerinde ortaya çıkan bir roman değildi. Kendisinden önce yazılmış Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Kemal Tahir romanlarına sırtını dayıyor ama hemen hemen hepsini aşarak Türk edebiyatında, o zamana kadar yazarların “nefret ettiği” bir burjuva ailesinin, yaşama alışkanlıklarını, günlük hayatını, geleneklerini, oturup kalkmasını, ticarete bakışını, siyasetle ilişkisini, buna bağlı olarak İstanbul şehrini, onun varlıklıların yaşadığı Nişantaşı semtini, -yazarın kendisi de o semtte büyümüş varlıklı bir aileden geldiğinden- onu çok içerden anlatarak, yine Türk edebiyatında bir ilki gerçekleştirerek, kahramanlarından birilerinin yanına geçip ötekine küfür etmeden, bütün kahramanlarına eşit mesafede yaklaşarak yazılmış Türk edebiyatının ilk romanıdır.
*
Romanı okuyup bitirdikten sonra soluğumun kesildiğini hatırlıyorum. O evde o gün kahkahalar arasında dedikodusunu yaptıkları henüz tanışmadığım bu büyük yazarı, çoğu kitaplarını okuduğum o adamlardan ayıran bir şey vardı. İşte o “şey” peş peşe romanlarını okudukça beni o yazara daha da yaklaştırdı. Çok uzun yıllar boyunca o “şey” üzerine düşündüm durdum. Orhan Pamuk nasıl olmuştu da sürüden ayrılmıştı? Sürüden ayrıldığı için mi o yazarlar ona burun kıvırıyordu? O zamana kadar hep “öfkeli” yazarlar çıkmıştı karşıma. Bu yazar nasıl olmuştu da öfkesine hâkim olmuştu? Burjuvalar, zenginler düşmanımız değil miydi? Öyleydi.
“Cevdet Bey ve Oğulları”nı okumaya başladığım güne kadar okuduğum Türk romanları hep varlıklı olanları, zenginleri, tüccarları, ağaları hedef almış, çoğunlukla yoksul insanlardan ilginç kahramanlar yaratarak onları bana yoldaş kılmıştı. “Cevdet Bey” denilen bu adam o zamana kadar okuduklarımdan tanıdığım hiçbir zengine benzemiyordu. Türk romanında karşıma çıkmış olan şiş göbekli, ağzında puro, fabrikasında çalışan işçileri durmadan azarlayan, kibirli, namussuz tiplere hiç benzemiyordu. Zengindi, edindiği malları da başkasını soyarak, çalıp çırparak elde etmemişti. Onun için formül basitti. “Çok çalıştım. Başka hiçbir şey düşünmeden yalnızca dükkanımı ve işlerimi büyütmeyi amaçlayarak, çok çalıştım. Sonunda da kazandım…” (s.16) diyordu.
*
Modernist Türk aydını çalışarak kazanılacağına inanmıyor. Ona göre birisi zenginleşmişse mutlaka çalmıştır, hem de devletten. Devletten çalmadan hiç kimse zenginleşemez bu memlekette. Sahi bu yüzden mi herkes devlet dairesinde bir memuriyet kapma yarışındadır? Devlete kapağı attığında maaş garantidir, bir daha kimse seni oradan kolay kolay atamaz. “Vazifeni” iyi yaparsan, “amirlerine” itaat edersen yükselme imkanı da var. Yükseldikçe itibarın artar, harcamalar devlete yüklenir, maaşın da sana kalır.
Türk edebiyatı bir memur edebiyatıdır. “Zadeganlar” takımından köy enstitülü yazarlara gelinceye kadar eline kalem alıp yazmaya başlamış yazarların hemen hemen hepsi devlette hizmet görmüş, memurluk yapmışlar. Asıl işleri memuriyet, yazarlığı da “halkı aydınlatmak” için ek iş olarak yapmışlar. (Aydının görevi cahilin yolunu aydınlatmaktır. Türk aydını “aydınlığı” pek sever. Şimdilerde ölenler için de “nur içinde yatsın” yerine “ışıklar içinde uyusun” diyorlar. Ellerinden gelse kabirlere ucunda bir ampul olan kablo döşeyecekler.) Bu yüzden kurulu düzenin dışında bir fikir sakat gelmiş onlara. Ahaliyi tanımıyorlar. Yaşadıkları topraklara yabancıdırlar. İstanbul dışında hiçbir şehir görmemişler. “Yaban, yaban” yaşayıp duruyorlar. Ülke genelinde olup bitenlerden bihaber oldukları için de çeviri romanlarda okudukları dünyanın sahtesini, bir kopyasını yaratmaya yeltenmişler. Artvin’de, Mardin’de, Burdur’da olup bitenlerden bihaberdirler. Tek tük yazar İstanbul dışına çıkınca (o da devletin tekerine taş koyup sürgün yiyince), Anadolu’yu yazmışlar. Misal Refik Halit’in o güzelim “Memleket Hikayeleri” böyle çıkmış ortaya.
*
Oysa romanın anavatanında işler böyle yürümemiş. Çok benzemek istediğimiz Avrupa’da romanı, devlet hizmetinde vazifeşinas memurlar yazmamış. Halkı aydınlatmak, yol göstermek, cehaletten kurtarmak gibi uhrevi bir vazife üstlenmemiş yazarlar orada.
Roman, para denilen tılsımlı kâğıdın peşine düşmüş bireyin, burjuvanın akıl almaz hikayesidir. Paranın devlet kasasında kilit altında tutulduğu, ay başında maaş olarak dağıtıldığı bir cemiyette yazarın gözü de o kasanın şifresinde olur. Oysa burjuva maaşlı bir memur değildir. Onun için para kilitli bir kasada değildir. Altındır, binlerce ton toprağın altındadır, gümüştür aynı şekilde; ipektir Hindistan’da, hububattır Mezopotamya’da, işlenmemiş hammaddedir dünyanın en ücra köşelerinde. Burjuva o malların peşine düşmüş, onları pazarlara götürüp paraya, parayı başka bir zenginliğe dönüştüren adamdır. Yazar burjuvanın peşindeki dedektiftir. Suçunu bilir, cinayeti görür, sırlarına ortak olur. Ona hissettirmeden, onu çoğu zaman ürkütme pahasına o sırlarını ifşa eden adamdır. Joseph Conrad denilen bir Polonyalı, Okyanusları otobana çevirmiş olan İngiliz burjuvazisinin gemilerinde kaptandı, İngilizlerin dünyayı fethederek üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk yaratırken “tanık” olarak bulundu o geniş coğrafyada. Onların her türlü “pisliğini”, “ahlaksızlığını”, “girişimci” hallerini, gidilmeyen yere, “karanlığın yüreğine” gitme hırslarını yazdı romanlarında. Rus asıllı bir herif olarak yepyeni bir İngilizce yarattı. Balzac mesela. Fransa’nın altından girdi üstünden çıktı, ıcığını cıcığını çıkardı, toplumun sanayi inkılabı karşısındaki duruşunu, adaptasyon sürecini, bireyin zenginleşmesini, para sahibi oldukça zevk sahibi olmasını, burjuvalaşmasını, sanata olan tutkusunu yazdı. Yeni bir toplum ortaya çıkarken Balzac da o toplumun büyümesiyle birlikte büyüyen bir yazar oldu.
Bizim yazarlarımız meseleye böyle bakmadılar. Onlara göre toplum ikiye ayrılıyordu; zenginlerle fakirler… Zenginleri devlet zenginleştirmişti, fakirleri de devlet fakirleştirmişti. Zenginlerin hırsızlıklarını devlete şikâyet ederlerse devlet mallarına el koyar onları bulundukları mertebeden aşağı indirir. Fakirlerin “hallerini aynen öyle” yazarlarsa, devlet derhal harekete geçer, o fakire elini uzatarak ona yol, su, elektrik götürerek, tohumluk vererek onun fakirlikten kurtulmasını sağlar… Bir de çağ dışı bir gericilik belası fakirin başında var; onun da timsali imamdır… Ona da devlet memuru öğretmen veya kaymakam eliyle gününü gösterdiğimizde her şey güllük gülistanlık olur, her şey Fransa’ya benzer. (Fransız Üçüncü Cumhuriyeti modeli, bire bir Anadolu’da uygulamaya sokulduğunu unutmayalım bu arada.)
*
O gün Vedat Günyol’un evinde, genç romancı Orhan Pamuk’u kıskanç kıskanç çekiştirenlerin hemen hemen hepsi Pamuk’u değil, Erol Toy’u büyük romancı olarak görüyordu mesela. Erol Toy, çok değil on sene önce “İmparator” diye bir roman yazmıştı. Aslına Erol Toy’un romanında anlattığı Fehmi Çok, çokça benziyordu Cevdet Bey’e. İkisi de çok çalışmıştı. Cevdet Bey İstanbullu, Fehmi Çok Ankaralıydı. Fehmi Çok bakkaldı, ahaliye kurtlu peynir satarak başlamıştı işe, Anadolu hareketi başlatanlar Ankara’yı mesken tutunca, daha sonra burada Cumhuriyeti ilan edince, Meclis damını örten kiremitleri bile o satmıştı devlete.
“İmparator” Vehbi Koç’un istemi dışında yazılmış, bilgilerin çoğu çarpıtılmış biyografisi, “Cevdet Bey” tamamen yazarın düş ürünü kurgusal bir romandı. “Cevdet Bey” roman, “İmparator” hayat hikayesiydi. “Cevdet Bey”de biraz Çokzade Fehmi vardı; Çokzade Fehmi”de Cevdet Bey’in zerresi yoktu. Erol Toy, herkesin hoşlanacağı bir hikaye yazmıştı, zengine veriştirmişti, servet düşmanlığı yapmıştı; Orhan Pamuk sadece roman yazmıştı. Erol Toy’un amacı; sabahtan akşama kadar zenginlik düşü kuran bir toplumda, sıyrılıp zenginleşmiş, dolayısıyla zenginleşemeyenlerin nefretini kazanmış bir adamın Vehbi Koç’un “ipliğini pazara çıkarmak”, onu “teşhir” etmekken, Orhan Pamuk “geleceğe” bir iz bırakmak istemişti. Erol Toy’un romanı on yılda on binlerce satıp unutulurken, Orhan Pamuk’un romanı tam kırk yıldan beri hep güncel olmayı başardı.
*
Koyun kaçakçılığından palazlanmış, yapsatçı müteahhitlikten çok para kazanarak zenginleşen burjuva değildir. Bizde burjuvalığa soyunanların çoğu alaturkalıkla alafrangalık arasında sıkışıp kalır. Altı kaval üstü şeş hane misali… Parayı daha çok para kazanmanın aracı yapacağına onu istifler. Sanata yatırım yapamaz mesela, kendi serencamını anlatan romanı bilmez; hikaye, yalan der geçer romana. Koç ailesinin burjuvalaşması Vehbi Bey’den sonradır. Erol Toy’un romanında ismini değiştirerek kendisinden bahsettiğini duyan Vehbi Bey’in romanla baş etmek için piyasadaki bütün nüshalarını satın aldığı söylenir. Böyle böyle yapılan her baskıyı satın alarak kitabın okunmasını engellediğini düşünür. Doğru mudur bilmem ama yetmişli yıllarda “İmparator” romanı bir efsane olarak elden ele dolaşırken solcu gençler, bir burjuvayı nasıl kazıkladıklarını gururla anlatırlardı birbirlerine.
Bir memleketin burjuvası kendisi hakkında yazılan bir romanla baş etmeyi kendine vazife haline getirmişse, o ülkenin romancısını da varın siz düşünün.
*
Başka bir romanında, “Azap Ortakları”nda Şeyh Bedreddin’e neredeyse “proletarya diktatörlüğü” kurduracak kadar ileri giden Erol Toy, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkıp onunla birlikte büyüyen Vehbi Koç’un girişimcilik serüvenini “kurtlu peynir” satmasına veya “Meclis damında kullanılan kiremitleri hükümete pahalı satmasına” bağlıyordu. Romanı yazarken, Türkiye’nin ilk sanayicisini “nasıl oldu da bunu başardı” sorunun peşine düşerek onu araştırarak anlamak yerine, Mustafa Özel’in deyimiyle onu “itham etmeyi” peşinen kafasına koymuştu. Kural tanımayan burjuvanın ipliğini pazara çıkaracak, onu teşhir edecek, gerçek yüzünü yoksul halka gösterecek, halk da ondan nefret ederek taşıdığı sloganın sopasıyla “komprador burjuvazinin” üzerine yürüyecekti.
Oysa romancının görevi anlattığı kahramanı övmek veya yermek değildir. Büyük roman öven veya söven değil, okurunu görmeye davet eden, ona görmediği şeyi gösteren romandır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir ve Oğuz Atay yolunda yürüyen Orhan Pamuk; o gün Vedat Günyol’un evinde her birisi kendini önemli birer yazar olarak gören adamların mavrasını yaptıkları “Cevdet Bey ve Oğulları” romanıyla bunu yaptı işte.