Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Dünya, hâlâ "Kafka dünyası"
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Roman, tanrısını kaybetmiş bir dünyanın destanıdır.”

        Bana göre romana dair edilmiş en hikmetli laflardan birisi olan bu külçe ağırlığındaki lafın sahibi, Marksist estetik kuramı ve edebiyat eleştirisinin öncü isimlerinden Macar eleştirmen György Lukács’tır.

        Ona göre romancılar ikiye ayrılır: Natüralistle ve Realistler... Natüralistler, nesneleri, hadiseleri, olup bitenleri sadece tasvir eder, hikâye onlar için mühim değildir. Realistler ise tasvir etmekle yetinmez, onu hikâye eder ve kesin bir sonuca varırlar. Natüralistlerin şahı Kafka, Realistlerin kralı Thomas Mann’dır. Bu durumda gelmiş geçmiş bütün romancıları, “Franz Kafkacılar” ile “Thomas Manncılar” diye ikiye ayırmak mümkündür.

        Lukács, Kafka yerine Mann’ı tercih eder. Kafka’dan hiç hazzetmez. Çünkü Kafka “gerçeği çarpıtır”, çarpıtmakla kalmaz, “gerçekler karşısında müspet hiçbir duruş sergilemez.” Romanlarında bireye çaresizlik ve umutsuzluk aşılar. Karamsardır. Umut kaçıp saklanmıştır bir yerlere. Bu da okuyanın moralini bozar, yılgınlığa sevk eder, zararlıdır. Bu yüzden Thomas Mann’ın, “bir burjuva ailesinin çöküşünü” anlatan “Buddenbrooklar-Bir Ailenin Çöküşü” romanını; Kafka’nın “absürd bir hukuk sisteminin” egemen olduğu, “müphem, karanlık bir dünyada” geçen romanı “Dava”dan daha iyi bir roman olarak görür.

        Birçok Marksist alime göre Kafka, “korkunç bir kâbustan bir türlü uyanmamış” bir romancıdır. Mesela Brecht onu “derin bir yazar” olarak görür ama “derin olmak insanı bir yere götürmez.” Kafka’nın hakkını teslim etmiş tek bir Marksist düşünür varsa o da Walter Benjamin’dir.

        *

        1950’lerin ikinci yarısında Macaristan’da Stalinist bir hükümet işbaşındaydı. 1956 yılının 23 Ekim’inde halk hükümete, dolayısıyla da Sovyetler Birliği’ne karşı ayaklandı. Sosyalist bir düzende “sosyalizmde devrim” yapacaklardı. Ayaklanma on iki upuzun gün sürdü. SSCB ordusu Macaristan’a girdi, züccaciyeci dükkanına adeta fil girmişti, 4 Kasım’da “sosyalizmde devrim” kanla bastırıldı.

        Ayaklanma sırasında, Macaristan’ın Kültür Bakanı Kafka’dan hiç hazzetmeyen işte bu György Lukács’tı. Evini bastılar eleştirmenin, Ruslar alıp bir askeri cipe bindirdiler. Cip hareket ettiğinde aklına bir anda Kafka ve meşhur romanı “Dava” geldi. O sırada cipte bulunan yanındakilere Almanca olarak, “Kafka, gerçekten de realistmiş” dedi.

        Kafka hakkında yanıldığını yaşayarak görüyordu Lukács.

        *

        Bu sene; Kafka’nın 1914’te yazdığı, ama her nedense yayınlamadığı, arkadaşı Max Brod’a “yakmasını” vasiyet ettiği kitapları arasında olan, ancak ölümünden bir sene sonra Brod’un gözden geçirerek 1925’te yayınladığı “Dava” romanının 100’üncü yılı…

        “Biri Josef K.’ye iftira etmiş olmalı, çünkü kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen bir sabah tutukladılar onu,” cümlesiyle açılan, tam yüz seneden beri öngördüğü “kehaneti” birçok ülkede gerçekleşen, Oğuz Atay’ın deyimiyle “karşısında dehşete kapıldığı bir gerçeği sezerek” bize tasvir eden, bir sanığın gözüyle hukuka bakan, kanunlara, adalete, bürokrasiye ve kurumsallaşmaya dair fikrini absürd bir biçimde, bir tür kara mizahla anlatan “Dava”, edebiyatta “Kafka dünyası” olarak tabir edilen bir dünyanın romanıdır. Biriciktir, mühim bir başyapıttır.

        İşin tuhaf yanı, romanın yazıldığı günden bugüne birçok ülkede o dünyanın o kitabın sayfaları arasında çıkıp gerçeğe bürünmüş olmasıdır. Şu anda hepimiz Kafka’nın dünyasında yaşıyoruz aslında. Başka bir deyimle, yaşadığımız dünya bir Kafka dünyasıdır. Roman hayatı taklit etmedi, burada kelimenin tam anlamıyla hayat romanı taklit etti.

        Zira, roman yazıldıktan sonra birçok totaliter rejim görülmeye başlandı dünyada. Vatandaş hakları askıya alındı, en ufak bir sivil itaatsizlik girişimi bile büyük cezalarla karşılandı ve en önemlisi dünya önce Sovyetler Birliği’ndeki totaliter komünist rejim, arkasından Almanya’da faşist Nazi rejimiyle tanıştı. Savaştan önce ve sonra birçok baskıcı rejim pıtrak gibi bitmeye başladı dünyanın dört bucağında.

        Birçok ülkede birçok insanı, “kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen” tıpkı Josef K. gibi bir sabah alıp götürdüler, götürüyorlar hâlâ.

        *

        Rusya’da Bolşevikler devrim yaptı, milyonlarca insan yargılanmadan kurşuna dizildi. Bizde de devrim oldu, devrimi muhafaza etmek için “İstiklal Mahkemeleri” adıyla “devrim mahkemeleri” kuruldu. Kemalistlerin “devrim mahkemeleri” daha sonra solcuların kurduğu maceracı gençlik örgütlerine “halk mahkemeleri” şeklinde sirayet etti, oradan PKK’ya geçti, binlerce genç “halk mahkemelerinde” yargılanarak “iç infaza” kurban gitti.

        Askerde firar etmenin önüne geçmek için İstiklal Mahkemeleri 1920 yılında kurulduğunda Kafka “Dava”yı yazmış ama yayınlamamış, o sırada veremin pençesinde kıvranıyordu. Yazarın ölümünden bir sene sonra 1925’te “Dava” yayınlandığında, bizdeki İstiklal Mahkemeleri yönünü değiştirmiş, hukukçu olmayan “Üç Ali”nin borusunun öttüğü bir “divana” dönüşmüş, oğlu babanın gözü önünde darağacına gönderen, idam edilecek iki oğlundan birini seçme hakkını babaya veren bir dehşet mekanizmasına bürünmüştü. Bu dönemin “Jozef K.”ye en çok benzeyen şahsiyeti, Maliyeci Cavit’tir. “Kötü bir şey yapmamış olmasına rağmen” alıp götürdüler, bir süre sonra ailesine cesedi teslim edildi. İlerde sorun teşkil edecek adama, “muhtemel” bir suç bulunmuştu, olur da aptal İttihatçılar bir karşı devrime girişir de başarılı olurlarsa eğer içlerinde cumhurbaşkanlığı yapabilecek müktesebata sahip tek şahsiyet oydu. Bu “muhtemel tehlikenin” önüne geçmek için tıpkı Kafka’nın “Dava”sına benzer bir davada hızlıca yargılanarak idam edildi Cavit Bey.

        Almanya’nın gökleri bu sırada yavaş yavaş kararmaya başladı. Kara bulutlar İtalya’ya, İspanya’ya doğru yola çıktı. Rusya’da Stalin diktatörlüğü bütün muhaliflerden kurtulma kararı almıştı. Stalin etrafına baktı, Türkiye’de Kemalistler bu işi tereyağından kıl çeker gibi hal etmişti, kurdukları mahkemeler marifetiyle “muhtemel tehlikeyi” bertaraf etmişti. O halde bizdeki “devrim mahkemeleri” pekâlâ Rusya’ya taşınabilirdi. Zira devrimin âlâsını onlar yapmıştı ve Stalin’i devirmek isteyen bir yığın güçlü, akıllı, yetenekli insan elini kolunu sallayarak dolaşıyordu.

        Kafka’nın “Dava”da yarattığı atmosfer bir “kehanet” gibi bütün dünyayı sarıyordu. Dünyanın her tarafında, “erişilmez bir güç, bir otorite tarafından yönetilen ve ne olduğu hiçbir zaman açıklanmayan suçlamalarla karşı karşıya kalan insanlar” hayattan kopartılıyordu. Bu memleketlerde hukuk sistemi, tıpkı Kafka’nın romanında tasvir ettiği siteme benziyordu. Suçtan çok suçluya odaklanan bir sitemdi. Suç yalnızca bir eylemdi. Zanlının “kötü niyeti” suçlanması için yeterdi. Ortada yasadışı bir eylem yoksa da suç mümkündü. Bütün bunlar ortaya çıkmadan çok önce Kafka romanında, bu karanlık dünyayı bir “kehanet” gibi öngörmüştü.

        *

        Stalin’in elinde Türklerin başarıyla uyguladığı bir “devrim mahkemeleri” modeli, elinin altında da her dediğini yapmaya amade, hukukla değil önderin talimatlarıyla hareket etmeye hazır, Andrey Vışinski adında bir başsavcı vardı. Stalin’e göre Vışinski cesur ve erdemliydi, “Bana bir adam verin, size bir suç icat edeyim,” diye veciz bir sözü vardı ki bunu söyleyen birisine istediği her şeyi yaptırmak çocuk oyuncağıydı.

        *

        Bazı büyük romanlar, çok sıradan, çok küçük fikirlerden doğar. “Dava” da küçük bir fikirden doğmuş büyük bir romandır. Franz Kafka, “Dünya berbat bir hal alıyor, gelecek olanı görüyorum, haydi gördüğüm şeyi yazayım da el âlem kehanet görsün” diyerek “Dava”yı yazmadı. Tam tersine “Dava” son derce şahsi bir meselenin ürünüdür; bir “nişan bozma” hikayesi yatar bu muazzam romanın gerisinde...

        Kafka, 1912 yılında Berlin’de Felice Bauer ile tanıştı. Bir süre sonra onunla nişanlandı. İşler bir süre iyi gitti, sorunlar baş gösterince de nişanı bozdu. Nişanı bozma görüşmesi feci bir görüşmeydi. Bir görüşmeden çok bir yüzleşme şeklinde gerçekleşti. Yüzleşme sırasında şahit olarak çağırdığı birkaç kişi vardı, kadına evlenme vaat etmişti, şimdi verdiği bütün sözlerden kaçıyordu, acizdi, kendini bir nişan bozma töreninden çok bir mahkemede hissetmişti. Hadise bir otelde yaşanmıştı. O mekân onun için bir otel değil, bir mahkemeye salonuna dönüşmüştü bir anda. Berlin’den Prag’a döndüğünde bunalıma girdi, bir tür varoluşsal umutsuzluğa sürüklendi, berbat bir haldeydi. Onu bu ruh halinden, aklına gelen “Dava” fikri kurtardı, oturdu hızlıca romanı yazdı.

        Anlayacağınız, bu basit, fazlasıyla sıradan, herkesin başına gelen “nişan bozma” hikayesinden, tam yüz yıldan beri tartışılan, yirminci yüzyılda ortaya çıkan bir sürü totaliter rejimin hukuk sistemini sorgulayan, muazzam bir roman çıkmıştı.

        *

        Franz Kafka, 3 Haziran 1924’te bir sanatoryumda, Dora Diamant adında bir kadının kollarında can verdi. Bir yıl önce, Baltık Denizi kıyısında, bir tatil sırasında tanışmıştı onunla. Bu tanışma kısa süre zarfında aşka dönüşmüştü. Hiç evlenmediler. Ama Dora, kendini hep “Franz Kafka’nın karısı” olarak tanıttı. Kafka’nın son sevgilisiydi ve birlikte yaşadığı tek kadındı. Sıra dışıydı. Oyuncuydu, Alman Komünist Partisi’ne üye oldu, gazetecilik yaptı. Macera filmlerini aratmayan bir hayat yaşadı. Polonya’dan Almanya’ya, SSCB’den İngiltere’ye savruldu durdu. Holokost’tan kaçtı, nispeten genç bir yaşta sürgünde öldü.

        Dora, Kafka ile tanıştığında 25 yaşındaydı. Ortodoks Yahudi bir aileden geliyordu. Kafka öldükten sonra Prag’a gitti. Yazarın cenaze töreninde baygınlık geçirdi. Bir süre Kafka’nın ailesinin yanında yaşadı. Ailesi, Kafka’nın eserlerinden elde edilen gelirin bir kısmını ona bıraktı. İki ay sonra aileyle vedalaşmadan Kafka’nın evinden ayrıldı. Berlin’e döndü, oyunculuk eğitimine devam etti. Alman Komünist Partisi’nde aktif olarak çalışmaya başladı. Kendisinden beş yaş küçük ekonomist, ünlü komünist Bertha Lask’ın oğlu Lutz Lask ile tanıştı. Evlendiler. Naziler iktidara gelince Lask tutuklandı, işkence gördü, altı ay tutuklu kaldı. Dairesi arandı, Gestapo, Dora’nın Kafka’nın mirasından kendine ayırdığı özel mektuplarına ve notlarına el koydu. Lask, hapishaneden çıkınca, annesinin göç ettiği Moskova’ya kaçtı. Üç sene sonra Dora da kocasının peşinden Moskova’ya gitti.

        *

        İmanı kuvvetli bir komünistti Dora. “İşçilerin ve gerçekleşebilir hayallerin vatanına” gelmişti. Moskova sokaklarında dolaşırken üzerinde hiçbir düşman bakış yoktu. Efendiler yoktu, köleler yoktu, nefret yoktu, ırklar yoktu, dinler yoktu, sadece yekpare Sovyet halkı vardı, herkes eşitti, herkes kardeşti. Her şey proletaryanın emrindeydi. Bütün bunlar Halkların Sevgili Babası Stalin’in eseriydi. Başı dik dolaşıyordu, gururunu yeniden kazanmıştı. Yoldan geçen, karşılaştığı herkese sarılmak, yarattıkları bu olağanüstü toplum için teşekkür etmek istiyordu. Bazıları onu deli sanıyordu, haklıydılar, o bir deliydi, mutluluk delisi, sevinç sarhoşuydu, burada süren bu hayata, dünyada yaşayan bütün insanlar bir an önce kavuşmalıydı. Bir an önce partiye katılmak istiyordu. Çorbada tuzu olsun, devrimin selameti için canla başla çalışmak işitiyordu. Büyük şair Mayakovski, “Parti, tek yumruk halinde sıkılmış, milyonlarca parmağı olan müthiş bir eldir” dememiş miydi?

        Keşke Franz Kafka ölmeseydi de bu günleri görseydi! Dünya, artık onun romanlarında tasvir ettiği o kaotik, o kâbus dolu dünya değildi!

        *

        Partiye üye olmak isterken bir anda kendini derin bir soruşturmanın içinde buldu. Tıpkı Josef K. gibi… Sorgucuları tuhaf tuhaf sorular soruyordu. Buraya gelmeden önce Alman Komünist Partisi’ne üye olmuş olması soruşturma için yeterliydi. Zira o parti Troçkistti. Proletarya diktatörlüğüne karşı ithamlarda bulunduğuna dair hakkında ihbar vardı.

        Bu arada kocası Lutz Lask da soruşturmaya uğramıştı. O da Troçkistti. Casus da olabilirdi. Sibirya’da zorunlu bir çalışma kampında geri kalan hayatını geçirsin de günü görsündü.

        Meşhur “On Beşler Davası” o sırada başladı. Aralarında Yüksek Sovyet’in başkanı Kamenev ile Komintern’i yönetmiş olan Zinoyev’in de bulunduğu Parti’nin en üst düzey yöneticileri vatana ihanetten yargılanarak 25 Ağustos 1936’da kurşuna dizildi.

        Dora, bir Troçkistin karısıydı. Bu yeterince büyük bir suçtu. Kadın on beş sene önce, Franz Kafka adında “Praglı bir burjuva yazarının” da karısı olmuştu. Şimdi de Sovyetler Birliği’nde o zararlı, “karşı devrimci” yazarın kitaplarını yaymak istiyordu.

        Dora’nın sorgucusuna göre bu burjuva yazarıyla olan münasebeti onu suçlu çıkarmaya yeterdi. Kanıtın önemi yoktu. Adalet kanıt değil, itiraf istiyordu. Suçlu iş birliği yapsın yeterdi. İtiraf fiziksel işkenceye son veriyordu, hükmün doğruluğunu garantiliyordu çünkü. “İtiraflar hukukun başarısını, tarafsızlığın, dürüstlüğün ve doğruluğun zaferini temin ediyordu. Adalet bir yanda cellat, diğer yanda suçlu demek değildi. Savcı ve sanık buluşabilir, iş birliği yapabilir, iyi bilinen daha yüksek bir çıkar adına karşılıklı güçlerini ve inançlarını birleştirebilirdi.” İtiraf bunun için mühimdi.

        Sorgucunun ilk sorusu, eski kocası Kafka’ya dairdi. Kafka’nın kitapları dünyanın birçok diline çevrilmişken, ona göre neden Rusçaya çevrilmemişti? Hakkında çok şey okumuştu. Farklı bir yazardı Kafka. Ona Kurtuluşun romancısı, Zarafetin romancısı, İç Sıkıntısı’nın romancısı, Absürdün romancısı diyenler vardı, Dostoyevski’yle karşılaştıranlar vardı, şimdi söyle Dora, kahramanları hangi tarafta yer alıyor senin şu eski kocanın, iyiliğin mi yoksa karşı-devrimin mi, romanlarında işçi sınıfından nasıl bahsediyor, Ekim Devrimi’ne bakışı nasıldır, Kolhoz köylülüğünden söz ediyor mu, senin Kafka vatansız bir gerici mi, proletaryadan kopuk bir aptal mı? Eserlerinde Stalin’i nasıl görüyor, yoksa o kuduz Troçkist köpekleri mi yüceltiyor? Eserlerinde gizli bir anlam var mı? Kafka’nın sosyalist gerçekçi edebiyatla ilişkisi nasıl, kitaplarını Stalin beğenir mi mesela? Yoksa bir Nihilist mi?

        Mesela romanlarından “Dava”nın hikayesini anlat bana.

        Dora, Josef K.’nin bir sabah tutuklandığını anlatmaya başlar, sorgucu sebebini sorar, bir “hain olduğu için olmasın” der, Dora, Josef K.’nin tutuklanma sebebini kendisinin de bilmediğini söyler. Dora, sorgucusuna romanı anlatmaya devam eder.

        Josef, başlangıçta suçlamalarla arasına mesafe koyar. Hayatına devam eder. Sanki başının üzerinde korkunç bir tehlike gezinmiyormuş gibi çalışmaya devam eder. Yargı erkine meydan okur. Boyun eğmiyor ama aynı zamanda kaderini de kabulleniyor. Masumdur, bunu biliyor ama yine de suçluluğunun nedenlerini araştırır. Kendisine isnat edilen suçun mahiyetini bilmiyor. Karşısında rüşvetçi müfettişler, aptal sorgu yargıçları vardır. Karşısındaki bir teşkilattır ne eylemlerini ne de gerekçelerini anlıyor. K. yoğun bir suçluluk duygusu hisseder. Ama dehşet karşısında isyan etmez. Korkudan felç olur. Bu korkuya bir yanlışı sebep olmuştur ama o yanlışı bir türlü bulamaz. Sonunda zorunluluk karşısında söylenen her şeye boyun eğer ve kendini kendi yıkımının aracı haline getirir.

        Josef K., kötü bir dünyada iyi niyetli bir varlıktı. Romanın ilk satırından itibaren kaderi yazılmıştır. Yasanın saçma ve insafsız gücüne karşı kazanamayacağı bir mücadeleye girişir.

        *

        Peki romanda anlatılan “hukuk sistemi” nasıl bir sistemdir?

        Yok bir ülkede, yok bir mekânda geçen hikâyede sistem saçma sapan kanunlarla yönetiliyor. Mesela bir ressam masumiyet belgelerini düzenleyebiliyor. İddianameyi sanık ve avukat görmüyor. Kanun savunmaya açıkça izin vermiyor, sadece göz yumuyor. Duruşmanın sonucunu sanığın sadece suratına bakarak, dudaklarının hareketlerinde daha baştan belirleyebileceklerine inanıyorlar. Mahkûmiyet kararı her zaman beklenmedik bir anda geliyor. Adaletin hizmetkarları her yerdedir. Özetle ana fikir; davan varsa, zaten kaybetmişsindir!

        Kitabın finaline gelince…

        Bir akşam, suçlanmasından günü gününe tam bir yıl sonra, otuz birinci doğum gününden iki gün önce -otuzuncu doğum gününde tutuklanmıştı- iki cellat Josef K.’yi almaya geliyor. Terk edilmiş bir taş ocağında, ay ışığı altında bir kayanın üstüne yerleştiriyorlar, içlerinden biri kasap bıçağını çıkarıyor, diğeri K.’yi boğazından yakalıyor. K. bakışlarını uzaktaki evin üst katındaki bir insanın siluetinin seçildiği ışığa doğru çeviriyor, düşünceleri onun üzerinde yoğunlaşıyor. Kasap bıçağı Josef’in kalbine saplanıyor.

        Romanın son cümlesi şöyle:

        “Bir köpek gibi!’ dedi K., bu utancın kendisinden de sonra yaşamasını ister gibi.”

        *

        Kafka’nın “Dava”da anlattığı hikâye burada biter ama Dora’nın hikayesi bitmez. Kaçıp geldiği “gerçekleşebilir hayallerin vatanında”, o komünist cennette, devrimi biraz daha ileri götürmek için partiye katılmak isterken, kendini Kafka’nın anlattığı bir “dava”nın tam ortasında bulur. Kafka’nın romanı “Dava” üzerinden yürüyen sorgulamanın sonucunda sorgucusu “imana gelir”, çıkıp gelmekte olan “büyük tasfiyenin” ayak seslerini duyar Dora’nın canını kurtarmak için ona şunları söyler:

        “Yoldaş Dora Diamant, gitmelisin, derhal hemen kaç, uzaklaş Moskova’dan, en uzak yer neresiyse git oraya. İlk trene bin ve git. Terör çökecek Moskova’nın üzerine, büyük, muazzam bir terör, bu devasa tasfiye karşısında Robespierre’in giyotinle yaptığı büyük katliamlar belleklerde ancak hoş bir anı olarak kalacak. Çıldırmışlar. On binlerce, yüzbinlerce halk düşmanı susturulmalıymış. İnfazlar ve toplu sınır dışı etmeler çoktan planlanmış. Şehir tüm asalaklardan temizlenecek, onların işkenceye maruz kalmış bedenleri Sibirya’nın buzlarını kızıla boyayacak. Moskova’nın üzerine karanlık çökmeden git. Bunu sana neden söylediğimi bilmiyorum, büyük bir hata yapıyorum muhtemelen. Olsun! Git!”

        Bunun üzerine Dora Moskova’dan kaçar, İngiltere’ye gider, orada genç yaşta ölür.

        *

        “Dava”, bundan tam yüz sene önce çıktı piyasaya. Kafka bir dünya tasvir etmişti kitabında. O dünya yüz yıl içinde küçülüp büzüşerek yok olacağına, her geçen yıl genleşerek biraz daha büyüdü. Zamanla romanın dünyası, gerçek dünyanın yerini aldı. Hayat büyük bir ustalıkla, sanatı taklit etti ve taklit etmeye devam ediyor dünyanın her yerinde.

        *

        Yazının Kaynakları:

        Laurent Seksik, “Franz Kafka Ölmek İstemiyor”, s.175-194, YKY

        Gökçe Çataloluk, “Hukukçunun Hukuk Karşıtı Tutumunun Edebi Dışavurumu: Dr. Franz Kafka ve ‘Dava’sı”, DergiPark